- Bernard Lewis
- ORTADOĞU
- Kitabın
- Özgün Adı:The Middle East
- İÇİNDEKİLER
- Önsöz
- 1. KISIM Giriş 1
- 2. KISIM Geçmiş
- 1 Hıristiyanlık Öncesi 23
- 2 İslamiyet Öncesi . 37
- 3. KISIM İslamiyet’in Doğuşu ve Yükselişi
- 3 Kökenler 57
- 4 Abbasi Halifeliği 84
- 5 Bozkır Halklanmn Gelişi 97
- 6 Moğöllar’m Ardından 116
- - 7 Barut İmparatorlukları 127
- 4. KISIM Kesitler
- 8 Devlet 153
- 9 Ekonomi 181
- 10 Seçkinler 207
- 11 Halk 238
- 12 Hukuk ile Din 253
- 13 Kültür 283
- 5. KISIM Modern Çağ
- 14 Mücadele 315
- 15 Değişim 331
- 16 Etki ve Tepki 353
- 17 Yeni Düşünceler 365
- 18 Savaşlar 385
- 19 Özgürlükler 415
- Notlar 453
- Kaynakça 458
- Takvim Hakkında 460
- Kronoloji 462
- Haritalar 470
- Dizin 481
- ÖNSÖZ
- Ortadoğu’nun tarihini tek bir ciltle anlatan, çoğunluğu İslamiyet’in ortaya
- çıkışıyla başlayan ya da Hıristiyanlık çağının başlangıcıyla sona eren birçok
- kitap yazılmıştır. Ben kitabıma Hıristiyanlığın ortaya çıkışı ile başlarken iki
- amaç güdüyorum,ilk amacım,İslam Devleti’nin kurulması ve Hz. Muhammed’in
- görevinin odağındaki İslamiyet öncesi Arabistan ile büyük Bizans ve Pers
- imparatorluklarını tarihteki mütevazı yerlerinden kurtarmaktır. Yüzyıllardır
- Ortadoğu’yu parçalayan ve paylaşan bu birbirinin karşıtı güçler yüzeysel bir
- yaklaşımı hak etmiyor doğrusu.
- İkinci amacım ise, bugün tanıdığımız Ortadoğu ile bölgenin tarihi belge ve
- anıtları aracılığıyla tanıdığımız eski uygarlıkları arasında köprü kurmaktır.
- Hıristiyanlığın başlangıcında, başka bir deyişle Hz. İsa ile Hz. Muhammed
- arasındaki dönemde, Pers İmparatorluğu’nun batısında kalan bölgeler
- Helenleştirme, Romalılaştırma ve Hıristiyanlaştırma süreçlerinden
- sırasıyla geçerken eski uygarlıkların tüm izleri olmasa da anılan kaybolmuştur.
- Kaybolan anıların bir bölümü modem çağ arkeologları ve doğu bilimcileri
- tarafından yeniden gün ışığına çıkarılmıştır.İlk çağ’ın sonlarından başlayarak
- Ortaçağ’dan modern Ortadoğu’ya kadar doğrudan süregelen bağlantılar dikkate
- değerdir.
- Ortadoğu tarihinin kaleme alınması için yapılan ilk modem girişimlerde,
- tarihin derinlemesine ve kolay anlaşılmasında olmazsa olmaz değilse bile
- zorunlu olan siyasi ve askeri olayların tarihçesine önem verilmiştir. Tarihçilere
- teşekkürlerimle birlikte, çok gerekmedikçe siyasi tarihi anlatmadan, özellikle
- ekonomik, toplumsal ve en önemlisi kültürel tarih üzerinde durdum.Bu bakış
- açısıyla, çağdaş kaynaklardan yararlandım; tarihçeler,seyahatnameler, belgeler,
- yazıtlar, zaman zaman da öyküler ve şiirlerden alıntılar yaptım. Kaynakların var
- olan İngilizce çevirilerini kullandım, çevirisi olmayanları kendim çevirdim.
- Yazılı belgelerin yanı sıra, resimlerin katkısı da çok önemli oldu. Metinlerden ve
- hatta analizlerden çok da kolay elde edilemeyen görüşler sağladılar.
- Böylesine önemli, zengin ve hareketli bir bölgenin iki bin yıllık tarihini bir
- kitap cildine sığdırmaya çalışmak, taşıdığı önemin büyük bir kısmına değine
- memeyi de beraberinde getiriyor. Bu konuda çalışan her araştırmacının kendi
- seçimini yapması gerekiyor. Benim de kendi kişisel seçimimi yapmam gerekti.
- Daha çok en özgün bulduğum olaylara, kişilere ve durumlara önem verdim. Ne
- kadar başarılı olduğuma siz okurlarım karar vereceksiniz.
- Princeton Üniversitesi’deki genç araştırmacılar, David Marmer, Michael
- Doran, Kate Elliott ve Jane Baun’a bu kitabın hazırlanmasında ve sizlerle
- buluşmasındaki önemli katkılan için teşekkürlerimi ve takdirlerimi sunuyorum.
- Özellikle titiz, bilimsel ve eleştirel yaklaşımı için Jane Baun’a sonsuz
- teşekkürler.Asistanım Annamarie Cerminaro’ya kitabın ilk taslağından son
- durumuna kadar her aşamasındaki özenli ve sabırlı katkısı için teşekkür
- ediyorum. Kitabın resimlendirilmesi, editörlüğü ve yayınlanmasında değerli
- emekleri ve sabırları için Benjamin Buchan, Tom Graves ve dizini hazırlayan
- Douglas Matthews’e teşekkür ediyorum. Kitabın hazırlanma sürecini
- hızlandırmak ve sonucun niteliğini artırmak için çok çaba gösterdiler.
- Katkıda bulunan herkese, kabul ettiğim tüm önerileri ve fikirleri için
- teşekkür ediyorum; kabul etmediklerim için ise kendilerinden özür diliyorum.
- Bundan da açıkça anlaşılacağı gibi, kitapta olabilecek tüm hatalar bana aittir.
- BERNARD LEWIS Princeton, Nisan 1995
- 1. KISIM
- GİRİŞ
- Gün içinde herhangi bir saatte insanların, aslında yalnızca erkeklerin, bir
- masada oturup bir bardak çay ya da bir fincan kahve içerken yanında da
- sigaralarını tellendirdikleri, gazetelerini okuyup, tavla oynarken bir kenardaki
- televizyon ya da radyoya kulak verdikleri kahvehane ya da çayhanelere
- Ortadoğu’nun pek çok şehrinde sıkça rastlanır.
- Ortadoğu’daki kahvehanelerde zamanlarını geçiren insanların dış görünüşleri
- Avrupa’daki,özellikle de Akdeniz Avrupası’ndaki kahvehanelerdeki insanlardan
- farklı değildir. Ancak elli yıl önce aynı yerde bulunan insanlardan çok farklı,
- yüz yıl önceki insanlardan ise bambaşkadır. Böyle bir fark, Avrupa’daki bir
- kahvehanede bulunan insanlar için de söz konusudur ama bu iki farklılık
- birbirine benzemez. Avrupalı’nın giyim, görünüş, tavır ve davranışlarında ortaya
- çıkan değişikliklerin neredeyse tamamı Avrupa kökenlidir. Birkaç istisnası
- olmakla birlikte, bu değişim toplumun kendisinden kaynaklanır; istisnalar işe
- yakın ilişkide bulunulan Amerikan toplumundan etkilenmiştir.
- Ortadoğu’da gerçekleşen değişiklikler ise,bu durumun tam aksine dış
- kaynaklıdır. Ortadoğulu’nun kendi geleneklerine tümüyle yabancı toplumlardan
- ve kültürlerden kaynaklanmıştır.Kahvehanedeki bir masanın başında bir
- iskemleye oturmuş gazete okuyan adam, kendisinin ve daha önce de anne
- babasının yaşamlarını etkilemiş olan değişiklikleri taşımaktadır. Hali, tavrı, dış
- görünüşü, giyinişi ve davranışları, hatta kimliği ile modem çağlarda Batı'dan
- gelip Ortadoğu’yu etkisi altına alan son derece güçlü ve yıkıcı değişiklikleri
- simgeler.
- Açıkça görülen ilk ve en belirgin değişiklik giyiniş biçimindedir. Geleneksel
- giysiler giymesi de olasıdır ama şehirlerde buna pek rastlanmaz. Genellikle Batı
- tarzında gömlek ve pantolon ya da günümüzdeki gibi tişört ve kot giyer.
- Giyinmek, özellikle dünyanın bu bölgesinde, yalnızca örtünmek, soğuktan ve
- sıcaktan korunmak için değil, kimliğini tanımlamak, kökenini göstermek ve aynı
- gruptakilerce tanınmak için çok önemlidir.M.Ö.VII.yy’da peygamber
- Zephaniah’ın kitabında (1:8), Allah'ın “Kurban gününde tuhaf biçimde giyinen
- herkesi” cezalandıracağı yazıyordu. Museviler’in ve sonra da Müslümanların
- kitaplarında inananların inanmayanlar gibi giyinmemeleri, kendi ayırt edici
- giysilerini giymeleri buyrulur. “Onlar gibi olmamak için kafirler gibi
- giyinmeyin” genel bir uyarıdır.Hz.Muhammed’e atfedilen bir hadise göre
- “başörtüsü, inançsızlıkla inanç arasındaki sınır” olarak kabul ediliyor. Bir başka
- hadise göre, “diğerlerine benzemeye çalışan onlardan biri olur". Yakın zamanlara
- kadar, bazı yerlerde günümüzde bile, her etnik grubun, her dini zümrenin, her
- aşiretin, her bölgenin ve bazen de her meslek grubunun kendine özgü, ayırt edici
- bir giyiniş şekli vardır.
- Kahvehanede oturan adamın (Türkiye dışında) hâlâ bir tür şapka, belki bir
- takke ya da daha geleneksel bir şey giymesi olasıdır. Osmanlı' dönemine ait
- mezarlıkları görenler, kişinin yaşarken giydiği başlığın mermerden yapılmış bir
- benzerinin mezar taşlarının üzerinde yer aldığını anımsayacaktır. Bir kadıya ait
- mezar taşında kadı sarığı, bir yeniçerinin mezar taşında katlanmış elbise koluna
- benzeyen özel yeniçeri başlığı bulunur. Mezar taşlarında kişinin yaşarken yaptığı
- mesleği simgeleyen başlık yer alır. Bir kişiyi mezarında da bırakmayan
- bir ayrımın, o kişi yaşarken ne kadar fazla önemli olduğu ortadadır. Yakın
- zamanlara kadar Türkçedeki “şapka giymek” deyimi İngilizcedeki “totum one’s
- coat” (paltosunu ters yüz etmek)şeklindeki-eski bir deyimle aynı anlamda
- kullanılıyordu. Deyimin anlamı dininden dönmek, başka dine geçmekti.
- Günümüzde Türkiye’de şapka, kasket ya da dindarların giydiği başlık gibi pek
- çok türde şapka kullanıldığı düşünüldüğünde artık bu deyimin anlamını
- kaybettiği açıktır. Öte yandan Arap ülkelerinde Batı tarzında şapkalar nadir
- kullanılır, İran’da bile durum aynıdır. Giyinme tarzının, özellikle de şapkanın
- Batılılaşma süreci, Ortadoğu'nun modernleşme aşamalarını göstermesi açısından
- önemlidir.
- Modernleşmenin gerçekleştiği pek çok alanda olduğu gibi giyimde de
- değişimin başlangıcı askeriye ile olmuştur. Batılı askeri üniformalar, reformcular
- açısından büyülü bir çekiciliğe sahipti. Müslüman hükümdarlar, savaş
- alanlarında ordularının kafir düşmanlar karşısında peş peşe yenik düşmesiyle
- birlikte, istemeyerek de olsa düşmanlarının silahlarının yanı sıra, kurumlarını,
- Batı tarzında üniformalarını ve teçhizatlarını da benimsediler. XVIII.yy
- sonlarında Osmanlı ordusundaki ilk reform çalışmalarında Batılı silahları ve
- talim yöntemlerini benimsemelerinin gerekli olduğu düşünülse bile, Batılı
- üniformaları benimsemeleri gerekli değildi. Bu, askeri değil toplumsal bir
- seçimdi. Bu seçim, Libya ve İran İslam Cumhuriyeti de dahil olmak üzere tüm
- Müslüman ülkelerin modern orduları tarafından yapılmıştır. Batılı silahların ve
- taktiklerin etkileri ve güçleri nedeniyle tercih- edilmeleri bir zorunluluk
- olmuştur, ancak üniforma ve siperli kasket için herhangi bir zorunluluk olmadığı
- halde hâlâ giymektedirler. Bu tarz değişikliği, şiddete ve net olarak karşı çıkanlar
- için bile Batı kültürünün süregelen çekiciliğinin ve otoritesinin bir kanıtı
- olmuştur.
- Askeri üniformalardaki en son değişiklik şapkada oldu. Çoğu Arap ülkesinde
- kahvehanedeki adamın bugün bile, desen ve rengiyle toplumsal ya da bölgesel
- aidiyetini simgeleyen geleneksel bir şapka giyiyor olması mümkündür. Başın
- örtülmesinin sembolik durumu açıkça ortadadır. Müslümanlar için önemli bir
- nokta da çoğu Avrupalı şapka tarzının siperli olması nedeniyle namaz kılmaya
- engel oluşuydu. Hıristiyanların aksine Müslümanlar, Museviler gibi bir saygı
- ifadesi olarak başları örtülü ibadet ederler. Müslüman ibadeti olan namaz, alın
- yere değerek secde etmeyi gerektir ancak şapkanın siperi bunu engeller.
- Ortadoğu’daki Müslüman orduları Batılı üniformaların neredeyse aynısını
- giymişler ancak uzunca bir zaman Batılı şapkaları giymeyip, geleneksel şapka
- tarzlarını sürdürmüşlerdir. XIX.yy'ın ilk önemli reformcularından Sultan
- Mahmud (padişahlığı 1808-1839) Arapçada “tarbış” adı verilen yeni bir şapka
- türünü, fesi getirmişti. Önceleri kabul görmeyen ve kafir icadı olarak görülen fes
- zamanla kabul edilerek Müslümanlığın bir simgesi haline geldi. Türkiye
- Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk
- tarafından 1925’te fesin kaldırılması da tıpkı kabul edilirken olduğu kadar sert
- tepkilere yol açtı. Toplumsal sembolizmin uzmanı olan Atatürk, fesin ve
- geleneksel erkek şapkalarının yerine Avrupa şapka ve kasketlerin giyilmesi
- yasasını koyarken, yaptığı şey kesinlikle bir otoritenin yersiz kaprisi değildi.
- Kendisi de, yanında olanlar da, ona karşı çıkanlar da verdiği bu önemli
- toplumsal kararın anlamını çok iyi biliyorlardı.
- Bu türden bir değişim ilk değildi. XHI.yy’da Ortadoğu’nun Müslüman
- topraklan Moğollar tarafından fethedilmiş, Hz. Muhammed döneminden sonra
- ilk olarak Müslüman olmayan bir hükümdar başa geçmiş ve Müslümanlar askeri
- alanlarda Moğol yöntemlerini benimsemişlerdi.Moğolların himayesine hiç
- girmemiş olan Mısır’da bile Müslüman emirleri Moğollar gibi giyinmeye,
- onların teçhizatlarını kullanmaya ve Müslümanların adetleri saçlarını kısa
- kesmek olduğu halde, Moğollar gibi uzatmaya başlamışlardı. Müslüman
- ordularının Moğolların üniformalarını ve teçhizatlarını benimsemelerinin nedeni
- bugün giydikleri üniforma ve siperli şapkaları benimseme nedenlerine
- dayanıyordu. Bu neden, benimsedikleri şeylerin zamanlarının en önemli askeri
- gücünün dış görünüşünü ve taktiklerini simgeliyor olmasıydı. Moğolların
- üniformalarının, teçhizatların ve saç biçimlerinin etkileri 1315 yılına kadar
- sürmüştür. Ortadoğu’daki Moğol hakanlarının Müslümanlığı kabul etmelerinin
- ardından, Mısır sultanı askerlerin saçlarını kesmelerini, benimsedikleri Moğol
- tarzını bırakmalarını, geleneksel Müslüman giysilerini ve şapkalarını giymelerini
- emretmişti. Böyle bir değişiklik modem Müslüman ordularında henüz
- olmamıştır.
- Askeriyeden sonra sarayda değişimler olmaya başladı. Sultanın giysileri
- Batıkların aynısı gibi görünmemesi için farklılaştırılmaya çalışılmış ama çok
- farklı olmayan yine Batı giysisi gibi görünen bir değişim geçirmişti. Sultan
- Mahmud’un askeri giyim reformundan önce ve sonra yapılmış iki portresi
- Topkapı Sarayı’nda yer almaktadır. Aynı ressamın yaptığı anlaşılabilen bu iki
- portrede II.Mahmud aynı atın üstünde,aynı açıdan görünür. Portrelerden birinde
- geleneksel Osmanlı giysileriyle,diğerinde pantolon ve ceket ile resmedilmiştir.
- Atatürk daima yaptığı gibi konuyu temelinden ele alarak “Uygar giysiler
- giyelim” derken neyi anlatmak istemiştir? Eski uygarlıkların giysileri neden
- uygar değildir? Atatürk’e göre uygarlık, modernliktir,yani Batı uygarlığıdır.
- Sultandan sonra sarayda da Batık giyim tarzı etkili olmuştur. İlk ke2 o
- dönemde siviller için giyim kanunları konuldu ve uygulandı. Osmanlı saray
- memurlarının giymeye başladık-lan pantolon ve redingot, diğer memurlara da
- yayıldı. XIX.yy sonlarında artık Osmanlı topraklarındaki tüm devlet
- memurları;türlü pantolon ve ceketler giyiyorlardı. Giysilerdeki bu
- değişim,toplumsal yapının önemli bir değişim içinde olduğunun göstergesiydi.
- Yeni giyim tarzı memurlardan sonra şehirlerde yaşayan halk arasında da
- benimsenmeye başladı. İran’da bu boyuttaki bir değişimin gerçekleşmesi zaman
- almıştır- Osmanlı’da da, İran’da da işçi sınıfının ve kırsal kesimde yaşayanların
- Batılı giysileri benimsemeleri uzun sürmüştür ve henüz tamamen
- benimsenmemiştir. 1979 İslam Devrimi’nden sonra bile İran Cumhuriyeti devlet
- adamları Batılı tarzı ceket ve pantolon giymişlerdir. Kravat takmayı
- benimsemeyerek Batılı geleneklere ve kısıtlamalara karşı koyduklarını
- göstermeye çalışmışlardır.
- Kadınların giyiminde Batılılaşmaya ve modernleşmeye karşı direniş güçlü
- olmuştur. Değişim, çok sonraları yaşanmıştır, bugün de olduğu gibi, hiçbir
- zaman erkeklerdeki orana ulaşamamıştır. Müslümanların kadın ahlakı ile ilgili
- kuralları bu durumu oldukça kritik bir sorun ve sıkça gündeme gelen bir tartışma
- konusu haline getirmiştir. Atatürk bile erkekler için fesi ve geleneksel şapkaları
- yasakladığı halde, kesinlikle peçeyi yasaklamamıştır. Peçenin kaldırılmasını,
- erkeklerin başlıklarının kaldırılmasındaki gibi kanuni yaptırımlar değil,
- toplumsal baskı sağlamıştır. Kadın giyimindeki değişiklik süreci, başka
- konulardaki gibi farklı kadın gerçeklerini ortaya koymaktadır. Kahvehanede
- kadınlara nadiren rastlanır, onlar da çoğunlukla geleneksel giyim tarzına uygun
- olarak örtünmüşlerdir. Ama bazı ülkelerde, zengin olanların gittikleri pahalı otel
- ve kafelerde modern giyimli, başka bir deyişle Batılı tarzı giyinmiş kadınlara
- rastlanır.
- Batı karşıtı, radikal ülkelerde giyimde gerçekleşen değişim, başka bir ciddi
- değişimi göstermektedir. Bu ülkelerde yaşayanların tamamen olmasa bile bazı
- Batılı giysileri giymesi gibi, devletler de yazılı bir anayasa, bir yasama meclisi
- ve çeşitli seçim biçimleri kullanarak Batılı tarzı ceket ve şapka giymiş
- olmaktadır. Eski İran’da veya kutsal İslami tarihlerinde yer almamasına rağmen,
- İran İslami Cumhuriyeti’nde durum böyledir: ”
- Kahvehanedeki bir masa başında, bir sandalyede otururken bıraktığımız
- adama dönecek olursak, her iki eşya da Batı etkisinden gelen yeniliklerdir. Antik
- çağlarda ve Roma döneminde Ortadoğu’da masa ve sandalye kullanılırdı ama
- Arap fetihlerinden sonra yok oldular. Araplar ağacın az, tahtanın değerli olduğu
- bir ülkeden gelmişlerdi. Yün ve deri bol öldüğü için evleri ve tüm binaları
- döşemekte, giysileri yapmakta bunları kullanırlardı. Halılarla kaplanmış
- minderlerde ve divanlarda (divan sözcüğünün kökeni Ortadoğu'dur) oturur,
- süslemeler yapılmış tepsilerde yemek yerlerdi. XVIII.yy’ın başında yapılan
- Osmanlı minyatürlerinde Osmanlı saray kutlamalarında Avrupalıların figürleri
- yer alır. Avrupalılar ceketleri, pantolonları ve şapkalarıyla birlikte üzerine
- oturdukları sandalyeleri ile Osmanlılardan ayrılırlar. Osmanlılar
- konukseverlikleri ile tanınırdı ve Avrupalı konuklarını sandalye ile ağırlamışlardı
- ama kendileri kullanmazlardı.
- Kahvehanedeki adam şimdi kahvesini içerken sigarasını tüttürüyor. Sigara
- Batı, daha doğrusu Amerikan kökenlidir. Tütünün Ortadoğu’ya XVII. yy’ın
- başında İngiliz tüccarlar tarafından getirildiği ve çok kısa sürede popüler olduğu
- bilinmektedir. Kahve ise XVI.yy’da gelmiştir. Habeşistan’da çıkan kahve Güney
- Arabistan’a oradan da Mısır, Suriye ve Türkiye’ye gitmiştir. Türk tarihçileri
- kahvenin Kanuni Sultan Süleyman’ın zamanında (1520-1566) biri Halep’ten,
- diğeri Şam’dan gelen iki Suriyeli tarafından getirildiğini ve bunların İstanbul’un
- ilk kahvehanelerini açtıklarını söylemektedirler.-Kahve çok rağbet görmüştür,
- öyle ki Halepli kahvehane sahibinin üç yıl içinde beş bin altın kazandığı rivayet
- edilir. Kahvehane kültürünün oluşması, hem başkaldırıdan korkan devlet
- adamlarının, hem de bu tür keyif verici maddelerin İslam hukukuna aykırı
- olmasından kaygılanan din adamlarının telaşa kapılmasına yol açmıştı. l633’te
- Sultan IV. Murad kahveyi ve tütünü yasaklamış ve içenlerin öldürülmesini
- buyurmuştu. Tütünün destekçileri ve karşıtları arasındaki tartışmalar sürerken,
- 1634’te tütün tiryakisi olması nedeniyle görevinden alınarak sürgüne gönderilen
- baş müftü Mehmed Bahai Efendinin fetvasıyla tütün yasal ilan edildi. Aynı
- çağda yaşamış Osmanlı yazar Katip Çelebi tütünün yasallaştırılmasını kendi
- bağımlılığı yüzünden değil, yasak olanın daha çok istek doğuracağı ilkesinden
- ve halkın yararına yapıldığını söylemiştir.
- Kahvehanedeki adamı gazete okurken ya da birinin okuduğu gazeteyi
- dinlerken görebiliriz. Gazete, tek tek kişileri ve toplumun tamamım etkileyen en
- genel ve büyük değişikliklerden biridir. Gazete, bölgenin büyük bölümünde,
- Ortadoğu’da en yaygın kullanılan dil olan Arapça dilinde basılır. Verimli
- Hilal’de (Mezopotamya-Suriye ve Ürdün bölgesi), Kuzey Afrika’da ve Mısır’da
- eski çağlarda konuşulan diller yalnızca dini törenlerde ya da küçük azınlıklar
- arasında kalmak suretiyle yok olmuştur. Musevilerin dini ve edebi dil olarak
- korudukları, modern İsrail devletinde siyasi ve gündelik dil olarak yeniden
- kullanmaya başladıkları İbranice tek istisna olarak kalmıştır. İran’da konuşulan
- eski dilde değişiklikler olmuş ama yerini Arapça’ya bırakmamıştır. Ancak
- İslamiyet’in yayılmasıyla birlikte Arap harfleri kullanılmaya başlanmış, çok
- sayıda Arapça sözcük Farsça’ya geçmiştir. Farsça'nın başına gelenler, Türkçe'nin
- de başına gelmiştir. Ancak reformcu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk,
- Türkçenin yazımında kullanılan Arap alfabesinin yerine yeni Latin alfabesini
- getirmiş ve böylece önemli bir kültürel değişimi gerçekleştirmiştir. Türki dil
- ailesinden dillerin konuşulduğu Sovyetler Birliğinin bazı eski cumhuriyetlerinde
- de Türklerdeki durumun benzerine rastlanır.
- Antik çağlardan itibaren Ortadoğu’da yazıya rastlanır. Yazının
- bulunmasından önce kullanılan simge, işaret ve resim dizgelerinin geliştirilmesi
- ile bulunan ilk alfabenin ana vatanı Ortadoğu’dur. İbrani, Arap, Latin ve Yunan
- alfabeleri, Levant kıyısında (Doğu Akdeniz) yaşayan ve ticaretle uğraşan
- halkların ilk alfabelerinden kaynaklanmıştır. Alfabe ile metinlerin yazılması ve
- çözümlenmesi kolaylaşırken, VIII. yy’da Çin’den kağıdın gelmesi ile yazılı
- metinlerin üretimi ve yayılması çok daha hızlı olmuştur. Öte yandan,
- Uzakdoğu’da ortaya çıkan matbaa Batı’ya doğru ilerlerken Ortadoğu’ya
- uğramamıştır. Ancak matbaanın hiç bilinmiyor olmadığı, Ortaçağ’da kullanılmış
- bir tür tahta baskısı izlerinden anlaşılmaktadır. XIII.yy'ın sonlarında İran'ın
- Moğol hükümdarların kağıt para basma girişimleri, işçilere kağıt para ödeyip
- vergilerini altın olarak almak istedikleri için paraya karşı doğan güvensizlik
- nedeniyle başarılı olamamıştı. Matbaanın Ortadoğu’ya girişi Çin’den değil,
- Türkiye’den olmuştur. Kafir, ülkelerde olanlarla ilgilenmemeyi tercih
- eden Osmanlı tarihçileri, matbaanın icadı ile ilgilenmiş, Gutenberg;ve ilk matbaa
- makinesi ile ilgili birkaç satır bile yazmışlardı. Ortadoğu’ya matbaayı 1492'de
- İspanya’dan sürgün edilen İspanyol Musevileri’nin de getirdiğine ilişkin
- kaynaklar vardır. Matbaa ile birlikte, basılı kitaplarla Batı el sanatlarını,
- düşüncelerini, yeteneklerini ve bunları üretme bilgisini de
- getirmişlerdi.Museviler’den sonra Müslüman olmayan başka topluluklar da
- benzer etkilenmeye yol açmıştır. Bu etkinlikler, halkın tamamının kültürünü
- etkileyecek denli güçlü olamamış ama başlangıç noktası olmuştur. Osmanlı
- arşivlerindeki vasiyetname belgelerinden,Avrupa’daki Arapça harflerle basılmış
- kitapları Müslümanların satın aldığı anlaşılmaktadır. XVIII.yy’ın başında
- İstanbul’da kurulan ilk Müslüman matbaasında Hıristiyan ve Musevi ustalar
- çalışmışlar.
- Gazetelerin ortaya çıkışı çok sonra olduğu halde, Müslüman aydınlar basının
- olanaklarının ve elbette tehlikelerinin farkındaydılar. l690’da Fas’ın İspanya
- elçisi olan, Vezil-el Gassani lakaplı Muhammed ibn Abdül Vahab, gazetelerden
- “haberler yazdığı söylenen ama sansasyonel yalanlarla dolu yazılar basan yazı
- fabrikaları” olarak söz etmiştir.XVIII. yy’da Osmanlılar’ın;Avrupa matbaasını
- bildikleri ileri sürülmekteydi. Basın Ortadoğu’ya doğrudan Fransız Devrimi’nin
- bir sonucu olarak girmiştir. Ortadoğu’da basılan ilk gazete, 1795’te Fransız
- Elçiliği’nde basılmış olan Gazette Française de Constantinople’dir. Fransız
- vatandaşları için basılmış olmasına karşın, Fransız olmayanlarca da okunmuştur.
- General Botıaparte aracılığıyla Mısır’a ulaşmasından sonra Kahire’de Fransız
- gazeteleri ve resmi gazetelerin basımına başlanmıştır. Kahire’de Fransızlar
- tarafından Arapça bir gazete çıkarıldığı konusunda bilgiler olmasına karşın,
- bugüne kadar bu gazeteye rastlanmamış olması, gazetenin hayata geçirilmemiş
- olduğunu göstermektedir.
- Geleneksel Müslüman toplumlarında hükümdarlar, önemli değişiklikleri
- çeşidi yollarla halka bildirirlerdi. Sikkelerin üzerindeki yazılar ve camilerdeki
- cuma hutbesi bu amaç için kullanılırdı. Sikkelerde ve hutbelerde hükümdarın adı
- geçerdi. Duada hükümdarlardan birinin adının söylenmemesi ya da yeni bir ad
- eklenmesi değişiklik olduğuna işaretti. Cuma hutbesinin devamında alman
- önlemler ve yeni politikalar anlatılırdı ve vergilerin kaldırılması kamu yerlerinde
- yazılı şekilde bildirilirdi. Saray şairleri hükümdar için övgü şiirleri yazarlardı.
- Bu şiirler kolay ezberlenebildiği ve hızla yayıldığı için halkla ilişkiler amaçlı
- olurlardı. Resmi tarihçilerin yayınladığı yazılı belgeler önemli olayları haber
- vermek amaçlı kullanılırdı. Osmanlı sultanlarının askeri başarılarını bildiren
- zafer mektupları olan fetihnameler başka bir halkla ilişki kurma yoluydu. Yazılı
- ve sözlü iletişimi yönetime destek için kullanma deneyimi olan Müslüman
- hükümdarlar, ithal bir yenilik olan gazeteyi de nasıl kullanacaklarını biliyorlardı.
- Ortadoğu'da yerel bir matbaanın kurulması, çağdaş ve rakip olan iki önemli
- reformcu yönetici, Mısır’da Mehmed Ali Paşa ve Osmanlı Sultanı II. Mahmud
- tarafından gerçekleştirilmiştir. Başka konularda olduğu gibi bu konuda da
- Mehmed Ali Paşa öncü olmuş, Sultan Mahmud da bir paşanın yaptığını, bir
- padişahın daha iyi yapabileceği ilkesinden hareketle onu izlemiştir.Mehmed Ali
- Paşa önce Fransızca, sonra da Arapça resmi gazete ile Sultan II. Mahmud ise
- Fransızca ve Türkçe bir gazete ile işe başladı. Ortadoğu’da yayınlanan gazeteler,
- uzun bir zaman yalnızca resmi gazeteler oldu. O zamanın bir makalesinde,
- “Gazetenin amacı hükümetin karar ve emirlerini halka bildirmektir.” sözleriyle
- anlatılan basının bu durumu ve işlevi, bölgede bugün de sürmektedir.
- Gazete basımının Ortadoğu’daki tarihini yazmak oldukça zordur. Pek çok
- gazete birkaç sayı yayınlanıp kapanmış olduğundan tam bir arşiv
- bulunmamaktadır. Bilindiği kadarıyla, resmi olmayan ilk gazete 1840’ta
- İstanbul’da Türkçe basılan Ceride-i Havadis’tir. Gazetenin sahibi ve editörü, bir
- ferman elde eden ilk kişi olan William Churchill adında bir İngiliz’dir. Gazete
- belirli aralıklarla düzensiz olarak yayınlanmasına rağmen varlığını
- sürdürebilmiştir.
- Ortadoğu’ya Kırım Savaşı ile gelen ve o zamana kadar görülmeyen bir
- iletişim sağlayan telgraf, gazete basımının dönüm noktası olmuştur. Churchill,
- Kırım Savaşı için bölgeye gelen İngiliz ve Fransız savaş muhabirlerinden biriyle
- anlaşmış ve raporlarım Londra’daki gazetesine göndermesini
- sağlamıştı.Churchill’in gazetesi, Ceride-i Havadis haftada beş gün çıkmaya
- başlamıştı. Böylece önce Türkler, sonra da diğer Ortadoğulular tütünden de,
- kahveden de daha fazla bağımlılık yapacak bir alışkanlığa kapılmış oldular. Kısa
- süre sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda yaygın dili Türkçe yerine, Arapça olan
- bölgeler için Arapça bir gazete çıkarıldı. Savaştan sonra, Arapça gazetenin
- yayını sona ererken, Türkçe gazetenin yaymı sürdü ve onu başkaları izledi.
- 1860'ta İstanbul’da Osmanlı hükümeti tarafından, yalnızca resmi bildirim
- amaçlı olmayan, aynı zamanda imparatorluğun içinden ve dışından haberler ve
- makalelerin bulunduğu, gerçek bir Arapça günlük gazete çıkarıldı. Aynı
- zamanlarda, Beyrut’ta Cizvit papazları da Arap ülkelerinin ilk günlük
- gazetesini çıkarmışlardı, emperyalistler ve misyonerlerin oluşturduğu iki büyük
- tehlikeden şikayet eden Müslümanlar, bu açıdan haksız da sayılmazlar çünkü
- onlara günlük gazeteyi emperyalistler ve misyonerler vermiştir. Basının
- gelişmesi gazeteciler ve okurlar için beraberinde propaganda ve sansür olmak
- üzere iki önemli sorunu getirdi.
- IX.yy sonları ile XX.yy başlarında, özellikle İngiliz işgalinin uygun koşullar
- yarattığı Mısır başta olmak üzere, günlük, haftalık ve aylık basında çok hızlı ve
- yaygın bir gelişme oldu. Mısır’da çıkan yayınlar Arapça konuşulan diğer
- ülkelerde yaygınlaşınca, bu ülkeler de kendi gazete ve dergilerini
- hazırladılar. Basının gelişmesinin etkileri çok büyük oldu. Hem ülke içinden hem
- ülke dışından sürekli haber alınabilmesi sayesinde, gazete ve dergileri okuyan ya
- da okuyanları dinleyen sıradan insanlarda, yaşadıkları şehir, ülke, kıta ve dünya
- hakkında öncesiyle karşılaştırılamayacak ölçüde önemli bir bilinçlenme oldu.
- Basın yeni bir siyasileşme ve toplumsallaşma da içeriyordu. Kırım Savaşı ile
- gelen tek yenilik basın olmamış, Batılı örneklere uygun belediyelerin
- oluşturulması, Batı tarzında devlet finansmanının, özellikle de kamu
- borçlanmasının getirilmesi gibi başka yenilikler de olmuş ve bunlar gazetelerde
- yazılmıştı.
- Dilde de çok önemli değişiklikler olmuştu. Önce Türkçe ve Arapça’da, sonra
- Farsça’da, ilk gazetelerin resmi emirler gibi olan tarzından, sonraki yıllarda
- çıkan ve bugüne kadar gelen gazeteci tarzına doğru hızla bir ilerleme olmuştu.
- Modern dünyanın sorunlarını tartışmak için Ortadoğu gazetecilerinin artık yeni
- bir iletişim ortamı yaratmaları zorunlu olmuştu. IX.yy’daki gazeteler, Amerika İç
- Savaşı, Polonya'nın Rusya’ya direnmesi, Kraliçe Victoria'nın Parlamento’yu açış
- konuşması gibi haberleri veriyor ve bunları tartışıyorlardı. Bu tür haberleri
- verme ve tartışma gereği Ortadoğu’nun modem gazetecilik ve siyasi dilinin
- oluşmasında oldukça önemli bir etkendir. Daha da önemlisi, Ortadoğu’da daha
- önce hiç görülmemiş yeni ama çok önemli bir mesleğin, gazeteciliğin ortaya
- çıkmasıdır.
- Günümüzde kahvehanede bulunan tek kide iletişim aracı gazete değildir.
- Kahvehanelerde mutlaka bir radyo ve televizyon bulunur. Ortadoğu’daki ilk
- radyo yayıncılığı, Londra’dakinden üç yıl sonra,1925’te Türkiye’de başlamıştır.
- Ancak iletişimleri başka ülkelerin denetiminde olan pek çok ülkede radyo
- yayıncılığının başlaması gecikmiştir. Radyo yayıncılığı, Mısır’da 1934’te
- başlamış ve 1952 devrimine kadar önemli bir gelişme göstermemiştir. Türkiye
- 1964’te kurulan ve doğrudan devlet denetiminde olmayan bağımsız radyo yaym
- kurumu ile yine öncü olmuştur. Bir ülkede radyo yayıncılığının bağımsızlığı
- genellikle siyasi rejime koşuttur. İtalyan faşist hükümeti tarafından 1935’te
- Bari’den yapılan Arapça yayın ile dışarıdan doğrudan propaganda yayınları
- başlamıştır. Böylece, sırasıyla İngiltere, Almanya, Fransa, ABD ve SSCB’nin
- katıldıkları bir propaganda savaşı başlamıştı. Bu sırada, Ortadoğu ülkeleri de
- birbirlerine yönelik radyo yayınlan yapıyorlardı. Maliyeti televizyonun gelişini
- geciktirmiş olsa da, bugün televizyon Ortadoğu’nun her yerine girmiştir.
- Okuryazarlığın önemli bir sorun olduğu bölgede kitle iletişiminin doğrudan
- konuşma yoluyla başlamasının devrimci bir etkisi olmuştur. 1979 İran Devrimi,
- Ayetullah Humeyni’nin nutuklarının kasetlerle dağıtılması ve emirlerinin
- telefonla verilmesi özellikleriyle dünya tarihindeki ilk elektronik olarak
- yürütülen devrimdir. Hitabet yeni bir boyut kazanmış, öncesinde hayal bile
- edilemeyecek kadar çok kişiye nutuk verme olanağı yaratmıştır.
- Genellikle, radyo ve televizyon yayınlarını ülkenin hükümet biçimi ve
- hükümeti yöneten devlet ya da devlet başkanı yönlendirir. Büyük olasılıkla da
- kahvehane duvarında resmi bulunur. Batı tarzı demokrasiyi başarıyla alan ve
- uygulamakta olan az sayıda ülkede bu başkan demokratik yollarla seçilen bir
- liderdir. Bu ülkelerde medya devletin görüşleri kadar muhalefetin görüşlerini de
- aktarır. Ortadoğu’nun büyük bölümünde hükümdar genellikle otokratik bir
- hükümetin başkanıdır. Bazı ülkelerde otorite geleneksel ama ılımlıdır ve belli bir
- ölçüde görüş farklılıklarına izin verir. Bazı ülkelerde ise siyasi ya da askeri
- diktatörlerin totaliter düzenleri hüküm sürer ve medya totaliter bir fikir birliğini
- temsil eder.
- Kahvehanede asılan resim, hükümetin biçimi ya da devlet başkanının
- otoritesi her nasıl olursa olsun, geleneklerden köklü uzaklaşmayı ve bir
- yenileşmeyi simgeler. 1721’de Fransa’daki Osmanlı elçisi bir yazısında gelenek
- olarak kralın başka ülkelerin elçilerine portresini verdiğini belirtmiştir.
- Ancak ‘İslamiyet’te resmin günah olması nedeniyle” kendisi başka bir hediye
- istemiştir.
- 4 Öte yandan, portre bilinmiyor değildi. Fatih Sultan Mehmed İtalyan
- ressamı Bellini’ye portresini yaptırmış, aynca İtalyan ressamlarının tablolarından
- bir koleksiyon oluşturmuştur.-Fatih’ten sonra yerine geçen ve daha dindar olan
- oğlu bu koleksiyonu kaldırtmıştır. Ondan sonra gelen sultanlar bu kadar titiz
- olmadıklarından Topkapı Sarayı’nda sultanların ve diğerlerinin geniş bir portre
- koleksiyonu vardır. Modem çağlarda-Şii ülkelerin Hz. Ali ve Hüseyin
- portrelerinden ve çok olmasa da Sünni ülkelerin lider portrelerinden tür İslam
- ikonografisi oluşmuştur. Eski Yunan ve Roma’dan itibaren Avrupa’da
- gelenekselleşen portreli sikkelere Ortadoğu’da neredeyse hiç rastlanmaz.
- Anadolu’daki birkaç küçük Selçuklu beyliğinin sikkelerinde emirlerin portreleri
- görülür ama bunlar da Bizans geleneklerinin taklidinden başka bir şey değildir.
- Kahvehanede başka resimlere rastlanmaz ama çerçevelenip aşılmış bir Kuran
- ayeti ya da Hz. Muhammed’in bir hadisi kesinlikle bulunur. İslamiyet on dört
- yüzyıldır bölgeye hakim en büyük din olmuştur. Kuran’daki birkaç sure ile
- yapılan cami ibadeti kolay ve sadedir. Namaz, yaratıcıya, ilahi ve tek
- olan Allah’a bağlılıktır, bir dram ya da sır içermez. İslam geleneğinde şiir ve
- müziğe izin verilmez, heykel ve resim de puta tapma olarak kabul edildiği için
- yasaktır. Müslüman sanatında soyut ve geometrik şekiller tercih edilir,
- süslemelerde çoğunlukla sistematik yazılar kullanılır. Cami süslemelerinde
- yaygın olarak kullanılan Kuran ayetleri, evler ve kamu binalarının duvar
- ve tavan süslemelerinde de kullanılır. Batı kültürüne ait yöntemlerin ilk etkileri
- sanat alanında olmuştur. Batı’dan uzak ve Batı etkisine kapalı İran’da bile
- XVI.yy’dan sonra resimdeki gölge ve perspektif kullanımı, insan figürü çizimi
- Batı etkisinde kalmıştır. İslamiyet’in insan resmini yasaklamasına karşın, uzuca
- bir süredir Osmanlı ve İran sanatında var olan insan figürü özelleşip,
- kişiselleşmiş, klişe olmaktan çıkmıştı. Hükümdar portrelerinin para, pul ve
- duvarların üzerine konması hemen kabul görmez ve tutucu ülkelerde puta
- tapmaya girdiği düşünüldüğünden dine küfür sayılır.
- Sanat dallarından tiyatro Ortadoğu’da pek etkili olamadığı halde, sinema
- oldukça etkili olmuştur. 1897’de İtalya’dan Mısır’a sessiz film getirilmiştir.
- Ortadoğu, I. Dünya Savaşı sırasında Müttefik askerlerin izlediği filmler
- sayesinde yeni bir iletişim aracını tanımıştır. 1917’de Mısır’da yerel filmler
- çekilmeye başlamış, 1927’de de ilk uzun metrajlı film gösterilmiştir. Bu tarih
- Ortadoğu’da sinema sanayisinin başlangıcı olmuştur. Günümüzde sinema
- sanayisi sıralamasında ABD ve Hindistan’dan sonra üçüncü sırada Mısır yer alır.
- Batıdan gelen yenilikler öyle yerleşmiştir ki, bunların batıdan alındıkları
- neredeyse unutulmuştur. Kahvehanedeki adam eğitimli, çok okuyan biriyse ve
- gözleri rahatsızsa, Ortadoğu’ya XV. yy’da gelen Avrupa icadı bir gözlük
- takıyordur. Kahvehanedeki duvar saati ve adamın kol saati, Avrupa’dan
- gelmiştir ve hâlâ Uzakdoğu’dan ya da Avrupa’dan gelmektedir. Geçen zamanın
- an be an ölçülebilmesi, toplumsal alışkanlıklarda günümüzde de süregelen
- önemli değişikliklerin belirleyicisi olmuştur.
- Kahvehanedeki adam arkadaşları ile birlikte kahve içerken, ölçmesi
- gerekmeyen saatlerini bölgede çok eskilerden beri oynana gelen masa oyunlarına
- ayınr. Tavla en favori oyundur, eğitimli kişilerin tercihi satrançtır. Batı’ya
- Ortadoğu’dan giden bu oyunlardan satrancın Hindistan’da doğduğu
- bilinmektedir. İki oyun, İran’da İslamiyet’ten önce de oynanan oyunlardır. Her
- iki oyun, Ortaçağ’daki Müslüman din bilginlerinin irade ve kaderden hangisinin
- daha önemli olduğu konusundaki tartışmalarında prototip ve sembol idi. Hayat,
- her hamlesini oyuncunun seçtiği, öngörü ve ustalık sayesinde kazanacağı bir
- tür satranç mıdır? Hayat, sonucunu zarların saptadığı, kimilerinin şans,
- kimilerinin Allah’tan gelen önceden belli yazgı olarak kabul ettiği,’bir tür tavla
- mıdır?
- Kahvehanede haberler ve konuşmalar ile birlikte’ geleneksel ya da popüler
- Ortadoğu müziği dinlenir. Bir ölçüde Doğululaşmış Batı pop müziği de dinlenir
- ama Batı sanat müziğinin dinlenmesi pek olası değildir. Kültürel ve toplumsal
- açıdan en fazla Batılılaşmış öğeler arasında Batı sanat müziği pek
- benimsenmemiştir. Aralarında İsrail Musevileri
- 1 ve Lübnan Hıristiyanlarının
- olduğu Batılılaşmış toplumlarda Batı sanat müziği dinlenir. Türk operaları,
- bestecileri ve orkestralarının varlığı batılılaşmanın Türkiye’de müzik alanında da
- gerçekleştiğini göstermektedir. Sanat dallarından müziğin, özellikle de
- enstrümantal müziğin dile duyarlı olmaması farklı kültürlere kolayca
- girebileceğini düşündürse de Ortadoğu’da pek çok bölgede, Batı sanat müziği
- sınırlı bir dinleyici kitlesi bulabilmiştir. Bunun nedeni, Ortadoğu’nun şarkının
- çıkış yeri olması olabilir. Bu durum, değişimin Batı etkisinin daha önce başlayıp
- tamamlandığı mimari ve resimde, geleneksel biçimlerinin neredeyse
- tamamen yok olduğu edebiyatta; roman, tiyatro ve hatta şiir gibi
- modem dünyanın genel şablonlarına uyan yapılardaki diğer sanatlarda ilginç bir
- çelişki yaratmaktadır. Batılılaşmanın en yaygın olduğu alanlardan biri sanatken,
- müzik en sonuncu ve en kısıtlı olduğu alandır. Aslında bir toplumun unsurları
- içinde müzik dışarıdan gelen bir yabancının anlayabileceği, kabul edebileceği ve
- uygulayabileceği en sonuncu unsur olduğu için bu da belki bir anlam
- taşımaktadır.
- Ortadoğu’da bir kahvehaneye girildiğinde dikkati çekecek ilk şey hiç kadının
- olmamasıdır; eğer varsa onların yabancı olduğunu düşünmek yanlış
- olmayacaktır. Tüm masalar grup olarak ya da yalnız oturan erkeklerle doludur.
- Kadınların yaşamlarındaki değişiklikler erkeklerin yaşadıkları değişikliklere
- göre epeyce az olmuştur. Hatta bazı yerlerde geriye doğru değişiklikler de
- yaşanmıştır. Böylece ortaya eski ve köklü bir kültüre sahip bir bölge çıkmıştır.
- Bu bölge, fikirlerin, malların ve hatta orduların çıkış noktası durumundaki bir
- merkez olmuştur. Aynı zamanda da insanları kendine çeken bir mıknatıs
- olmuştur. Bu çekime kapılanlar hacılar, esirler, müritler, fatihler ve de
- hükümdarlar olmuştur. En önemlisi de bölge, uzak ülkelerin mallarının ve
- bilgilerin gelip Avrupa’ya gönderildiği bir pazaryeri ve bir köprübaşı durumuna
- gelmiştir.
- Önceleri Avrupa'nın, sonra genel anlamda Batı’nın etkisi ile gerçekleşen
- değişim, modem çağlarda Ortadoğu’daki bilinçlenmenin temel kaynağıdır.
- Bölgede modem tarih, yabancı dünyanın tehdidi, çeşitli durumların ve etkilerin
- baskısı, zorunlu ve hızlı değişim, karşı çıkışlar ve tepkilerin olduğu bir seyir
- izler. Pek çok açıdan değişim köklü ve geri dönülemez olmuş, daha ileri
- götürülmesinden yana kişilerce desteklenmiştir. Bazı açılardan da değişim
- yüzeysel ve kısıdı olmuştur. Bugün, bölgede bu değişimleri tersine çevirip geri
- dönüşü yaygınlaştırmak isteyen radikal ve tutucu kesimler vardır. Bu kişiler, Batı
- kültüründen kaynaklanan değişimi, bölgenin başına gelen XIII. yy’daki Moğol
- istilasından bile büyük bir felaket olarak görmektedirler. Humeyni’nin Amerika
- Birleşik Devletleri’ni “Büyük Şeytan” olarak adlandırması, Batının etkisine
- karşı olanların tavrını açıkça göstermektedir. Şeytan emperyalist değil,
- ayartıcıdır. O fethetmez, tecavüz eder. Batı kültürünü yıkıcı ve tecavüz edici bir
- güç olarak görüp ondan nefret eden ve korkanlar ile onu, kültürler ve uygarlıklar
- arasındaki sürekli ve verimli alışveriş için yeni bir olanak olarak görenler
- arasındaki savaş bugün de sürmektedir.Ortadoğu’daki bu durumun nasıl
- sonlanacağı belirsizliğini hâlâ korumaktadır.
- 2. KISIM
- Geçmiş
- 1. BÖLÜM
- HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ
- Bugün Ortadoğu adım verdiğimiz bölge, Hıristiyanlık çağının başlangıcında,
- iki büyük imparatorluk arasında, bölgenin yazılı tarihinin binlerce yılında, ne ilk
- ne de son olarak, paylaşılamayan bir yerdi. Bölgenin, Boğaziçi’nden Nil
- deltasına kadar uzanan Doğu Akdeniz kıyısındaki ülkeleri içine alan batı
- yarısının tamamı Roma İmparatorluğu’nun bir parçası durumuna gelmişti. Bu
- bölgenin eski uygarlıkları yıkılmış ve eski kentleri Roma valilerinin ya da yerli
- kukla prenslerin yöntemine girmişti. Bölgenin doğu yarısı, önce Yunanlılar’ın,
- sonra da Romalılar’ın “Pers İmparatorluğu”, orada yaşayan halkın ise “İran”
- olarak adlandırdığı başka bir büyük imparatorluğa aitti.
- Bölgenin siyasi haritası, hem dış görünüşü hem de temsil ettiği gerçeklik
- açısından, bugün olduğundan çok farklıydı. Ülkelerin adları gibi, üzerinde
- bulundukları topraklar da günümüzdekinden çok farklıydı. Bu ülkelerde yaşayan
- insanların çoğu, bugün oralarda yaşayanlardan farklı diller konuşmuş ve
- farklı dinleri benimsemişlerdi. Bugüne gelen bazı istisnalar ise, değişmeden
- korunan eski geleneklerden çok, yeniden farkına varılan eski uygarlıkları bilinçli
- anımsatma çabasıdır.
- Pers-Roma imparatorluklarının rekabet ve egemenliklerinin sürdüğü çağda,
- kuzeydoğu Afrika ve güneybatı Asya haritası da, Roma, Makedonya ve Pers
- imparatorluklarının egemenlikleri altına girmeden çok daha önce, güçlü
- komşuları tarafından asimile olan eski Ortadoğu imparatorlukları ve
- kültürleri zamanındakinden çok farklıydı. Hıristiyanlık çağının başlangıçına dek,
- varlığını sürdüren eski kültürlerden, kendi eski kimliğinin pek çok şeyini ve eski
- dilini koruyarak kalan en eski kültür, kuşkusuz Mısır idi.
- Tarih ve coğrafya açısından kesin sınırları çizilmiş olan Mısır, Nil nehrinin
- aşağı vadisi ile deltasını içine alır; doğu ve batı sınırlarında da deniz bulunurdu.
- Fethedilmeye başlandığında, Mısır uygarlığı binlerce yıllıktı ve birbiri ardına
- İranlılar, Yunanlılar, Romalılar tarafından istila edilmesine karşın, kendi özel
- niteliğini büyük ölçüde korumuştu.
- Eski Mısır dili ve yazısı bin yıllık süreçte pek çok değişikliğe uğradığı halde,
- dikkate değer bir süreklilik göstermiştir. Eski hiyeroglif yazısı ve onun halk
- arasında kullanılan el yazısı (demotic) Hıristiyanlık çağının başladığı yıllarda,
- yerlerini Kıpti yazısı alana dek kullanılmıştır. Kıpti yazısı,' eski Mısır dilinin
- Yunan alfabesine uyarlanarak çevrilen ve halk yazısından harfler eklenerek
- oluşturulan son biçimidir. Kıpti yazısına ilk olarak M.Ö.II.yy’da rastlanır ve
- M.S.I.yy’a kadar görülür. Mısırlıların Hıristiyanlığı benimsemeleriyle birlikte,
- önce Roma, sonra da Bizans egemenliğine giren Hıristiyan Mısır’ın milli kültür
- dili olur. Mısır’ın Müslüman Araplar tarafından fethi ve sonraki
- Müslümanlaştırma, Araplaştırma döneminde Hıristiyan kalan Mısırlılar bile
- Arapça’yı benimserler. Bunlara bugün de Kıpti denilmektedir ama Kıpti dili
- yavaş yavaş yok olmuştur ve günümüzde yalnızca Kıpti Kilisesi’nin ayinlerinde
- kullanılmaktadır. Tüm bu gelişmelerle Mısır yeni bir kimlik kazanmıştır.
- Günümüzde de kullanılan Arapça adı “Mısır”, Arap fetihleriyle birlikte
- gelmiştir. Bu ad, İbrani Tevratı ve diğer eski metinlerde geçen Mısır’ın Sami
- dillerindeki adlarıyla ilişki içindedir.Ortadoğu’nun Dicle ve Fırat uygarlığı
- olarak bilinen diğer bir nehir vadisi uygarlığı, Mısır’dan eski olsa bile, Mısır
- devletinin ve toplumunun birliğini de, sürekliliğini de gösterememektedir.
- Bölgenin güneyi, ortası ve kuzeyinde, Babiller; Asurlar, Akadlar, Sümerler
- olarak bilinen farklı dilleri konuşan, farklı halklar yaşıyordu. İbrani Tevrat’ında
- burası, Aram Naharayim, başka bir deyişle İki Nehrin Aramı olarak adlandırılır.
- Helen-Roma dünyasında ise aynı anlama geldiği söylenebilecek 'Mezopotamya'
- adı verilmiştir.
- Hıristiyanlık çağının ilk yıllarında, bölgenin güneyi ve ortası Persler’inin
- kesin egemenliğindeydi. Pers imparatorluğunun başkenti bugünkü Bağdat
- yakınlarındaki Ktesiphon kentiydi. Bağdat adı, “Tanrı verdi” anlamına gelen
- Farsça bir sözcüktür. Bağdat, yüzyıllar sonra Araplar’ın kuracağı yeni
- imparatorluk başkentinin olduğu yerdeki bir köyün adıdır. Irak, Ortaçağ
- Arapçası’nda, ülkenin bugünkü güney yarısının Takrit’in güneyinden denize
- kadar olan bölümünde bulunan bir eyaletin adı olarak kullanılıyordu. Kimi
- zaman bu eyalet, güneybatı İran’a sınırı olan Irak-ı Acemi bölgesi ile
- karıştırılmaması için Irak-ı Arabi olarak adlandırılmıştır.
- Zaman içinde, Kuzey Mezopotamya Pers, Roma ve bazen de yerel
- hanedanlar tarafından yönetilmiş olan paylaşılamayan bir bölge olmuştu. Bölge
- bazen de, sınırları güneyde Sina çölü, kuzeyde Toros dağlan, batıda Akdeniz,
- doğuda Arap çölü ile çizilen ve Suriye olarak adlandırılan bölgenin bir parçası
- olmuştu. Suriye sözcüğünün kökeni ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır.
- Herodot’a göre Suriye Asuriye’nin kısaltılmış biçimidir. Modem çağ bilim
- adamları bu sözcüğün kaynağı olabilecek bazı yerel yer adlar saptamışlardır.
- Suriye adı ilk kez Yunanca'da görülür ancak Helen öncesi metinlerde izine
- rastlanılmıştır.Bizans ve Roma resmi diline geçen bu Yunanca ad, VII.yy’da
- Arap istilasından sonra neredeyse tamamen kaybolmuştur. Avrupa’da, klasik
- bilgilere artan ilgi sonucu kullanılmaya başlanmıştır. Geçmişte Suriye adıyla
- bilinen bölge Arap, genel anlamda İslam dünyasında, Şam olarak adlandırılmıştı.
- Bölgenin en büyük şehrinin adı da Şam’dı. Suriye adı coğrafi yazılarda nadiren
- kullanılmıştır ve XX. yy’ın ikinci yarısında Avrupa'nın etkisiyle yeniden
- kullanılana kadar çok bilinmezdi.
- 1865'te Osmanlı yönetimi tarafından Şam vilayetinin adı olarak resmen
- benimsenen Suriye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız mandasının
- kurulmasıyla bu ülkenin adı olmuştur. Mezopotamya ve Suriye’ye yerleşen
- Aramlılar’m adından gelen Aram adı, bölgenin eski adlarından en çok
- kullanılanıdır. Mezopotamya “İki Nehrin Aramı” olarak anılır, kuzey ve
- güney Suriye ise “Şam Aramı” ve “Zoba (Halep) Aramı” olarak anılırdı. (bkz: 2
- Samuel 8:6 ve 10:8)
- Öte yandan Verimli Hilal’in batı kolundaki ülkelerin adları oralarda hüküm
- süren krallıkların ve yaşayan halkların adlandır. Bunlardan en çok tanınanı ve
- hakkında en çok belge bulunan Kenan, Tevrat’ta ve öteki eski meünlerde de
- anılan gü-, neyde yer alan topraklardır. İsraillilerim fethedip yerleştikleri
- topraklar “İsrailoğulları’nın toprakları” (Joshua 11:22) ya da “İsrail diyarı” (1
- Samuel 13:19) olarak adlandırılmıştır. M.Ö. X. yy’da Süleyman’ın ve Davud’un
- hükümdarlıklarının yıkılmasının ardından, başkenti Kudüs olan güney Yahudiye,
- kuzey İsrail ve sonrasında Samiriye olarak anılmıştır. Güney ve Kuzey kıyı
- bölgelere Fenike ve Filistiye olarak halklarının adları verilmiştir. Babilliler’in
- fetihleri sırasında kaybolan Filistinlilerin adları bir daha duyulmamıştır.
- Bugünkü güney Lübnan ve kuzey İsrail bölgesinde Fenikeliler, Roma ve
- erken Hıristiyan çağına dek kalmışlardır. M.Ö. VT. yy’daki Pers fethinin
- ardından sürgünden dönenler Yehud olarak tanınan bölgeye yerleşmişlerdir.
- Romalılar ülkenin kuzeyine, güneyine ve ortasına Yahudiye, Galile ve Samariye
- adlarını vermişlerdir. Romalılar, bugün Ürdün nehrinin doğusundaki Necef ve
- Peraea adlarıyla bilinen, Tevrat’ın Edom’una atfen güneydeki çöle İdumea adını
- vermişlerdir.
- Suriye ile Mezopotamya’da kullanılan Sami dilleri, kendi içerinde dil
- ailelerine ayrılmışlardır. Bunlardan en eski olan ve çoğunlukla Mezopotamya’da
- kullanılan Akadça dil ailesine bağlı diller arasında Babilce ve Asurca
- bulunmaktadır. Başka bir dil ailesi olan Kenan ailesi, Fenike dilini ve onun
- Kuzey Afrika kolu olan Kartaca dilini, Tevrat İbranicesi’ni içine almaktadır.
- Hıristiyanlığın başlangıç döneminde bu dillerden pek çoğu nereyse tümüyle
- kaybolmuş, onların yerine yine bir Sami dil ailesine bağlı ve birbirine çok
- benzeyen Arami dilleri geçmiştir. Fenike dili Kuzey Afrika kolonilerinde ve
- Levant limanlannda konuşulmaya devam ederken; artık Museviler’in ortak
- konuşma dili olmayan İbranice ise bir edebiyat, bilim ve din dili olarak
- yaşamaya devam ediyordu. Babilce ve Asurca tamamen kaybolmuştu. Arami dili
- uluslararası diplomasi ve ticaret dili olmuş, yalnızca Verimli Hilal ile sınırlı
- kalmayıp Mısır’da, İran’da ve bugünkü güney (doğu) Türkiye’de yaygın olarak
- konuşulmaktaydı.
- Hıristiyanlık döneminin başlangıcında bölgeye giren Sami dillerinden
- sonuncusu Arapça, Arap yarımadasının kuzey ve orta bölümünde kullanılıyordu.
- Şimdiki Yemen’de yer alan güneybatının gelişmiş şehir kültürlerinde, güneydeki
- Arap kolonicilerinin Afrika'ya taşıdığı ve Güney Arapçası olarak
- bilinen Habeşçe’ye yakın başka bir Sami dili kullanılıyordu. VII.
- yy’da Arapça’nın bölgenin tamamında hakimiyet kurmasını sağlayan büyük
- Arap fetihlerinin öncesinde bile, kuzeyde Irak ve Suriye’ye Arapça konuşanların
- gelip yerleştiklerine ilişkin bulgular vardır. Verimli Hilal’de Arapça yerini
- Arami’ye bırakmıştı. Bugün de hâlâ Doğudaki kilise ayinlerinde ve uzak küçük
- birkaç köyde yaşamaktadır.
- Günümüzde Türkiye olarak tanınan ülke, Ortaçağ’da doğudan Türklerin
- buraya gelişine kadar bu ad ile anılmıyordu, sonrasında bile sadece Avrupa’da
- bu adla biliniyordu. Hıristiyan çağının başlarında bölge için Anadolu, Asya ve
- Küçük Asya adlan en yaygın kullanılanlardı. Bunlar Ege Denizi’nin doğu
- kıyılarını anlatıyordu ve sonra da çeşitli yollarla doğuya yayılmıştı. Ülke
- genellikle bölündüğü krallık, şehir ve eyaletlerin adlarıyla anılırdı. Bölgede
- hakim dil olan Yunanca, başlıca iletişim aracıydı.
- “Anatolia” adı, İtalyanca “Levant”, Latince “Orient” sözcükleriyle aynı
- anlamdaki (güneşin doğması) Yunanca bir sözcükten gelmektedir. Bu adlar,
- tanıdıkları dünyanın sınırları doğu Akdeniz topraklan olan halkların görüşlerini
- taşımaktadır. Daha sonraları çok uzaklarda, çok daha büyük bir Asya
- olduğunu öğrenen Akdeniz halkları, kendi Asya’larına “Küçük Asya” adını
- vermişlerdir. Yüzlerce yıl sonra da “Doğu” ‘Takın” ve Batı ufuklanndan çok
- daha uzakta bir Doğu ile tanıtıldığında “Orta” Doğu doğmuştur. Yeni daha
- Uzakdoğu ülkelerinden en önemlisi Batı’nın Persia olarak adlandırdığı İran idi.
- Persis ya da Persia adı bir ülke ya da milletle değil, bir eyalete aittir. Pers ya
- da Fars, adı verilen körfezin doğusundaki eyaletin adıdır. Persler bu adı tüm
- ülkeye vermeseler de bölgenin dilini kullanmışlardır.Perslerin kullandığı ve
- 1935’te tüm dünyada kabul edilen “İran” adı, “Arilerin ülkesi” anlamına
- gelen ve Hint-Ari halkların ilk göç zamanlarından kalma eski Farsça’daki
- “Aryananı” sözcüğünden türemiştir.
- Ortadoğu’nun dini haritası, dil ve etnik haritasına göre daha kanşıktır. Eski
- tannlardan pek çoğunun ölmüş ve unutulmuş olmasına karşın ilginç ve farklı
- şekillerde yaşatılanlar da vardı. Ortadoğu halklarının yaşadıkları göçler ve
- fetihler sonucunda, önemli bir gücü olan Helen kültürü ve Roma yönetimi
- sayesinde ortaya yeni inanışlar çıkmıştır. Romalılar arasında, Roma’da bile bazı
- Doğu kültleri kabul görmüştü. Ortadoğu’nun yeni hakimleri Küçük Asya’dan
- Frigya’lı Kibele, Suriye’li Adonis ve Mısır’lı İsis destekçi kazandılar.
- Eski tanrıların ve kültlerin tümünden vazgeçilmesi ve yerlerini tektanrılı iki
- dünya dininin alması, binlerce yılı alan uzun bir sürede değil, yüzyıllara sığan
- kısa bir sürede gerçekleşmiştir. İslamiyet ve Hıristiyanlık, bölgede art arda çıkan
- ve birbirinin rakibi olan iki yeni dindi. VII. yy’da İslamiyet ortaya çıkışını ve
- başarısını, büyük ölçüde Hıristiyanlığın ortaya çıkmasına ve yayılmasına
- borçludur; tıpkı Hıristiyanlığın da kendinden önceki felsefi ve dini akımlara
- borçlu olduğu gibi. İslam ve Hıristiyan uygarlıkları Ortadoğu’nun eski
- geleneklerindeki ortak köklere dayanmaktadır.
- Tektanrıcılık tamamen yeni bir düşünce değildi. M.Ö. XIV. yy’da Mısır
- firavunu Akhenatonün ilahilerinde tektanrıcılık düşüncesine rastlanır ama bu tür
- düşüncelerle sık karşılaşılmadığından etkileri yerel ve geçicidir. Ahlaki tek
- tanrıcılık ilk kez Museviler tarafından dinin önemli bir parçası haline
- getirilmişti. Museviler’in ilkel aşiret dini inançlarından evrensel tektann-cılık
- inancına geçişleri İbrani Tevratı’nın kitaplarına yansımıştır. Aynı zamanda bu
- kitaplarda, puta tapan, çok tanrılı komşularının kendilerini bu inançları yüzünden
- nasıl dışladıkları da anlatılmaktadır.
- Modem çağlarda, gerçeği bulduklarına inananlar, ona kendi başarıları
- sayesinde ulaştıklarına kolayca inanırlar. Ne var ki eski çağlardaki dindarların
- böyle bir düşünceye inanmaları mümkün değildi. Tek tanrı gerçeğine yalnızca
- kendilerinin sahip olduğunu düşünen Museviler, Allah’ı seçmiş oldukları fikrini
- kesinlikle düşünmeyerek, mütevazı bir biçimde, Allah tarafından seçilmiş
- olduklarına inanmışlardır. Aslında bu seçimleri onlara bir ayrıcalık değil,
- sorumluluk yüklüyor; hatta bazen taşınması çok güç bir yük getiriyordu:
- “Dünyadaki tüm halklar arasında yalnızca sizi bildim. Bu nedenle tüm
- günahlarınız için sizi cezalandıracağım.” (Alnos 3:22)
- Tek bir evrensel tanrıya inanan ve tapan yalnızca Yahudiler değildi. Doğuda,
- İran yaylasında iki akraba halk, Persler ve Medler, eski paganizmlerini bırakmış,
- eninde sonunda iyiliğin kazanacağma ve tek bir tanrının kötülükle savaştığına
- inanmışlardı. Bu dini görüşün ortaya çıkışının peygamber Zerdüşt ile olduğu
- bilinmektedir. Pers dilinin en eski biçiminde yazılmış Zerdüşt kaynaklarında
- Zerdüşt’ün öğretilerine rastlanmıştır. Zerdüşt’ün ne zaman yaşadığına ilişki bir
- bilgi bulunmamasıyla birlikte bu konudaki tahminler yaklaşık bin yıllık
- farklarla yapılmaktadır. Zerdüşt dininin en çok yayıldığı dönem M.Ö. VI. ve V.
- yüzyıllarıdır. Birbirlerinden habersizce Allah’ı arayan bu iki halk, kendi
- yollarında gitmeyi sürdürmüşlerdir. Onları bir araya getiren M.Ö. VI. yy’daki
- önemli olaylar, yüzyıllarca dünyayı sarsacak sonuçlar doğurdu.
- Babil kralı Nabukadnezar, M.Ö. 586’daki fetih savaşlan ile Kudüs’ü ele
- geçirmeyi başardı. Musevi tapınağını ve Yahuda krallığım yıktıktan sonra o
- zamanki geleneklere göre, esir aldığı halkı Babil’e gönderdi. Bu yüzyılın sonraki
- yıllarında, o zamanki Suriye topraklarına ve çevresinde hüküm süren yeni Pers
- imparatorluğunun kurucusu Med’li Kiros, Babil krallığını fethetti. Bu
- topraklarda yaşayan fethedilmiş halklar arasından bir grupla fethedenlerin
- inançlarında bir benzerlik olduğu görüldü. Kiros, Museviler’in İsrail topraklarına
- geri dönmelerine müsade etti. Kudüs’teki Tapınağı devlet bütçesi ile yaptırttı.
- Tevrat’ta Kiros'a Musevi olmayan bir hükümdara, bundan da öte Musevi-ler’e
- gösterilebilecek en büyük saygı gösterilmiştir. Babil’deki tutsaklığın ardından
- yazılmış olan İsa'ya kitabının son bölümünde şunlar yazar: “Koreş çobanım ve
- tüm isteklerimi gerçekleştirecek: Yeruşalim ve tapınağın temelleri atılacak.”
- (İşaya 44:28)
- Babil'deki esaretin öncesinde ve sonrasında yazılan Tevrat kitaplarının
- inanışlarında ve düşüncelerinde, bir bölümü İran'ın dini düşünce yaşamının
- etkisinden kaynaklanan önemli farklar vardır. En önemlileri; öldükten sonra
- yargılanma, cennette ödüllendirilme, cehennemde cezalandırılma düşüncesi;
- insan-lann da rol aldığı iyilik ve kötülük güçleriyle Allah ve Şeytan arasındaki
- kozmik mücadele düşüncesi; kutsal tohumdan çıkıp zamanı geldiğinde iyilikle
- kötülük arasındaki savaşta iyiliğin zaferi kazanmasını sağlayacak bir kurtarıcının
- geleceği düşüncesidir. Tüm bu düşünceler, Museviliğin son döneminde
- ve Hıristiyanlığın ilk döneminde de çok önemiydi.
- Musevi-Pers ilişkisi siyasi sonuçlar da içermekteydi. Kiros, Museviler’e
- iyilik yapmış, onlar da Kiros’a bağlılıkla hizmet etmişlerdir. Sonraki yüzyıllar
- boyunca hem yurtlarındaki hem de Roma hakimiyetinde bulunan başka
- ülkelerdeki Museviler’in, Roma’nın Pers düşmanlarıyla yakınlık ve işbirliği
- içinde olduklarından şüphe duyulmuştur.
- Alman filozof ve tarihçi Kari Jaspers M.Ö. 600 ile 300 arasındaki yılları,
- birbirleriyle ilişkileri olmayan, birbirlerinden uzak ülkelerde yaşayan halkların
- entelektüel ve manevi gelişimleri açısından “mihver dönemi” olarak
- nitelendirmiştir. Bu dönem, İran’da Zerdüşt’ün ve önemli havarilerinin, İsrail’de
- peygamberlerin, eski Yunan’da filozofların, Hindistan'da Buda’nın, Çin’de
- Konfüçyüs’un ve Lao-Tse’in birbirlerini tanımadan yaşadıkları yıllardır.
- Hindistan’dan gelen Budist misyonerler, Ortadoğu’da birtakım etkinliklerde
- bulunmuşlar ancak tanınıp etkili olamamışlardır. Kiros ve ondan sonra gelenler
- döneminde Persler ile Museviler arasında karşılıklı iyi ilişkiler kurulmuştur. Bu
- halefler topraklarım Küçük Asya’nın Ege kıyılarına kadar genişletmişler,
- Yunanlılar ile olan ilişkileri ve çatışmaları sayesinde, Pers İmparatorluğu'nun
- çeşitli halklarıyla ortaya çıkmaya başlayan Yunan uygarlığı arasında köprü
- kurulmuştur. Yunan uygarlığının din yerine bilime ve felsefeye dayanmasına
- rağmen Yunan bilim adamlarının ve filozoflarının fikirlerinin, Ortadoğu’nun,
- dahası dünyanın sonraki dini uygarlıkları üzerinde çok önemli etkileri olmuştur.
- Eski çağlardan itibaren Yunan paralı askerleri ve tüccarları Ortadoğu’nun
- çeşitli yerlerini keşfederek, bu yabancı diyarlardan Yunan bilim adamlarının ve
- filozoflarının entelektüel ilgilerini çekecek bilgiler getirmişlerdi. Pers
- İmparatorluğu’nun genişlemesiyle Pers hükümetinde Yunan yeteneklerinden
- faydalanma olanağı doğmuştu. Makedonyalı Büyük İskender’in (M.Ö. 356-323)
- Makedon hakimiyetini ve Yunan kültürel etkinliğini Orta Asya’ya, İran’a,
- Hindistan sınırlarına ve güneyde Suriye üzerinden Mısır’a kadar yayan doğu
- fetihleri yeni bir çağın başlangıcı olmuştur. Büyük İskender öldükten sonra,
- Suriye, İran ve Mısır’da üç krallık kurulmuştur.
- İskender’in fetihlerinin öncesinde de İran ile ilgili bilgileri olan Yunanlılar’ın
- fetihlerin sonrasında Mezopotamya, Suriye ve Mısır’ı tanıma şansları olmuştur.
- Bu topraklarda, kurdukları siyasi üstünlük sonunda Romalılar tarafından
- yıkılmış olsa da, kültürel üstünlükleri Roma döneminde bile sürmüştür. M.Ö.
- 64 yılında Romalı general Pompey Suriye’yi ele geçirmiş, çok kısa bir süre
- sonra da Yahuda’yı fethetmiştir. Antonius ve Kleopat-ra’nın M.Ö. 31’de Aktium
- savaşındaki yenilgilerinin ardından Mısır’ın Greko-Makedon hükümdarları da
- Roma hakimiyetine girmişlerdir. Roma hakimiyetinin ve Helen kültürünün
- büyük zaferine karşı koyma cesaretini yalnızca Persler ve
- Museviler gösterebilmiş ve bu direnişin çok çeşitli sonuçları olmuştur.
- Arşak adlı biri, M.Ö. 247 yıllarında Yunan yönetimine karşı başarılı bir isyan
- başlatarak tarihte, geldikleri yerin ya da kabilelerinin adıyla Partlar olarak
- bilinen bağımsız bir Hanedanlık kurdu. Makedonya hakimiyetini tekrar kurma
- girişimlerinin ardından Partlar varlıklarını sürdürdüler. Siyasi bağımsızlıklarını
- genişleterek Roma’nın karşısında tehlikeli ve güçlü bir rakip olmaya başladılar
- ama Yunan kültürel etkisine açık kaldılar. Partlar, Zerdüşt inancını tekrar
- canlandıran Sasani hanedanlığının kurucusu Ardeşir (M.S. 226-240) tarafından
- yıkıldı. İran’da hakimiyetin, hükümetin, toplumun bir parçası ve devlet dini
- haline gelen Zerdüştlük, devlet baskısıyla dini sınıf ve hiyerarşik din adamlığı
- oluşturan; karşıt inançların belirlenmesi ve bastırılmasıyla uğraşan tarihteki ilk
- devlet dini sayılabilir. Bu açıdan Sasaniler’in uygulamaları gerek Partların
- gerekse imparatorluk Roma’sının büyük hoşgörüsüyle önemli bir çelişki
- yaratmaktadır.
- Zerdüşt dini ve rahipliği devletle olan sıkı bağı nedeniyle büyük bir güç
- kazanmış ancak devletin yıkılmasıyla birlikte de zarar görmüştür. Zerdüşt
- rahipliği kurumu Pers İmparatorluğu ile birlikte yok olmuş, Arap fetihleriyle
- imparatorluğun yıkılması Zerdüştlüğün uzun bir çöküş dönemine girmesine yol
- açmıştır. İslam döneminde İran'ın kültürel ve siyasi yaşamının yeniden dirilmesi
- sürecinde çöküşten kurtulamamıştır. İran’da İslamiyet’in yayılışına karşı direnişi
- Zerdüşt rahipliği değil, muhalefet ve baskıya alışkın olan Zerdüşt karşıtları
- göstermiştir.
- Zerdüşt karşıtı düşüncelerden bazılarının Ortadoğu’da ve genel anlamda
- tarihte çok önemli yerleri olmuştur. Bunlardan en iyi bilineni, Roma
- İmparatorluğu’nda, özellikle askerler arasında, çok benimsenmiş olan ve
- İngiltere’de bile kabul gören Mitraizm’dir. Ondan daha çok bilineni ise
- Maniheizm’dir. Mani, 216 ile 277 yılları arasında yaşamış, Zerdüşt ve
- Hıristiyan düşüncelerinin birleşiminden oluşan bir din kurmuştur. Mani 277’de
- şehit olmuş ama dini yaşamını sürdürmüş, hem Avrupa’da hem Ortadoğu’da
- Hıristiyan ve Müslüman baskılarına direnmiştir. Zerdüşt karşıtı düşüncelerden
- daha yerel nitelikli ama çok önemli olan bir başkası Mazdak’tır. VI. yy
- başlarında İran’da yaşamış ve bir tür dini komünizm kurmuş, İslamiyet'te daha
- sonraki muhalif Şii hareketlere esin kaynağı olmuştur.
- İran’ın dinlerinden biri olan Zerdüştlük, imparatorluğun kültürel dünyası
- dışında yaşayanlara ciddi olarak açılmamıştı. Başlangıçta etnik kökenli olan
- uygar eski dinlerin tümü gibi bu da olağan bir durumdu. Zamanla siyasi nitelik
- kazanan, sonra da kültlerini sürdüren siyaset ile birlikte çöken bu dinlerin tek
- bir istisnası vardır. Antik çağlarda tek bir din siyasi ve coğrafi üssü yok
- edildikten sonra ayakta kalabilmiş, ikisi de olmadan köklü bir kendini değiştirme
- süreciyle yaşamayı sürdürmüştür. Önce İsrailoğulları, ardından da Yahuda
- halkının Musevi oluşları bu şekilde olmuştur.
- Museviler, Röma’ya ve Yunan’a karşı olan siyasi direnişlerinde başarı
- gösterememişlerdir. Başlangıçta Makabiler altında Suriye'nin Makedonyalı
- hükümdarı karşısında başarılı olmuşlar ve bir süreliğine Yahuda’daki
- krallıklarının bağımsızlığını elde etmişlerdir. Ancak Roma’nın gücüne karşı
- koyamamışlar ve bazı Persler’in yardımıyla peş peşe gerçekleştirdikleri
- başkaldırışların tümü bastırılmış, sonunda sindirilip köle haline gelmişler,
- başrahipleri ve kralları Roma’nın kuklaları olmuştu. Yahuda, Romalı bir valinin
- hakimiyetindeydi. 66 yılında başlayan en önemli başkaldın zorlu bir
- mücadelenin sonunda, isyancıların yenilgisi ile sonuçlanmıştı. Romalıların 70
- yılında Kudüs’ü fethedip Babil esaretinden kurtulanların yaptığı ikinci tapınağı
- yıkmaları bile Musevi direnişini durdurmayı sağlayamamıştır. 135’teki BarKohba isyanının ardından Romalılar Musevilerden mutlaka kurtulmaya karar
- verdiler. Daha önce Babilliler’in yaptığını Çaparak Musevilerin büyük
- çoğunluğunu esir alıp sürgüne gönderdiler ama bu sefer onların imdadına
- yetişecek bir Kiros yoktu. Museviler’in tarihi adlan dahi silindi, Kudüs’e Aelia
- Capitolina adı verildi ve yıkılan Musevi Tapınağı’nın yerinde Jüpiter’e bir
- tapınak yapıldı, Samariya ve Yahuda adları kaldırıldı ve ülkeye çoktan
- unutulmuş olan Filistinliler’in adı verildi.
- Aşağıdaki eski bir Musevi metni Musevi ve başka Ortadoğu halklarının
- Roma imparatorluk yönetiminin faydalarını ve zararlarını nasıl gördüğünü açık
- bir biçimde anlatmaktadır. Bölüm ll. yy’da üç hahamın konuşmalarından
- alınmıştır:
- 1
- Haham Yahuda dedi ki: “Bu insanların (Romalılar) eserleri ne de güzel.
- Pazarlar, köprüler, hamamlar yapmışlar." Haham Yose sessiz kaldı. Haham
- Simeon Bar- Yohai yanıtladı: “Tüm yaptıklarını kendi gereksinmeleri için
- yaptılar. Fahişelerini yerleştirmek için pazar yerleri, kendilerini güzelleştirmek
- için hamamlar, vergi toplamak için köprüler yaptılar." Yahuda konuşmalarını
- yetkililere anlattı ve yetkililer şu kararı verdiler: “Bizi öven Yahuda övülsün.
- Sessiz kalan Yose, Seforis'e sürgün edilsin. Bizi suçlayan Simeon idam
- edilsin,"
- Romalılar, -Museviler ve Yunanlılar, birbirlerine benzeyen önemli bir
- yönleriyle antik çağlarda yaşayan diğer insanlardan farklıydılar- İşte bu
- benzerlik ve farklılıkların onların gelecekteki uygarlıktan biçimlendirmelerinde
- büyük etkisi olmuştur. Ortadoğulular dünyanın başka yerlerinde yaşayanların da
- yaptığı gibi kendi grupları ile başkalarınınkini kesin sınırlarla
- ayırırlardı.Böylelikle grup saptanırken yabancılar grup dışında bırakılırdı.
- Gruplaşma ve yabancıyı dışlama, insanoğlunun içgüdüsel davranışıdır; hatta
- çeşitli hayvan türlerinde de görülmektedir.
- Grubun içindekiler ile dışındakiler arasındaki değişmez ayrım ya akrabalık
- ya kan ya da günümüzdeki etnik kavramı ile * belirlenir. Eski çağlarda iki halk,
- Museviler ve Yunanlılar birbirlerini farklı şekillerde adlandırırlar: Yunanlılar
- onlardan olmayanları “barbar”, Museviler de kendilerinden olmayanları
- “gentile” olarak adlandırırlar. Aslında bu adlar büyük engelleri simgelerdi ama
- yine de bunlar aşılmaz değillerdi. Bu özellikleriyle akrabalığa ya da kana bağlı
- olan daha genel ve ilkel ayrımlardan farklıydılar. Tarafların karşılıklı olarak
- Musevi din ve. kanunlarını, Yunan dil ve kültürünü benimsemeleriyle engeller
- aşılabilir, hatta kaldırılabilirdi bile. İki grup da yeni üye aramazlardı ama kabul
- etmeye de hazırlardı. Hıristiyanlık çağının başlarında, Ortadoğu’da Yahudileşmiş
- gentile’lere ve Helenleşmiş barbarlara rastlanırdı.. Eski dünyada Museviler’in ve
- Yunanlıların diğer halklardan farklı bir yanları da düşmanlarına merhamet
- göstermeleriydi. Tevrat'ın Yunus kitabında Asur’un Ninova halkı için
- kaygılanılması ya da Pers savaşlarına katılmış olan Yunan tiyatro yazan
- Aeskilus’un yenilgiye uğrayan Persler’in acılarını paylaşarak betimlemesi
- çarpıcı örneklerdir.
- Romalılar kendilerine dahil olma fikrini öyle genişletmişlerdi ki bir ortak
- imparatorluk yurttaşlığı kavramına kadar ilerletmişlerdi. Yurttaşlık kavramını
- geliştiren Yunanlılar olmuştu. Yurttaş hükümetin kurulmasına ve yürütülmesine
- katılma hakkı olan kişiydi. Yunan şehrinin üyeliği, şehrin kendi üyeleri
- ve onların yerine gelecek olanlarla sınırlıydı. Yabancı bir kişi yalnızca o şehirde
- yaşayan yabancı konumuna erişebilirdi. Başlangıçta Roma yurttaşlığı da benzer
- biçimdeydi ancak belirli süreçler sonucunda Roma yurttaşlarının görevleri ve
- haklan tüm imparatorluk eyaletlerine genişletilmişti.
- Musevi dininin, Helenistik kültürün ve Roma devlet sisteminin erişilebilir
- olması birlikte Hıristiyanlığın doğmasını ve yayılmasını sağlamıştır. Birkaç
- yüzyıl sonra, farklı yöntem ve içeriği ile İslamiyet ikinci evrensel din olarak
- doğmuş ve aynı görevi üstlenmiştir. İnançları ve amaçları aynı olan, aynı
- bölgede yan yana yaşayan iki ayrı dünya dininin çatışması kaçınılmaz olmuştur.
- 2. BÖLÜM
- İSLAMİYET ÖNCESİ
- Hıristiyanlık çağının yaklaşık ilk altı yüzyılını, yani Hıristiyanlığın
- doğuşundan İslamiyet’in doğuşuna kadar geçen süreyi, hem uygarlıkların
- hareketlerindeki hem de yaşanan olaylar zincirindeki önemli gelişmeler
- şekillendirmiştir.
- İlk gelişme ve birçok açıdan en önemli olam, Hıristiyanlığın yükselmesi,
- benimsenmesi ve yaygınlaşması, Persler ve Museviler dışında Hıristiyanlıktan
- önceki tüm dinlerin yok olması kaybolması, en azandan batmasıdır. Klasik
- Helen-Roma paganizmi bir süre yaşamış, hatta imparator Julian’ın
- hükümdarlığı süresince (361-363) son kez alevlenmiştir. Bu dönemin IV.
- yy başlarına kadar olan ilk yarısında Hıristiyanlık, Roma sistemine protesto
- olarak büyümüş ve yaygınlaşmıştır. Hıristiyanlık zaman zaman hoşgörü ile
- karşılansa da çoğunlukla yargılanması nedeniyle devletten ayrılması ve kendi
- kurumunu, Kilise’yi kurması zorunlu olmuştur. Kilise kendine özgü yapısı,
- sistemi, hiyerarşisi, liderliği, yönetimi, yasaları ve mahkemeleri ile zamanla
- Roma dünyasının tamamına hakim olmuştur.
- Hıristiyanlık,imparator Konstantin’in(311-337)Hıristiyan olmasıyla Roma
- İmparatorluğu’nu ele geçirmiş, bir bakıma da Hıristiyanlık imparatorluğun eline
- geçmiştir. Sonrasında Roma devleti Hıristiyan olmuştur. Yeni dinin yayılması
- otorite ve ikna ile sağlanmıştır. Roma’nın büyük gücü, Justinien döneminde
- (527-569) yalnızca Hıristiyanlığın diğer dinlere üstünlüğünü sağlamak için değil,
- Hıristiyanların ayrıldıkları çeşitli düşünce akımlarının devlet onaylı öğretiyi
- benimsemesini sağlamak için de kullanılmıştır. O günlerde artık birden çok
- Kilise vardı. Bu kiliseler teolojik öğretilerde anlaşamadıktan gibi, kişisel,
- bölgesel ve de milliyetçi bağlarla bağlıydılar.
- İkinci önemli gelişme, Roma İmparatorluğu’nun güç merkezinin batıdan
- doğuya, Roma’dan Konstantin’in doğu başkenti yaptığı Konstantinopolis şehrine
- taşınmasıdır. 395’te İmparator Teodosius’un ölmesinin ardından, İmparatorluk
- Konstantinopolis’ten yönetilen doğu ve Roma’dan yönetilen batı olarak ikiye
- ayrıldı. Çok geçmeden Batı imparatorluğu art arda gelen barbar istilaları
- sonucunda yıkıldı. Doğu imparatorluğu zorlukların üstesinden gelerek bin yıl
- daha varlığım sürdürdü.
- Bugün çoğunlukla Doğu imparatorluğu için kullanılan Bizans adı, eskiden
- Konstantinopolis şehrinin olduğu yerde bulunan bir yerleşimin adından gelen ve
- modem bilim adamları tarafından bulunan bir addır. Asla Bizanslılar kendilerine
- Bizanslı demezler, Romalı derlerdi. Roma hukukunun uygulandığı, bir Roma
- imparatorunun hükümdarlığında yaşarlardı, tabii küçük farklarla... İmparator ve
- tebaası dinsiz değil Hıristiyandı ve Bizanslıların kendileri için kullandıkları
- Romalı adı, Latince’deki "romanı”’ sözcüğünden değil, Yunanca’daki
- “rhomaioi” sözcüğünden geliyordu.
- Bazı Yunan yazıtlarında “hegemonia ton Rhomaion” (Romalılar’ın
- egemenliği) için dua ediliyordu. Persler’in yıktığı ve Romalılar’ın tekrar
- kurduğu Edessa prensliğinin prensi Yunanca “Philoromaios” (Romalılar’ın
- dostu) unvanını almıştı. Yunanca, gücünün en parlak olduğu zaman bile Roma
- İmparatorluğu’nda ikinci dil olarak kalmışken, Doğu Roma İmparatorluğu’nda
- birinci dil olmuştu. Latince varlığını sürdürmeyi başarmıştı. Bizanslı
- Yunanlılar’ın ve yüzyıllar sonra halifelik Arapça’sında Latin terimlerinin izleri
- görülmüştür. Yunanca, uzunca bir zarpan kültürün yanı sıra devletin de dili
- olarak kullanılmıştır. Doğu eyaletlerinde varlığım sürdüren Yunanca- dışındaki
- diller ve edebiyatlar, Kıpti, Arami dilleri, Arapça, Helenistik bilim ve felsefeden
- önemli ölçüde etkilenmiştir.
- Üçüncü önemli gelişme, yüzyıllar önce, Büyük İskender ile Mısır ve Suriye
- imparatorluklarında başlamış olan Ortadoğu’nun Helenleşmesidir. Yunan
- kültürü, Roma devletini de Hıristiyan Kiliselerini de etkileyerek daha çok
- yayılmıştır. İskender ve haleflerinin Roma Sezarlarınınkinden çok farklı olan
- Yunan monarşileri Doğu Roma devletinin hükümet kurumlarını etkilenmiştir. İlk
- Hıristiyanlar, Yunanlıların eskiden beri ilgilendikleri, Museviler’i ve Romalılar’ı
- pek rahatsız etmeyen felsefe konularına ilgi göstermişlerdir. Hıristiyanların
- kutsal kitabı Yeni Ahit, Yunanca yazılmıştı. Eski Ahit’in de yüzyıllar
- önce İskenderiye’de yaşayan ve dilleri Yunanca olan Museviler için yazılmış
- Yunanca çevirisi vardı.
- Geçmişteki değişikliklerin etkisiyle gerçekleşen önemli bir başka gelişme'de,
- bugün güdümlü ekonomi olarak adlandırılabilecek ekonominin, devlet
- otoritesiyle planlanma ve yönetilme düzeninin süregelen gelişmesidir. Nehir
- vadisi toplumlarında, özellikle de Mısır’da böylesi bir siyasi gelişme
- olağandı. Mısır’da, İskender’in generallerinden birinin kurduğu Ptolemeus
- hanedanında ileri düzeye ulaşmış bir güdümlü ekonomi vardı. Hıristiyanlığın ilk
- yüzyıllarında, özellikle de III.yy’dan itibaren devlet ticaret, sanayi, üretim ve
- hatta tarım alanlarında etkinlik göstermeye başlamıştı. Devlet dışındaki özel
- girişimcilerin ekonomik etkinlikleri, devlet tarafından denetlenmiş, bir devlet
- ekonomi politikası oluşturulup uygulanmaya çalışılmıştır. Devlet pek çok alanda
- özel girişimcilerle ticareti tercih etmeyip kendi olanaklarını kullanmıştır.
- Örneğin ordu, silah, donatım ve kimi zaman da üniforma gereksinimlerini devlet
- girişimlerinden sağlamıştır. Genellikle ordunun erzağı vergi olarak toplanıp
- askerlere tayın olarak verilirdi. Devletin ekonomik etkinliklerinin giderek
- artması özel girişimcilerin çalışma alanlarını büyük ölçüde kısıtlamıştı.
- Devletin artan müdahalesi tarım alanında da olmuş, yavaş yavaş tarım
- alanları azalmıştır. Devletin, topraklarını terk eden, toprak sahiplerini ve
- köylüleri maddi olarak ve başka bazı özendirmelerle topraklarında kalmaya ikna
- etme çabaları ve bu konudaki kaygısı, imparatorluğun çoğu bugüne kadar gelen
- kanunlarına da yansımıştır. Bu durum, ekonomik müdahaleciliğin önemli
- savunucularından Diocletian (284-305) döneminden, İslami fetihlere, yani
- ekonomik güç ve işlevin tekrar sağlanmasına kadar, III.ile VI.yy’lar arasında,
- büyük bir sorun olmuştur.
- Bizans ve Pers imparatorlukları,VII.yy’ın ilk birkaç on yılında yaklaşan
- İslamiyet dalgasına kapılmış olsalar da, kaderleri çok farklı olmuştur. Araplar
- Bizans ordularını ağır yenilgilere uğratarak pek çok eyaletlerini ele geçirdikleri
- halde, Küçük Asya'nın merkez eyaleti Yunan ve Hıristiyan kalmıştı. Öte
- yandan imparatorluğun başkenti Konstantinopolis aldığı saldırılara rağmen, onu
- denizden ve karadan koruyan surlarıyla ayakta kalmayı başarmıştı. Bizans
- imparatorluğu gücünü kaybederek küçülmeye başlamasından sonra bile yedi
- yüzyıl dilini,' kültürünü ve kurumlarını özgün biçimleriyle sürdürerek yaşamıştır.
- İran’ın kaderi çok daha farklıydı. Fethedilen yalnızca dış eyaletleri olmamış,
- başkenti ve topraklarının tamamı da fethedilerek yeni Arap-İslam
- imparatorluğuna dahil olmuştu. Mısır ve Suriye’deki Bizanslı iş adamlarının
- Bizans’a kaçma şansları vardı ama İran'ın Zerdüşt destekçilerinin Müslüman
- yönetimine girmekten ya da gidebilecekleri tek yere, Hindistan’a göçmekten
- başka seçenekleri yoktu. İran’daki Müslüman hakimiyetinin ilk yüzyıllarında
- eski dil ve eski yazı, küçük bir azınlık dışında, kullanılmayarak unutuldu. AngloSaxon dilinin İngilizce’ye dönüşmesi sürecinde yaşandığı gibi fetih dili bile
- değiştirdi. İran'ın İslamiyet’ten önceki tarihi, modern çağlarda eski Pers
- yazılarının çözümlenmesi çalışmalarıyla araştırılmaya başlanmıştır.
- İran İmparatorluğu tarihinde Hıristiyanlık çağının ilk altı yüzyıllık
- bölümünde, Sasani ve Part dönemleri olmak üzere iki büyük dönem vardır. İlk
- Sasani hükümdan Ardaşir (226-240) Roma’ya yeni bir dizi savaş açmıştır.
- Ondan sonra gelen I. Şahpur (240-271) savaşta Roma İmparatoru Vaieriani esir
- almış ve Valerian esarette ölmüştür. 1. Şahpur övündüğü bu
- başarısının resimlerini İran’daki çeşitli dağların kayalanna yonttuımuştur. At
- üstündeki Pers şahının, yerdeki Roma imparatorunun boynuna ayağını koymuş
- olduğu bu resimler hâlâ durmaktadır.
- İslam halifeliği ortaya çıkana kadar bölge tarihine egemen olan siyasi durum,
- Pers-Roma, sonrasında da Pers-Bizans rekabetiydi. İslamiyet ise bir rakibini
- ortadan kaldırmış, diğerine de önemli ölçüde gücünü kaybettirmişti. Bu sonuca
- büyük etkisi olan sonu gelmek bilmeyen savaşlar bir istisnayla
- kesintiye uğramıştır. Bu istisna, yüz yıldan fazla süren Uzun Barış’tır.Şahpur
- (383-388) 384’te Roma ile barış yapmıştır. 421-22 yıllarındaki ufak bir sınır
- çatışması hariç, VI.yy’ın ilk yıllarına kadar bir daha savaş olmamış, bu tarihlerde
- başlayan ilk savaş kısa aralıklarla 628’e kadar devam etmiştir. Bu sıralarda da
- çok yakında bu iki düşmanı gölgede bırakacak yeni bir güç doğmaya başlamıştır.
- Modem ve Ortaçağ tarihçilerine göre bu savaşların temel gerekçesi toprak
- olmuştur. Romalılar bu dönemde Persler’in egemenliğindeki Ermenistan ve
- Mezopotamya üzerinde hak iddia ediyorlardı. Romalılar imparatorları Trajan’ın
- fethettiğini söyledikleri bu topraklan istiyorlardı, bu da Romalılar’ın, Persler’in,
- sonra da Müslümanların ortak öğretilerine göre buralar üzerinde kendilerine
- sürekli hak tanıyordu. Ayrıca Bizanslılar, Mezopotamya ve Ermenistan
- halklarının büyük çoğunluğu Hıristiyan olduğundan Hıristiyan imparatoruna
- bağlı olmaları gerektiğini öne sürüyorlardı. Persler de M.Ö. 525'te Kiros’un oğlu
- Kambiz’in fethettiği Filistin, Suriye ve Mısır’da bile hak iddia ediyorlardı. Bu
- topraklan savaşlar sırasında zaman zaman ele geçirdiler. Buralarda Persler ya da
- Zerdüştler yoktu ama onlara sempati duyan Hıristiyan olmayan gruplar vardı.
- Modem tarihçiler toprak dışındaki başka nedenleri de bulup belgelemişlerdir.
- Bunların en önemlilerinden biri Doğu ile Batı arasındaki ticaret yollarını ele
- geçirme arzusudur. Akdeniz dünyası için Çin’den ipek, Hindistan ve Güneydoğu
- Asya’dan baharat olmak üzere Doğu’dan yapılan iki ithalat büyük
- önem taşımaktaydı ve bu malların ticareti çok yaygınlaşmıştı. Roma yasalarında
- ticareti müdahaleden koruyacak önlemlere yer veriliyordu. Bu ticaret Roma ve
- Bizans’ın, Çin ve Hindistan uygarlıklarıyla ilişkide olmasını sağlıyordu.
- Ülkeler arasında ne düzenli bir ilişki ne de ziyaret bulunuyordu ama her
- ikisinden de ithalat yapılıyordu. Romalılar ve sonra da Bizanslılar bu ithalat için
- altın ödüyorlardı. Hint baharattan ve Çin ipeğine karşılık Akdeniz dünyasının
- verilebilecek bir şeyi yoktu. Altın her zaman geçerliydi ve çok miktarda Roma
- altını Akdeniz havzasına yapılan ithalatın karşılığı olarak Doğu Asya’ya
- gönderiliyordu. Bu arada, belirli dönemlerde hükümranlıklarını Orta Asya’ya
- yayan Persler, ipek ticaretinin çıkış noktasındaki hakim güç olarak aracılık
- yapıyorlar ve bu sayede büyük kâr elde ediyorlardı. Roma dünyası Doğu’ya
- altın akışından şikayetçi oluyordu ama yine de bu ölçüde bir kayba
- dayanabilmişti.
- Akdeniz’den doğuya giden en kısa yolun Persler hakimiyetindeki
- topraklardan geçmesi nedeniyle, Pers silahlarının olmayacağı başka yollar
- bulamak hem ekonomik hem de stratejik açıdan yararlı olacaktı. Çin’den sonra
- Avrasya bozkırlarındaki Türk topraklarından Karadeniz ve Bizans topraklarına
- veya Hint Okyanusu’ndan geçerek güney denizlerine giden yollar var olan
- alternatiflerdi. Bu yollar, Basra Körfezi ve Arabistan’a veya Kızıldeniz’den
- sonra Mısır ve Süveyş kıstağından geçerek Akdeniz’e ya da Yemen’den Batı
- Arabistan kervan yollarıyla Suriye sınırlarına uzanıyordu.
- Başta Roma’nın ve daha sonra Bizans’ın çıkan, Hindistan ve Çin ile dış
- ticaret bağları yaratmak ve korumak, bu sayede Persler hakimiyetindeki orta
- bölgelerden uzak durmaktı. Öte yandan Pers İmparatorluğu transit yollardaki
- durumundan faydalanarak Bizans ticaretini denetim altında tutup barış
- zamanında kâr sağlamak, savaş sırasında da yolu kapatmak istiyordu. Bu da her
- iki imparatorluğun, kendi sınırlan dışındaki topraklarda etkin olabilmek için
- sürekli mücadele halinde olmaları anlamına geliyordu.
- İki bölgede, tüm bu diplomatik, ticari ve nadiren de askeri müdahalelerin
- etkisi de küçümsenemeyecek derecedeydi. Bu durumdan ilk önce kuzeyde Türk
- beylikleri ve aşiretleri ile güneyde Arap beylikleri ve aşiretleri etkilenmişti. Ne
- Araplar’ın ne de Türkler’in bölgenin eski uygarlıkları üzerinde önemli bir
- etkileri olduğuna dair kanıt bulunmamaktadır. Ancak daha sonradan gelen istila
- dalgalarında ortaçağlarda İslamiyet’in merkezi olan topraklardaki etkileri önemli
- olmuştur.
- Hıristiyanlık çağının ilk altı yüzyıllık döneminde Araplar ve Türkler henüz
- imparatorluk sınırlarının dışında, barbar ya da yan barbar olarak çöllerde ve
- bozkırlarda yaşıyorlardı. Romalılar ve Persler, imparatorluklarını genişletirken
- bile çöl ya da bozkır topraklarını ele geçirmekle ilgilenmemişler, hatta onlarla
- yakınlık kurmamaya özen göstermişlerdi. IV. yy Romalı tarihçisi Suriyeli olan
- Ammianus Marceilinus bozkır halkları için şunları söylemiştir:
- 1
- "Tüm bu bölgelerin halkları vahşi ve savaşçıdır. Çatışma ve savaş onlara
- keyif verir Onlar için savaşta ölenler en mutlu kişilerdir. Dünyadan doğal ölümle
- ayrılanları korkaklıkla suçlayıp hakaret ederler. (XXI)
- Ammianus Marceilinus, güneydeki çöl halklarını “dost da, düşman da
- olamayacak Araplar” sözleriyle anlatmıştır (XIV, 4.1). Bu komşuların silah
- gücüyle fethedilmesi tehlikeli, maliyetli ve zordu. Bu yüzden, iki imparatorluk
- da yaptıkları maddi, askeri ve teknik yardımlar, verdikleri unvanlar ile bu
- halkları kendi yanlarına çekmeye çalıştıkları, genel imparatorluk politikası
- şekline getirilecek bir yol izlediler. Kuzeyin ve güneyin aşiret reisleri bu durumu
- kendi çıkarlarına kullanarak, bir birinin bir ötekinin, bazen ikisinin birden
- yanında oldular. Kimileri kervan ticaretinden elde ettiği servet ile kendi
- şehirlerini ya da krallıklarını kurdular, imparatorlukların uydularıymış gibi,
- bazen de müttefikleri olarak siyasi rol üstlendiler. Bu imparatorluklar çıkarları
- doğrultusunda sınır beyliklerini ele geçirip doğrudan hakimiyet altına almışlarsa
- da, genellikle dolaylı hakimiyeti ya da müşteri devlet konumunu tercih
- etmişlerdir.
- Bu çok eskiden kalan ilişki türünün kökeni şüphesiz antik çağa
- uzanmaktadır. Romalılar M.Ö. 65’te Romalı Pompey’in bugün Ürdün Haşimi
- krallığında bulunan Petra’daki Nabat başkentine yaptığı ziyaretle çöl
- politikalarının başlangıcını yaptılar. Nabatiler’in yazılı dilleri ve kültürleri Arami
- olduğu halde kendilerinin Arap olduktan bilinmektedir. Petra vahasında
- bir kervan şehri kurdular, Romalılar da onlarla kuracakları ilişkinin dostça
- olmasını doğru buldular. Petra, Roma eyaletleri ile çöl arasındaki tampon ülke,
- Güney Arabistan,ve Hindistan ile ticaret yollarına ulaşmak için çok önemli bir
- komşuydu. M.Ö. 25’te İmparator Augustus Yemen’i fethetmek için bir ordu
- göndererek başka bir politika denedi. Romalılar’a Kızıl deniz'in güney ucunda
- bir köprübaşı yaratarak Hindistan yolunu Roma’nın doğrudan hakimiyetine
- almayı amaçlıyordu. Fetih başarılı olamadı ve Romalılar oraya bir daha sefer
- düzenlemediler. Yeniden Arabistan içlerine ordularını göndermeyi denemediler,
- hatta barış sırasındaki ticari, savaş sırasındaki askeri gereksinimleri nedeniyle
- çöldeki sınır devletleriyle ve kervan şehirleriyle iyi ilişkiler kurmaya başladılar.
- Romalıların bu politikası Arap sınır beyliklerinin sayısında büyük bir artışa
- yol açtı. Bunların birincisi Petra idi, en önemlilerinden biri de şimdi güneydoğu
- Suriye’deki Tadmur olan Palmira idi. Palmira Suriye çölündeki bir kaynağın
- etrafında bulunuyordu. Çok eski çağlarda orası bir ticaret ve yerleşim şehriydi,
- Palmiralılar’ın. Fırat üzerinde Dura’da bir merkezleri bulunduğu için Akdeniz
- ile Mezopotamya ve Körfez çöl ticaret yolu üzerinde söz sahibi olmaları, onlara
- bir ölçüde stratejik ve ticari önem sağlıyordu.
- Benzer durum, iki imparatorluğun ve Karadeniz’le Hazar Denizi’nin
- kuzeyinde, Çin’e uzanan Orta Asya yolu üzerinde de geçerliydi. Bu bölgedeki
- Orta Asya aşiretleri arasında I.yy'ın son çeyreğinde Çin’in otoritesine karşı
- başkaldırılar olmaya başladı. Bu başkaldıranların liderleri arasında olan ve Çin
- tarihçileri tarafından “Hiung Nu” olarak adlandırılan halkın, Avrupa tarihindeki
- Hunlar oldukları bilinmektedir. Pan Chao adlı Çinli general Çin’den Orta
- Asya’ya gerçekleştirdiği seferle başkaldırıyı durdurarak Hiung Nu’ları ipek yolu
- üzerinden atmıştır. Bu kez Çinliler daha da ileri giderek, sonraları adı Türkistan
- olan, bugünkü Özbekistan ile batı komşularını içine alan bölgeyi fethettiler. Pan
- Chao buradan iç Asya ipek yolunu Çin’in denetimi altına aldı ve Kan Ying adlı
- elçisi önderliğinde bir heyeti Romalılarla görüşmeleri için batıya yolladı.
- Heyetin 97’de Basra Körfezi’ne ulaştığı bilinmektedir.
- Roma İmparatoru Trajan'ın Ortadoğu’da yayılma politikasını açıklamada,
- Doğu’nun bu ve diğer diplomatik ve askeri etkinlikleri yardımcı olmaktadır.
- 106’da Trajan, Roma ile Petra eski ilişkisine son vererek şehri fethetti. Artık
- Nabatiler’in ülkesi Provincia Arabia adlı bir Roma eyaleti oldu ve Basra’da
- bulunan bir Roma Lejyonu tarafından yönetilmeye başladı. Trajan, Roma
- gemilerinin Akdeniz’den Kızıldeniz’e geçebilmelerini sağlamak için Nil
- Nehri’nin kanallarını ve kollarını birleştirip İskenderiye’den Clysma’ya dek
- uzanan bir suyolu yaptırdı. 107’de Hindistan’a bir Roma elçisi gönderildi, kısa
- bir süre sonra da Doğu Suriye sınırından Kızıldeniz’e bir yol açıldı.
- Tüm bu olayların iki imparatorluk arasındaki savaşı başlatan Partlar’ı haklı
- olarak endişelendirdiği görülmektedir. Trajan 114’te başlattığı bir seferde iki
- imparatorluğun paylaşamadığı en önemli bölgelerden Ermenistan’ı işgal etti.
- Bağımsız Hıristiyan bir hükümdar olan Edessa prensi ile anlaştıktan sonra
- doğuya doğru Dicle’den geçerek llö’da şimdiki Bağdat yakınındaki büyük Pers
- şehri Ktesiphon’u fethetti. Bu sırada Yahudiye’de büyük bir isyan çıkması bir
- tesadüf gibi görünmüyor. 117’de Trajan’ın ölümü üzerine yerine geçen Hadrian,
- Provincia Arabia dışında doğuda işgal edilen eyaletlerden çekildi.
- Trajan’ın bölgede yayıldığı 100 yıllarında, Arap yarımadası yaklaşık olarak
- şu durumdaydı: İç bölgelerde dışarıdan ve içeriden hiçbir otorite yoktu, öte
- yandan batıda Roma ve doğuda Part imparatorluklarıyla çeşitli ilişkileri olan
- küçük beyliklerle çevrilmişti. Beylikler Arabistan’dan Yemen’e, oradan da deniz
- yoluyla Doğu Afrika ve Hindistan’a uzanan ticaret yollarıyla geçiniyorlardı.
- Roma’nın Petra’yı hakimiyetine alması önemli bir politika değişikliği olmuş
- ve o dönemin güçler dengesini bozmuştu. Romalılar bundan sonra da Palmira’da
- benzer bir politika uyguladılar ama en sonunda bundan vazgeçerek bilinmeyen
- bir tarihte Palmira’yı imparatorluklarına dahil ettiler.
- İran'da Sasaniler'in ortaya çıkması ve bölgede daha militan ve merkezi bir
- düzenin kurulması ile durum tekrar değişti. Persler de Arabia’nın kuzeydoğu
- sınırlarında birkaç beyliği aldılar. Persler, III. yy ortalarında eski bir Arap
- merkezini,Hatra'yı ortadan kaldırdıktan sonra, doğu Arabistan'ın Körfez kıyısı
- boyundaki bölgelerini işgal ettiler.
- Roma tarihçilerine göre III.yy’ın üçüncü çeyreğinde Zenobia adındaki
- (büyük olasılıkla Arapça Zeyneb) kadın hükümdar, Palmira’nın bağımsızlığını
- tekrar kazanması için son çabayı harcamıştır. İmparator Aurelian’ın gönderdiği
- Roma ordusu Zenobia’yı yenmiş ve Palmira bir kez daha imparatorluğa
- katılmıştır.
- Bu sırada Arap yarımadasının uzak güneyinde önemli değişiklikler
- yaşanmaktaydı. Tarım alanları olan ve hanedan monarşileriyle yönetilen şehirleri
- olan Güney Arabistan, yan çöl olan kuzeyden oldukça farklıydı. Ancak
- monarşiler yıkılmış, yerini Himyaritik monarşi adı verilen yeni bir düzene
- bırakmıştı. Batıdan Habeşler ve doğudan Persler olmak üzere bölge dış etkilerin
- çarpışma noktası olmuştu. Habeşistan’da başlayan militan Hıristiyan monarşisi,
- Kızıldeniz’in diğer tarafındaki gelişmelere doğal olarak ilgi gösteriyordu. Persler
- de onlar için birbirinden farklı olmayan Hıristiyan ya da Roma etkisine
- direnmeye her zaman hazır durumdaydılar.
- - Bu süreçte, eski dünyanın büyük ekonomik çöküşünden, özellikle III.
- yy’dan sonra ticaretin sonlanmasından Akdeniz uygarlığının bu uzak ileri
- karakolları bile etkilenmişlerdi. Bulunan Roma sikkelerinin azalmış olması
- bunun bir göstergesidir. 217’de Hindistan’da ölen Caracalla’dan sonraki
- sikkelerden neredeyse hiç bulunamamıştır. Bu da IV. ile VI. yüzyıllar
- arasında Arabistan’ın karanlık bir dönem yaşadığını göstermektedir. Bu dönem,
- bedevileşme ve yoksullaşma çağı olmuştur. Bu döneme değin var olan tarım
- gerilemiş, kurulan merkezler azalmış ve deve göçerliği yaygınlaşmıştır.
- İslamiyet'in ortaya çıkmadan hemen önceki zamana ilişkin ilk Müslüman
- öyküleri bu dönemi çok net olarak anlatmaktadır.
- Arabistan’ın gerileyişinin nedenleri arasında her iki imparatorluğun
- ilgilerinin yok olması da göz önüne alınmalıdır. İran ve Roma barışının sürdüğü
- 384 yılından 502 yılına kadarki uzun sürede her iki imparatorluk da Arabistan’a,
- vahalarından ve çöllerinden geçen pahalı, uzun ve tehlikeli ticaret yollarına ilgi
- göstermemişti. Ticaret yollannın yönü değişmiş, teşvik yardımları sona ermiş,
- kervan trafiği durmuş ve şehirler terk edilmişti. Ticaretin son bulmasıyla
- göçebeliğin başlaması, kültür ve yaşam standardım düşürmüş ve çok uzun
- süreden soma ilk kez Arabistan’ı uygar dünyadan soyutlamıştı. Bu durumdan,
- Arabistan'ın daha gelişmiş olan güneyi de etkilenmiş, buradaki göçebe aşiretler
- daha iyi otlaklar aramak için kuzeye göç etmişlerdi. Arap toplumunda göçebelik
- daima önemli olmuştur ama artık daha da öne çıkmıştır. Müslümanlar bu dönemi
- “Cahiliye” olarak adlandırırlar ve bu dönem ile Aydınlık Çağ yani İslamiyet ile
- aralarındaki çelişkiye dikkat çekerler. Bu dönem, yalnızca sonradan gelecek
- olanlara göre değil, daha öncekilere göre de çok karanlıktı. İslamiyet’in ortaya
- çıkması bu açıdan bir restorasyon olarak düşünülebilir ve gerçekten de Kuran’da
- Hz. İbrahim’in dininin restorasyonu olduğu belirtilmektedir.
- Hz.Muhammed’in doğduğu VI.yy’da her şey yeniden değişti.En önemlisi
- Persler ve Bizanslılar’ın yüz yıllık barış sürecinden sonra yeniden çatışmaya
- başlamaları ve bugün neredeyse sonsuz bir savaşa dönüşmesidir. İki
- imparatorluk savaş ve rekabet halindeyken bu mücadelenin bir nedeni olarak
- Arabistan bir kez daha ortaya çıktı ve Arap halkları yeniden her iki tarafın da
- saygı ve ilgilerini kazandılar. Nehir vadilerinden Basra Körfezi’ne inen yol, barış
- döneminde, Akdeniz dünyasından Doğu’ya giden en elverişli yoldu. Uzun bir
- kısmı su üzerinde geçen bu yol ötekilerle karşılaştırıldığında hem daha ucuz,
- hem de daha güvenliydi ama Bizanslılar ile Persler yeniden savaşmaya
- başladığında durumu değişti. Mezopotamya ve Körfez yolu Bizanslılar açısından
- çok sakıncalıydı. Bu yol, Persler tarafından savaş sırasında askeri hareketle, iki
- imparatorluk arasındaki barış sayılabilecek zamanlarda ise ekonomik baskılarla
- her an kapatılabilirdi. Bunun için Bizanslılar,Persler’in ulaşamayacakları
- uzaklıkta başka yollar bulma politikasını benimsediler.
- Önceden de olduğu gibi güney çöl ve denizleri ile kuzey bozkırları olmak
- üzere iki önemli seçenek vardı. Karadan Asya yolunun tercih edilmesi, Orta
- Asya bozkırlarının hanları ile Bizans imparatorlan arasında ilginç pazarlıklara
- yol açtı.Türk hanları Konstantinopolis’e elçilerini göndermeye başladılar. Bizans
- tarihçilerine göre, daha kurnaz olan bazı hanlar hem Bizans’a hem de Perslef’e
- elçi göndermişlerdir. Ancak hanlar genellikle Bizanslılar’ı ihanetle
- suçlamışlardır. Bizans tarihçisi Menander, 576’da geçen bir olayı şöyle
- anlatmıştır:
- 2
- Bir Bizans elçisi bana güven mektubu verirken, han tarafından kendisiyle
- iş yaparken düşmanlarıyla da yapmakla suçlanmıştı. Han, parmaklarını
- ağzına alıp şunları söylemişti: "Sen bir aldatması ve on tane dili olan o
- Romalılar'dan değil misin? Şimdi ağzımda olan on parmağım kadar dilin var
- senin ve birini beni, ötekini Avarlar'ı kandırmak için kullanıyorsun... Kurnaz
- sözlerle ve hile yaparak herkesi aldatıyorsun... Ama bir Türk ’ün yalan
- söylemesi tuhaf olur ve görülmemiştir de...”
- Kuzeydeki ve güneydeki patronlar ile müşteriler birbirlerini oldukça iyi
- anlarlardı. VI.yy başladığında, güney yolu hem Persler’in ulaşamayacağı
- uzaklıkta olduğu, hem de çeşitli seçenekler sunduğu için kuzey yolundan daha
- önemli olmuştu. Eski kaynaklara göre, ilgili tarafların politikalarını ve
- uygulamalarını ortaya koyan şöyle bir tablo çıkmaktadır: Bizans, Pers
- denetiminden uzak bir Hindistan yolu açmış ve yolu açık tutmuştur. Persler de
- bu iletişim hattını önlemek ve kesmek için uğraşmışlardır. Bu arada yol
- üzerindeki çeşitli halklar bu durumdan kâr sağlamaya çalışmışlar, kendi çıkarları
- için yolu açık tutmak ama Bizanslılar’ın da yolun denetimini ve tekelini ele
- geçirmesini engellemek istemişlerdir.
- O dönemdeki pek çok olay bu örneğe uygun gelişmiştir. Hem Bizans hem de
- Pers tarafında uç beyliklerinin yeniden ortaya çıkmaları bunlardan biridir.
- Bizans'ın çöl sınırında bugünkü Ürdün’ün olduğu yerde Arap Gassani beyliği,
- İran tarafında da Hira beyliği bulunuyordu. İkisi de Arap’tı, ikisi de Ara-mi
- kültürüne sahipti, ikisi de Hıristiyan’dı ama siyasi olarak biri İran’a, diğeri
- Bizans’a bağlıydı.
- Yaklaşık 527’de Bizans İmparatoru Jüstinyen, Hira’ya savaş açmaları için
- Gassaniler’i ikna etti. Böylece Bizans ile İran’ın;başrollerde olduklan bir savaş
- başlamış oldu. Gassani beyine unvanlar verildi ve Roma İmparatorluğu’nun
- “partici”si ilan edilerek Konstantinopolis’e davet edildi. Roma silah ve
- eğitmenleri ile birlikte yeterli miktarda da Roma altını verildi. Pers tarafında
- olanlarla ilgili çok fazla bir bilgi bulunmamasına karşın, orada da aynı şeylerin
- olduğu anlaşılmaktadır.
- Sina Yarımadası’nın güney köşesinin açıklarındaki Yotabe olarak
- adlandırılan küçük Tiran adasının tarih sahnesine çıkması, bu dönemin ikinci
- önemli gelişmesidir. Eski çağlardan bu yana adada transit ticaretle uğraşan
- insanlar tarafından' kurulan küçük bir yerleşim merkezinin olduğu
- anlaşılmaktadır. 473’te adadaki bir aşiret reisinin Konstantinopolis’i ziyaret ettiği
- ve onun ardından, bazen imparatorluğun dostu bazen de düşmanı olarak görülen
- diğerlerinin olduğuna ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Adada yaşayanlar hakkında
- Musevi olduklarına ilişkin bilgiler vardır ama eski Museviler’den mi, sonradan
- Museviliği seçenlerden mi ya da Yahudi ülkesinden yeni gelenlerden mi
- oldukları açık değildir. Kızıldeniz’de ticaret yapan ada halkı başlangıçta
- bağımsızdı ve Bizans’a düşmanlardı. VI. yy’da Kızıldeniz ticaretinin
- ilerlemesiyle birlikte, ada Bizans denetimine girdi ve kolaylık olması için bir
- Gassani beyine bağlandı.525’te birtakım ilginç gelişmeler oldu. Tiran-Yotabe
- Musevileri denetim altına alındılar ama Kızıldeniz’in güney ucunda Himyarites
- kralının Museviliği seçmesiyle yeni Museviler ortaya çıktı. Böyle.ce
- Arabistan’ın kuzeybatı köşesinde yüzyıllardır ilk defa bir Yahudi krallığı
- kurulmuş oldu. Kızıldeniz’in iki köşesinde, her ikisi de Kızıldeniz ticareti yapan,
- her ikisi de Pers destekçisi politika benimseyen bir Yahudi varlığının aynı
- anda ortaya çıkmasının birbiriyle ilişkili olması gerekir. Bizans öncelikle İran’a
- yönelik bir politika izliyordu. Bizans eylemleri yalnız İran’ı hedef almıyordu,
- Kızıldeniz’in bir ucundan diğer ucuna değin Bizans üstünlüğünü ve ticaret
- tekelini elde etmek, yerel güçleri boyunduruk altına almak ya da yok etmek
- amacına hizmet ediyordu. Kuzeyde Arap dostlanndan aldıkları yardımlarla bu işi
- kendileri yapıyorlardı ama güneyde böyle bir olanak bulamadıkları için
- Yemen’deki Museviler’e ve onların doğusundaki Persler’e karşı Bizans ile
- ittifakta olan Hıristiyan devleti Habeşistan’ı kullanmak istediler. O dönemde
- Habeşistan, Hindistan’a kadar giden gemileri ve Arabistan yarımadasında
- bulunan askerleriyle uluslararası ticari güç durumundaydı. Ha-beşler yeni
- Hıristiyanlıklarının heyecanı içinde Bizanslı elçileri hevesle karşıladılar.Ne yazık
- ki Habeşler kendilerine verilen görevde başarılı olamadılar. Başlarda Güney
- Arabistan’daki son bağımsız devleti yıkıp yok ederek ülkeyi Hıristiyanlar’a ve
- başka dış etkilere açık hale getirmeyi başarmalarına karşın, bu zaferlerini devam
- ettirecek güçleri yoktu. Yemen’den öteye gitmek isteyerek 507’de kuzeye giden
- kervan yolu üzerindeki Yemen ticaret merkezi Mekke’ye saldırı düzenlediler.
- Ancak yenilgiye uğrayarak Yemen’deki yerlerini Persler'e bıraktılar.
- Hz.Muhammed’in doğduğu yıllarda Yemen’in başında bir Pers satrapı
- bulunuyordu ve ülke tamamen Persler’in denetimi altındaydı. Kızıldeniz’in
- güney köşesine yerleşen Pers gücü, Bizans’ın Doğu’ya ayrı ve açık bir ticaret
- yolu açma politikasını başarısızlığa uğratıyordu. Bununla birlikte
- konunun önemini tümüyle azaltan başka bir gelişme olmuştu. Yüzyıllardır ipek
- üretimi Çin’de özenle bir sır olarak saklı tutulmaktaydı ve ipekböceğinin ihraç
- edilmesi ölümle cezalandırılıyordu. Ancak iki Nesturi keşişinin 552’de Çin'den
- Bizans’a ipekböceğinin tohumunu kaçırmayı başarmalarından sonra Küçük
- Asya’da VII .yy’ın ilk yıllannda ipekböceği yetiştirme işi gelişmişti. Çin'de
- üretilen ipekliler daha kaliteli ve güzel olduğu için daha çok tercih ediliyordu
- ama artık Çin’in bu konudaki dünya tekeli sona ermişti.
- VI.yy iki rakip imparatorluğun zayıflaması ve geri çekilmeleri ile
- tamamlandı. Arabistan’dan atılan Habeşlerin, Habeşistan’daki rejimleri de
- sarsıldı. Bir süre daha direnen Persler, ülkelerindeki taht kavgaları ve Zerdüşt
- dini içindeki tartışmalar nedeniyle başlayan büyük dini sorunlar yüzünden
- önemli ölçüde güç-kaybetmişlerdi. Öte yandan, Bizans Jüstinyen’in
- hükümdarlığının ardından sorunlar yaşamaya başlamıştı ve Bizans Hıristiyanlığı
- büyük kilise tartışmaları ile sarsılıyordu. Arabistan yarımadasının son bağımsız
- güç merkezleri durumundaki güney beylikleri, yerlerini yabancıların işgallerine
- bırakarak ortadan kalkmışlardı.
- Bu olayların tümü Arap yarımadasını önemli derecede etkilemişti. Bu
- gelişmelerin ardından Arabistan’a yanlarında yeni yöntemler, düşünceler ve
- ürünler getiren çok sayıda yabancı yerleşmişti. Arabistan’dan geçen ticaret
- yollan, tüccarlar ve ürünler, devam eden Pers-Bizans mücadelesinin sonucu
- olarak çoğalmıştı. Yine kuzeyde sınır devletleri ortaya çıkmış, imparatorluk
- efendilerine bağlı olmuşlar ancak Arap ailesi içinde kalmaya devam etmişlerdi.
- Dışarıdan gelen bu etkiler Araplar içinde çeşitli tepkilere yol açmıştı.
- Bunlardan bir bölümü maddi kaynaklıydı. Daha sonra karşılaşacakları olaylar
- açısından çok değerli bir ders olan silah, zırh kullanmayı ve dönemin askeri
- yöntemlerini öğrenmişlerdi. Önceden hiç bilmedikleri şeyleri getirmeye başlayan
- tüccarlar ilerlemiş toplumların zevkleri ile tanışmışlardı. Kendilerinden ilerideki
- komşularının din ve kültürleriyle ilgili bilgi sahibi olan Araplar, bir ölçüde
- entelektüel, hatta manevi bir etkilenme de yaşamışlardı. Yazıyı öğrenerek yeni
- bir alfabe oluşturmuşlar ve dillerini yazmaya başlamışlardı. Dışarıdaki yeni
- düşünceleri almışlar, en önemlisi, ilkel paganizme sahip olan ve yetersiz
- buldukları dinlerinin yerine başka bir din arayışına girmişlerdi.
- Ulaşabilecekleri uzaklıkta birkaç din bulunuyordu. Hıristiyanlıkta büyük bir
- ilerleme olmuştu. Hem Bizans, hem de İran sınırlarındaki Arapların çoğunluğu
- Hıristiyan olmuştu ve güneydeki Yemen ve Najran’da da Hıristiyanlar vardı.
- Museviler özellikle Yemen'de, ama Hicaz’ın başka yerlerinde bulunuyorlardı.
- Bunların bazıları Yahudiye’den gelmiş olan göçmenlerin torunlarıydı, bazıları
- ise yeni Musevi olanlardı. VII.yy'da Arabistan’daki Museviler ve Hıristiyanlar
- tamamen Araplaşmışlar ve Arap toplumunun bir parçası olmuşlardı. Pers
- dinlerini benimseyen pek olmamıştı. Dinin fazlaca milli olması nedeniyle Persler
- dışındakilere çok çekici gelmemesini ilginç bulmamak gerekir.
- İlk İslam tarihçilerine göre, Arapça’da Hanifi denilen bir grup puta
- tapınmayı bırakmışlardı ama o dönemin rakip dini öğretilerinden hiçbirini
- benimsemeye de hazır değillerdi. Hanifiler yeni İslam dinini ilk kabul
- edenlerdendir.
- 3. KISIM
- İslamiyet'in Doğuşu ve Yükselişi
- 3. BÖLÜM
- KÖKENLER
- İslamiyet’in doğuşu, kurucusu, ilk kabul edenleri ve inananları ile ilgili
- bilgiler yalnızca İslam hadisleri, metinleri ve tarihi anılardan edinilebilmektedir.
- İslamiyet’in dış dünya tarafından fark edilmesi ve dışarıdan bakanlarca ele
- alınması uzun zaman sonra olmuştur. Bu açıdan İslam tarihi de, Hıristiyanlık,
- Musevilik ve insanlığın diğer büyük dinlerinin tarihleri gibi tarihçiler için sorun
- olmuştur. Ortaçağ’daki en titiz dindar Müslüman ilahiyatçılar bile dini öğretinin
- doğruluğunu ve mükemmelliğini tartışmasız kabul ettikleri halde, kişisel
- biyografik ve tarihi hadislerin doğru olup olmadığını sorgulamışlardır. Bu tür
- kısıtlamaları olmayan çağdaş eleştirici ilahiyatçılar da daha başka sorunları
- gündeme getirmişlerdir. İslam tarihinin başlangıç dönemine ait başka belge,
- metin ve yazıt gibi bağımsız kanıtların bulunamamış olması nedeniyle bu dönem
- geleneksel görüşler çerçevesindeki sorunlarıyla bilinecektir.
- Müslümanlar açısından her şey kesin ve açıktır. Müslümanların tarihsel
- bilincinin 'merkezinde,Hz.Muhammed’in görevi, savaşımı ve sonundaki zaferi,
- Müslüman dünyasının oluşması, inananlann ve Hz. Muhammed’den sonrakilerin
- yaşadıkları, Kutsal Kitapta geçenler ve insanların sonrakilere aktarılan anılan yer
- almaktadır. Müslüman inanışına göre Abdullah’ın oğlu Muhammed kırk yaşma
- doğru Peygamber olmuştur. Bir Ramazan ayı gecesi Hira dağında uyumakta olan
- Hz. Muhammed’e Cebrail görünerek “Oku!” demiştir. Hz. Muhammed önce
- duraklamış, sonra Cebrail üç kez daha aym şeyi söyleyince, “Neyi okuyacağım?"
- diye sormuştur. Cebrail, “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir kan
- pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir. O’dur kalemle
- yazmayı öğreten. O, insana bilmediğini öğretti.” Bu cümleler Kuran’ın doksan
- altıncı suresinin ilk beş ayetidir. Kuran, Arapça bir sözcüktür, “okuma,
- ezberleme” anlamlarına gelir ve İslam inancına göre Allah'ın Hz. Muhammed’e
- indirdiği vahiyleri içerir. Bu ilk ayetlerden sonra Hz. Muhammed’e pek çok
- vahiy inmiştir, Hz. Muhammed aldığı vahiyleri doğduğu yere, kendi halkına
- götürmüş ve artık puta tapmamalarını evrensel bir tek tanrıya tapmalarını
- söylemiştir.
- Hz.Muhammed, 571 yılında Batı Arabistan’daki Hicaz bölgesinin küçük
- vaha şehri Mekke’de Kureyş Arap aşiretinde dünyaya gelmiştir. O yıllarda
- yarımadanın büyük bölümü yalnızca birkaç kervan yolu ile dağınık vahanın
- olduğu bir çöldü. Ha lk çoğunlukla göçebeydi, deve, koyun, keçi-yetiştirerek,
- bazen de rakip aşiretlere, vaha ve sınır halklarına yaptıkları baskınlarla
- geçiniyorlardı. Bir kısmı olanak buldukları yerlerde küçük çapta tarımla uğraşır,
- bir kısmı da dış dünyadaki gelişmeler tüccarları, Arabistan’a gönderdiğinde
- ticaret yaparlardı. Roma ile Persler arasında VI.yy da çıkan savaş sayesinde
- Akdeniz ile Doğu arasındaki kervan yolunun küçük şehirleri kısa süreliğine
- tekrar hareketlenmişlerdi.Mekke de bu şehirler arasında yer alıyordu.
- Görevinin ilk yıllarında Hz. Muhammed’e önce ailesi, daha sonra da geniş
- çevreler inandılar. Mekke’deki ileri gelen aileler, bu yeni düşünceleri ve
- kaynaklandıkları yeni oluşumu şüpheyle karşıladılar ve muhalif oldular. Onlar
- için Hz. Muhammed ve öğretisi gerek maddi gerekse dini yönden, hem kendi
- otoriteleri hem de varolan düzen için ciddi bir tehditti. Geleneksel biyografiler,
- bazı Müslümanların baskı ve zulüm yüzünden memleketlerini terk ederek
- Kızıldeniz’in diğer yanındaki Habeşistan’a sığındıklarını anlatmaktadır.Hz.
- Muhammed ilk Çağrı’dan on üç yıl sonra, yaklaşık 622’de, Mekke’nin
- 350 kilometre kuzeyinde bir başka vahadaki küçük Yesrib şehrinden elçilerle bir
- anlaşma yapü. Yesribliler Hz. Muhammed ile beraberindekileri iyi karşıladılar,
- ondan anlaşmazlıklarında ara bulucu olmasını istediler, onu ve onunla birlikte
- Mekke’yi terk edecek olanları savunmayı önerdiler. Hz. Muhammed ilk önce
- yaklaşık altmış aileyi gönderdi, o yılın sonbaharında da kendisi gitti. Hz.
- Muhammed ile yanında olanların Mekke’den Yesrib’e göçlerine “hicret” denir
- ve Müslümanlar hicreti Hz. Muhammed’in peygamberliğinin nişanı olarak kabul
- ederler. Sonraları bir Müslüman takvimi yapılır ve Arap takviminin başlangıcı
- hicret olur. Yesrib İslam dininin ve topluluğunun merkezi haline geldi ve zaman
- içinde yalnızca El-Medine (Şehir) denilmeye başlandı. Yeni topluluğa da
- Arapçada topluluk anlamına gelen “ümmet” adı verildi..
- Hz. Muhammed Mekke’deki, şehir yöneticilerinin başlangıçta
- umursamazlıklarına, sonrasında da düşmanlıklarına direnmişti. Medine’de dini
- yetkinin beraberinde siyasi ve askeri yetkileri de alarak yöneten kendisi oldu.
- Medine’deki yeni Müslüman devleti, kısa bir süre sonra Mekke’deki puta tapan
- yöneticilerle savaşmaya başladı. Sekiz yıl süren savaş sonunda Hz. Muhammed
- Mekke’yi aldı.
- Bunun sonucunda, Hz. Muhammed’in hayatı ile ondan önceki
- peygamberlerin, Musa ve İsa'nın hayadan arasında önemli bir fark oluştu. Hz.
- Musa'nın vaat edilmiş topraklarına girme izni yoktu, halkı ilerlerken o ölmüştü.
- Hz. İsa çarmıha gerilmişti ve Romalı imparator Konstantin, Hıristiyanlığı
- benimseyip inananlarına güç verene kadar Hıristiyanlık bir azınlık dini
- olarak kalmıştı. Hz. Muhammed ise vaat edilen topraklarını ele geçirmiş,
- yaşarken güç ve zafer elde etmiş, peygamberlik otoritesinin yanında siyasi
- otorite de kullanmıştır. Allah’ın Peygamberi olarak getirdiği dini vahiy vardı ve
- bunu öğretiyordu. Bununla birlikte Müslüman ümmetinin lideri olarak yasalar
- yapıyor, diplomasiyi yönetiyor, vergi alıyor, adalet dağıtıyor, savaş ve
- barış kararı veriyordu. Başlangıçta bir topluluk olan ümmet, artık bir devlet
- olmuştu, bir süre sonra da imparatorluk olacaktı.
- 8 Haziran 632 tarihinde yaşamını yitiren Hz. Muhammed’in peygamberlik
- görevi de tamamlanmış oldu. Müslümanlar açısından onun peygamberliğinin
- amacı, ondan önceki peygamberler tarafından getirilen ama daha sonra
- çarpıtılmış ya da terk edilmiş olan gerçek tek tanrıcılığı tekrar canlandırmak,
- puta tapınmayı yok etmek ve Allah’ın en son vahyini getirmekti. Müslüman
- inancına göre o sonuncu Peygamberdi ve ölümüyle birlikte Allah’ın insanlığa
- gönderdiği vahiyler tamamlanmıştı. Bir daha başka bir peygamber ve vahiy
- gelmeyecekti.Böylece manevi görev tamamlanmıştı ama Kutsal Yasayı devam
- ettirme ve tüm dünyaya yayma amacını taşıyan dini görev hâlâ son bulmamıştı.
- Bu amacın tam olarak gerçekleştirilebilmesi, bir devlet içinde siyasi ve askeri
- güç kullanılarak yani egemenlik ile mümkün olacaktı.
- Hz. Muhammed, hiçbir zaman ölümlü bir insandan farklı olduğunu iddia
- etmemişti, o Allah'ın Peygamberi ve Allah’ın kullarının lideriydi ama bir insandı
- ve ölümlüydü. Bununla ilgili olarak Kuran da şunları söyler: “Muhammed
- yalnızca bir peygamberdir. O da kendinden önceki peygamberler gibi
- ölümlüdür.”
- Peygamber ölmüştü ve yerine başka bir peygamber gelmeyecekti. Müslüman
- ümmetinin ve devletin lideri artık yoktu, yerine birinin gelmesi gerekliydi. Bu
- acil gereklilik karşısında peygamberin yakınındakiler, aralarından birini seçtiler.
- Bu da,Müslümanlığı ilk kabul edenlerden ve en saygın kişilerden biri olan
- Ebubekir’di. Ebubekir liderliği için, Arapça’da hem halef hem vekil anlamına
- gelen Halife unvanını seçti. Anlamı çok açık olmayan bu unvan, bazılarına göre
- Halifet-ül Resul-Allah yani Allah'ın peygamberinin halefi, bazılarına göre de
- Halifet-ül Allah yani Allah'ın vekili demekti. Ebubekir’i devletin başına
- getirenler bunu düşünmemiş olsalar da, büyük halifelik kurumu, yani İslam
- dünyasının en üstün egemen makamı böylelikle kurulmuş oldu.
- İslam halifeliğinin ilk dönemleri hakkındaki bilgiler Peygamber
- hakkındakileri de olduğu gibi yalnızca İslam kaynaklarından edinilmiştir. Öteki
- ülkelerin tarihçileri, yeni devlet ve dinin ortaya çıkması ve ilerlemesi ile ilgili ilk
- bilgileri epeyce sonra vermişlerdir. Müslümanlar arasında bilgiler nesiller
- boyunca sözle iletilmiş, çok daha sonra yazıya geçirilmiştir. Bilgiler bozularak
- ve değiştirilerek aktarılmıştır. Bunun doğal nedeni insan hafızasından
- kaynaklanan hatalar olmuştur (aslında bu sorun okuryazar olmayan bir toplum
- için bugün olduğundan daha az önemli olurdu), ancak başka bir önemli neden
- de ilk Müslümanlar arasındaki birçok bireysel, ailevi ve mezhep ayrılıkları ve
- tartışmalarıdır. Bu yüzden, savaşların sırası ve sonuçları gibi en temel gerçekler
- bile çeşitli anlatımlara göre değişmektedir.
- Müslüman tarihçiler, peygamber öldüğü zaman, İslamiyetin henüz Arap
- yarımadasındaki bazı bölgelerle sınırlı olduğunu belirtmektedirler. Müslümanlığı
- kabul eden Araplar da, Verimli Hilal sınırlarını biraz aşmış olsalar bile,
- sınırlıydılar. Kuzey Afrika, Güneybatı Asya ve İslam topraklarında, yani, ileride
- Arap dünyası olacak yerlerde henüz başka dinlere inanılıyor, başka diller
- konuşuluyor ve başka hükümdarlara itaat ediliyordu. Bölgenin tamamı Hz.
- Muhammed’in ölümünden yüz yıl sonra insanlık tarihindeki en hızlı ve en
- dramatik değişikliğe sahne olacaktı. VI.yy’ın sonlarında artık dış dünya yeni bir
- din ve güç ile tanışmıştı. Halifelerin Müslüman imparatorluğu bazen Asya’da
- Hindistan ve Çin sınırlarını aşıyor, batıda Güney Akdeniz kıyılarından Atlantik
- Okyanusu’na, güneyde Afrika’daki kara insanlarının, kuzeyde Avrupa’daki
- beyaz insanların ülkelerine kadar ilerliyordu. İmparatorluğun devlet dini
- İslamiyet’ti ve Arapça hızla diğer dillerin yerine geçerek gündelik yaşamda
- kullanılan başlıca iletişim aracı oluyordu.
- Günümüzde, İslamiyet’in başlangıcından on dört yüzyıl sonra, Arap
- imparatorluğu çoktan yok olmuştur. Ancak yalnızca batıda Avrupa, doğuda İran
- ve Orta Asya hariç, Araplar’ın fethettikleri tüm ülkelerde Arapça çeşitli
- biçimleri ile hâlâ halk dilidir. Edebi Arapça da kültür, ticaret ve hükümetin temel
- iletişim aracı olarak varlığım sürdürmektedir. Din dili olarak Arapça,
- konuşulduğu ülkelerden çok uzaklara, sonralan da Arap fetihlerinin sınırlarının
- ötesine ve Asya ile Afrika’nın Arap hakimiyetine girmemiş yerlerine kadar
- gitmiştir.
- İslam dini ile Arap imparatorluğunun yayılmasında, fethedilen ülkelerde
- yaşayanların da payı olmuş, bu halklar hızla İslamiyet! kabul etmiş ve bayrağı
- altında girmişlerdir. Batıda Kuzey Afrika Berberileri başlarda Arap saldırılarına
- şiddetle karşı koymuşlar ancak sonunda onlara katılarak İspanya’nın fethine ve
- kolonileştirilmesine yardım etmişler, daha sonra da onlar Sahra’nın güneyindeki
- siyah insanları İslâmlaştırmış ve sömürge yapmışlardır. Doğuda imparatorluktan
- yıkılmış ve din hiyerarşisi zayıflamış olan Persler, İslamiyet’te yapı ve anlam
- bulmuşlar, yeni dinlerini Orta Asya’nın karma İran ve Türk halklarına
- götürmüşlerdir. Ortada yer alan ve uzun süredir Bizans ve Pers
- imparatorluklarının hakimiyetinde olan Verimli Hilal’in dili Aramice, dini
- Hıristiyan olan halkları ile Mısır’ın dili Kıptice olan Hıristiyanları, bir
- imparatorluktan, diğer bir imparatorluğun hakimiyetine girmişler ve yeni
- efendilerinin eskisinden daha iyi niyetli ve hoşgörülü olduğunu görmüşlerdi.
- İslamiyet’e geçiş süreci bu ülkelerde daha kolay yaşanmıştı. Araplar’ın
- vergileri, özellikle Müslümanlar için Bizans’ınkinden çok daha azdı. Arap
- devleti, Konstantinopolis yönetimindeki Ortodoks olmayan Hıristiyanlar’a ve
- kiliselerine çıkarılan zorlukları göz ardı ediyor, aynı kanunlar dahilinde tüm
- Hıristiyan-lar’a hoşgörülü davranıyordu. Parttar ve pagan Roma imparatorları
- zamanında dini hoşgörü gören, Sasaniler ve Hıristiyan Bizanslılar zamanında ise
- zulüm gören Musevilerin durumu Müslüman Arap devletinde çok daha iyiye
- gitti.
- Arap devleti yöneticileri ve ordu komutanları genellikle Medine ve Mekke
- vaha şehirlerinden oluyordu ama yine de çöl kökenlerinden çok
- uzaklaşmamışlardı. Fetihlerde zafer kazanan Arap orduları çoğunlukla çöl
- insanlarından oluşuyordu. Araplar’ın fetih savaşları, genellikle çöl gücünü
- ustaca kullanma stratejisine dayanıyordu. Bu, daha sonralan Batı’nın
- deniz insanlarının kurduğu imparatorlukların deniz gücünü kullanmalarına
- benzer bir yöntemdi. Araplar için kendi evleri gibi otan çöl, düşmanları için öyle
- değildi. Çöl Araplar için tanıdık, dost ve kolay erişilebilir bir yerken, düşmanları
- için ıssız, tehlikeli, korkutucu ve uzaktı. Nasıl bir kara insanı denizden korkarsa
- onlar da çölden korkuyorlardı. Araplar çölü acil durumlarda sığmak, başarı
- kazandıklarında zafere giden yol ve ikmal,mesaj, destek gönderme amaçlı bir
- iletişim yolu olarak kullanıyorlardı. Aynca Arap imparatorluğunun Afrika ile
- Asya’yı birbirine bağlayan Süveyş kıstağından geçen bir çöl yolu otan Süveyş
- Kanalı da bulunuyordu.
- Araplar fethettikleri her ülkede, çölün hemen kenarında ana askeri üslerini ve
- yönetim merkezlerini kuruyorlardı. Şam gibi yerini beğendikleri bir şehir olursa
- hemen onu başkent yapıyorlardı. Ancak genelde yeni merkezler kurmaları
- gerekiyordu. Bu merkezler de imparatorluk ve stratejik gereksinimleri
- karşılamak üzere garnizon şehirler haline geliyorlardı. Bunlardan en önemlileri
- İran’da Kum, Irak’ta Küfe ve Basra, Tunus’ta Kayrevan ve Mısır’da Fustat’tı.
- Bunlara, sınır anlamındaki eski bir Sami sözcüğü olan Arapça “mısr”
- (çoğulu amsar) adı verilirdi. Bu ad Tevrat İbranicesi’nde, Aramice ve Arapça’da
- Mısır’a verilmiştir. Bölgelerin yönetiminde ve Araplaştırılmasında Amsar’in
- merkezi bir önemi vardı. Başlangıçta Araplar kurdukları imparatorluğun küçük
- ve tecrit edilmiş bağımsız bir azınlığıydı. Amsar’da Arap öncüleri ve dili
- egemendi. Her Amsar’ın merkezinde bulunan askeri kantonlara Arap savaşçısömürgecileri aşiret düzeni içinde yerleşmişlerdi. Merkezin etrafında bulunan
- dükkan sahipleri, zanaatkarlar ve öteki esnaf olmak üzere yerel halktan
- kişiler, Arap yöneticilerin, askerlerin ve ailelerin gereksinimlerini karşılarlardı.
- Zamanla bu dış şehirler yerleşme, zenginlik ve değer alarak büyüdüler ve Arap
- devletine hizmet eden yerli memurları da içlerine aldılar. Bu memurlar zorunlu
- olarak Arapçayı öğrendiler ve Arapların davranışlarından, zevklerinden ve
- düşüncelerinden etkilendiler.
- Genelde, İslamiyetin fetihler aracılığı ile yayıldığı ileri sürülür. Fetihler ile
- birlikte sömürgeleştirme, İslam dininin yayılmasını önemli oranda etkilemişse de
- bunu iddia etmek yanlış olur çünkü fetihlerin temel savaş amacı İslamiyeti zorla
- kabul ettirmek değildi. Üstelik Kuran bu konuda çok kesindir: “Dinde zorlama
- yoktur.” (2:256). Bu sözler çoğunlukla, tek tanrılı bir dine inanan ve İslam’ın
- onayladığı kutsal kitaplara saygılı olan kişilerin dinlerini İslam devleti ve
- kanunlarına uygun olarak uygulamalarına müsaade edileceği şeklinde
- anlaşılmıştır. Öte yandan fethedilen ülkelerde yaşayanlar İslam dinini kabul
- etmeleri için düşük vergiler ve benzeri şeylerle teşvik ediliyorlardı ama
- zorlanmıyorlardı. Arap devleti bağımlı halkları Araplaştırmaya ve özümsemeye
- de çabalamıyordu. Tam tersine, ilk fetihlerde Arap olanlar ile Arap olmayanlar
- (sonradan İslamiyeti kabul edip Arapça konuşmaya başladıkları halde)
- arasındaki güçlü toplumsal engeller korunmuştu. Arap olmayan erkeklerle Arap
- kadınların evlenmelerini hoş karşılamaz, yeni Müslümanlar’a kendileriyle aynı
- ekonomik, siyasi ve toplumsal haklan vermezlerdi. Ne var ki İslamiyet’in ikinci
- yüzyılında gerçekleşen devrimci değişikliklerle Arap ayrımcılığı sona ermiş,
- böylelikle Araplaştırma süreci hız kazanmıştır.
- Arap imparatorluğunun askeri fetihlerinden daha çok, fethedilen yerlerde
- yaşayanları Araplaştırması ve İslâmlaştırması şaşırtıcıdır. Arapların askeri ve
- siyasi üstünlük dönemi çok kısa sürdü ve kısa süre sonra imparatorluklarının
- kontrolünü, hatta kendi yarattıkları uygarlıklarının liderliğini başkalarına
- bıraktılar. Yine de hukukları, dinleri ve dilleri hakimiyetlerinin devam eden anıtı
- olarak kaldı ve bugün de hâlâ duruyor.
- Aslında büyük değişiklik özümleme ve sömürgeleştirme çalışmaları ile
- birlikte gerçekleşmişti. Arap fetihlerini güdüleyen güçlerinden biri olarak kurak
- Arabistan yarımadasının nüfusunun fazlalığı genel kabul gören bir görüştür.
- Krallığın ilk zamanlarında pek çok Arap eski imparatorlukların yıkılmış surlarını
- aşıp fethettikleri verimli topraklara göç etmişlerdi. Araplar önce egemen asker
- sınıfıyla bir işgal ordusu, üst düzey memurlar ve toprak sahiplerinden oluşan
- yönetici bir azınlık olarak gelmişlerdi. Daha önceki yönetimlerin devlet
- topraklarına ve fetihlerden kaçan göçmenlerin topraklarına Arap devleti
- tarafından el konulmuştu. Arap devleti bu geniş topraklan Araplar’a dağıtıyor ya
- da çok uygun şartlarla kiraya veriyordu. Bu topraklara yerleşen Araplar,
- topraklarında kalan yerli sahiplerinden daha az vergi veriyorlardı. Garnizon
- şehirlerde yaşayan zengin Arap toprak sahiplerinin topraklarını yerli halk
- işletirdi.
- Arap etkisi, gerek doğrudan, gerek İslamiyet’i benimsemiş olan ve
- çoğunluğu orduya hizmet eden yerli nüfus aracılığıyla şehirlerden çevredeki
- kırsal bölgelere yayılıyordu. Yerli dönmelerin, toplumsal ve ekonomik açıdan
- istedikleri eşitlik, safkan Arap oldukları iddiasında olanlarca kabul edilmezken,
- onlar yine de artan bir hızla fatihlerin dillerini ve dinlerini benimsiyorlardı.
- İslam egemenliğinin ilk yüzyılındaki siyasi ve askeri değişiklikler, önemli
- toplumsal ve ekonomik değişiklikleri de beraberinde getirmişti. Tüm fetihlerde
- olduğu üzere Arap fetihleri ile kamu, özel ve kilisenin sahip olduğu donmuş
- haldeki büyük zenginlikler tekrar piyasaya sürülmeye başladı. İlk Arap
- tarihçilerinin aşın masraf ve zengin ganimet öyküleri vardır. X.yy yazarlarından
- el-Mesudi fetihlerde ele geçirilen büyük zenginliklerden söz etmiştir. Mesudi,
- Halife Osman’ın öldürüldüğü gün özel varlığının yüz bin dinar (Roma ve Bizans
- altını) ve bir milyon dirhem (Pers gümüş sikkesi) olduğunu, mülklerinin de yüz
- bin dinar hesaplandığını ve pek çok at ile deve bıraktığını söyler. İslamiyet’i ilk
- kabul edenlerden ve erken İslam tarihinin önemli kişilerinden El-Zübeyr ibn ülAvvam, Irak’ta Küfe ve Basra’da ve Mısır’da Fustat ve İskenderiye’de evlere
- sahipti. Mesudi, o dönemde (Hicri 332/ miladi 943-44) onun Basra’daki evinde
- tüccarların ikamet ettiğini söyler. Öldüğünde hesap edilen varlığı nakit elli bin
- dinar, bin kadın ve erkek köle, bin at ve söz konusu şehirlerde pek çok evdi.
- Aynı kaynakta, Peygamber’in yakınlarından Talha ibn Ubeydullah el-Taymi’nin
- Kufe’de büyük bir evi olduğundan, Irak’taki topraklarından günde bin dinar ve
- el Şara bölgesindeki topraklarından ise bundan daha çok gelir elde ettiğinden söz
- edilir. Ayrıca Medine’de tuğla ve tik ağacından yapılmış bir de evi vardı. Yine
- aynı kaynağa göre ilk Müslümanlar’dan Abdül-Rahman ibn Avf yüz at, bin deve
- ve on bin koyuna sahipti. Öldüğünde varlığının dörtte biri seksen dört bin
- dinardı. Zayd ibn Tabit öldüğünde, baltalarla parçalanan altınlar ve gümüşler ile
- yüz bin dinarlık mal mülke sahipti. Yala ibn Munya öldüğünde yanm milyon
- dinar ve üç yüz bin dinarlık arazi ve çeşitli maddi eşyaları vardı.
- 1
- Şüphesiz, bu inanılmaz servetler, çok abartılmıştır ama yine de, bir fatih
- soylular sınıfının çok fazla varlıklarının olduğunu, gittikleri ileri ülkelerin tüm
- zevklerinden ve olanaklarından faydalandıklarını ve varlıklarını keyifle
- harcadıklarını göstermektedir.
- Yeni düzen, sadece Araplar’ı değil, onlarla birlikte pek çoklarını da refaha
- kavuşturamamıştı. Tarihi metinlerde, edebiyatta ve özellikle de çağdaş şiirde
- gerek bireylerin gerekse de toplumsal grupların, zamanın siyasi, toplumsal ve
- dolaylı olarak ekonomik gerilimlerine rastlanmaktadır. Bir fetih ve yeni
- bir devlet düzeni, önceden iktidar ve servet tekeline sahip olan önemli grupları
- yerlerinden etmesi kaçınılmazdır.Herhalde böyle bir değişikliğin etkisi doğudaki
- eski Pers eyaletlerinde, batıdaki eski Bizans eyaletlerinden daha fazla
- görülmüştür. Mısır ve Suriye’deki yerlerinden olan Bizanslı iş adamları eski
- topraklarıyla halklarını yeni efendilerine bırakarak Bizans başkentine
- çekilebilirlerdi. Ancak Pers iş adamlarının kaçacak yerleri yoktu.
- İmparatorluklarının başkentini Araplar ellerine geçirmişti ve birkaçı dışındakiler
- oldukları yerde kalarak yeni devlet düzeninde kendilerine bir yer bulmaya
- çalışmak zorundaydılar.
- * Bu yüzden Perslerin eski ayrıcalıklı ve yönetici sınıfının, İslam kültürüne
- ve devletine Bizans şehirlerinin halklarının yaptığından daha önemli katkıları
- olması olağandı.
- Başlangıçta Pers yönetici sınıflarının yeni devlet düzenine uyum göstermiş,
- ayrıcalıkları ve görevlerinden bir bölümünü korumuş oldukları anlaşılmaktadır.
- Ancak Arap iktidarının güçlenmesi, Arap aşiretlerinin büyük çoğunlukla İran’a
- yerleştirilmeleri, sayıları zamanla artan İranlı Müslümanların Araplarla eşit
- haklara sahip olmak istemeleri ve aslında daha çok da şehirlerin büyümesi
- sonucunda, yeni düzenlemeler yapılmış ve bunlardan kaynaklanan yeni
- çatışmalar olmuştu. Eski Bizans topraklarında şehir hayatı eskisi gibi kalmış,
- değişim daha az olmuştu. Müslüman şehirlerin bu hızlı ve ani artışı beraberinde,
- daha az şehirleşmiş olan eski Pers İmparatorluğu’na çatışma ve gerilim
- getirmiştir.
- İslamiyet’in ilk zamanlarında İslam toplumunun birliği ve Arap devletinin
- istikrarı için en önemli tehdit gruplar arasındaki rekabetten kaynaklanmıştır. Bu
- rekabet, Arap olanla, Arap olmayan Müslümanlar, hatta Müslümanlar ile ötekiler
- arasındaki ayrılıklardan doğmamış; kuzey-güney Arabistan kökenli aşiretler,
- erken-geç gelenler, durumları iyi-kötü olanlar, özgür bir Arap ailenin çocukları
- ile özgür bir Arap baba ve yabana cariyenin çocukları arasında yani Araplar ile
- Araplar arasında doğmuştur. Öte yandan, zafer kazananların yenilenler
- üzerindeki haklarım uygulamaları, giderek yan Araplar’ın sayısını artırıyordu..
- Bu çatışmalar, Arap tarihinde bazen dini ya da aşiret kökenli, bazen de
- kişisel çatışmalar şeklinde anlatılır. Şüphesiz tümü önemli çatışmalardır ancak
- arada başka sorunların da olduğu açıktır. Bazı Arap grupları arasında devam
- eden ve çoğu kez sert olan düşmanlık, bir süre sonra Arap olmayan Müslüman
- halkın da katıldığı bir dizi iç savaşa yol açmıştı.
- Roma ile İran arasındaki Ortadoğu ticaret yollarının paylaşılamaması
- durumu, Arap imparatorluğunun kurulması ile son bulmuştu. Büyük
- İskender’den sonra ilk kez Orta Asya’dan Akdeniz’e kadar Ortadoğu’nun
- tamamı tek bir imparatorluk ve ticaret düzeni altına girmişti. Bir dönem Bizans
- altını ile İran gümüşü beraber dolaşımda kalmıştı ve iki para arasındaki kur oram
- ilk İslam hukuku için önemli bir konu olmuştu. Bu nedenle de İslam
- pazarlarında sarrafların önemli bir yeri vardı.Çok miktarda nakit paraya sahip
- yeni yönetici sınıfın ortaya çıkmasıyla sanayi ve ticarette büyüme
- gerçekleşti.Tıpkı Ortaçağ Avrupası’nın Vikingler’i gibi, Ortadoğu’nun Arap
- fatihleri de paralarını sarayın ve soyluların özel ilgileri olan üstün kaliteli tekstile
- yatırdılar. Bu ekonomik gelişmeye, özel malikanelerin, sarayların, kamu
- binalarının, camilerin yapılması ve yüksek maaş alan askerlerle öteki
- yerleşimcilerin çok ve çeşitli gereksinimlerinin karşılanması da önemli bir katkı
- yapmış olmalıdır. Büyük olasılıkla, hızla büyüyen şehirlerdeki huzursuzluk
- fakirlikten çok kırgınlıktan kaynaklanıyordu. İçlerinde zengin, yetenekli, hem de
- iktidar sahibi kişilerin olduğu yan Arapların kırgınlıklarının nedeni devletin ve
- toplumun üst düzeylerine alınmamalarıydı. Başta Persler olmak üzere Arap
- olmayan dönmeler, kendilerine verilen alt statüden memnun değillerdi ve
- yeni dinlerinin evrensellik mesajının anlattığı eşitliği istiyorlardı.
- Bu çatışmalar ve ayrılıklardan başka, Müslüman topraklarının büyük ve hızlı
- genişlemesi de gerilim yaratıyordu.Böylece imparatorluğun ve devletin
- sürdürülmesi, yönetilmesi fazlasıyla zorlaşıyor ve ilk halifeler zor ve aşılmaz
- sorunlarla karşılaşıyorlardı.
- Raşidun olarak anılan ilk dört halife miras yoluyla değil, seçimle başa
- gelmiştir ve Sünni Müslümanlar onların dönemlerinden altın çağ olarak söz
- ederler. Dini ve ahlaki rehberliklerinin kutsallığı Hz.Muhammed’inkinden sonra
- ikinci olarak kabul edilir. Dört halifenin ilki dışındaki üçü katledilmiştir. İkinci
- halife Hz. Ömer ibn el-Kattab’ı durumundan şikayetçi olan bir Hıristiyan köle
- öldürmüştür. Üçüncü halife Hz. Osman ile dördüncü halife Hz. Ali, Müslüman
- Arap isyancılar tarafından öldürülmüşlerdir. Hz. Muhammed’in ölümünden
- yirmi beş yıl sonra, toplum, şiddetli muhalefetle parçalanıyor, devlet de isyan ve
- iç savaşlarla sarsılıyordu. Tüm olaylar fethedenlerle fethedilenler, yeniyle eski
- Müslümanlar arasında değil, Araplar arasında meydana geliyordu.
- Kısa süre iktidarda kalan Hz. Ebubekir’in, ölümünden sonra, Hz. Ömer’in
- 634’te başlayan on yıllık- iktidarı, İslam devletinin ve hatta İslam toplumunun
- ortak tarih bilincinin oluşmasında çok önemlidir. Hz. Ebubekir’in ölüm
- döşeğindeyken Hz. Ömer’in halife olmasını istediği genel kabul gören bir
- görüştür. Hz. Ömer, Ashab tarafından hemen kabul edilmiş ve iktidarı süresince
- önemli bir muhalefet ile karşılaşmamıştır. Yalnızca Hz. Muhammed’in
- amcasının oğlu ve kızı Hz. Fatıma’nın eşi olan Hz. Ali’yi destekleyenler
- muhalifi olmuştur. Bu muhalefetin nedeni, bazıları açısından bir aday olarak Hz.
- Ali’nin üstün özellikleriydi, bazıları açısından da onun yasal hakkı olmasıydı.
- Ancak Arap dünyasının büyük çoğunluğu Hz. Ömer’in halifeliğini kabul
- etmiştir. Hz. Ömer yalnızca birlik ve beraberliği sağlamakla kalmayıp ileride
- imparatorluk hükümetinin sistemi olacak temeli de atmıştır. Getirilen yeni bir
- unvanın, otoritedeki değişikliğin göstergesi olmuştur. Hz. Ömer’e halife unvanı
- ile birlikte “Emir ül-Müminin” unvanı da verilerek siyasi,askeri ve dini
- otoritenin sahibi olduğu gösterilmiştir. Halifeler en çok bu unvanı kullanmışlar
- ve halifelik kurumunda bu makam bir ayrıcalık olmuştur.
- Hz. Ömer elli üç yaşındayken öldürülmüştür ve kendisinden sonra gelecek
- kişiyi seçmemiştir. Ölüm döşeğindeyken As-hab’dan ileri gelen altı kişilik bir
- şura toplayıp aralamadan birini halife seçmek için görevlendirdiği söylenir.
- Mekke’nin büyük Ümeyye (Emeviler) aşiretinden ve ilk müminlerden oluşan
- Mekke soylu sınıfının tek temsilcisi olan Hz. Osman, şura tarafından halife
- seçilmiştir.îlk halifeler, büyük bir askeri güce ve düzenli bir orduya bile sahip
- değillerdi, Arap aşiretlerinden toplanan askerler orduyu oluşuyordu. Halifeler
- askeri güçleri ile değil daha çok Peygamber halefi olduklan için ve kişilik
- özelliklerine gösterilen saygı ile hüküm sürüyorlardı.
- Hz. Osman’ın kişilik özellikleri, kendisinden önceki iki halifenin kazandığı
- saygınlığı kazanamamıştı. Hz. Muhammed’in ölümünden on yıl sonra dini bağ
- zayıflamaya başlamıştı ve Mekke soylu sınıfı aralarından birinin halife
- olmasının fırsatla-nndan yararlanmaya çalışarak durumu daha da
- zorlaştınyordu. Göçebe aşiretleri daima rahatsız eden otorite baskısı daha
- dayanılmaz bir duruma geliyordu.
- Hz. Osman- 644 yılında halifeliğe getirildi. Yüzyılın ortalarında batıda Mısır
- ve Suriye, doğuda İran ve Irak’ın büyük bölümünü Müslümanlar ele geçirmişti.
- 654-55’te Müslüman donanması Bizanslılara karşı büyük bir deniz zaferi
- kazandı. Pers imparatorluğu yıkıldı. Savaşın geçici olarak durması, aşiretleri
- kendi istekleri ve hoşnutsuzlukları üzerinde durmaya yöneltti ve böylece Arap
- aşiretlerinin hareketleri iç savaşlara yol açtı.
- 656 yılında, Mısır’daki Arap ordusundan gelen bir grup isyancı şikayetlerini
- iletmek için Medine’ye geldiklerinde Halife Osman'ı öldürerek ilk iç savaşı
- başlatmışlardı. İsyancılar 17 Haziran 656’da evine saldırdıkları halifeyi ağır
- yaraladılar ve bu saldırı ile ardından gelen çatışmalar İslam tarihinde bir
- dönüm noktası oldu. İlk kez bir İslam halifesi Müslümanlar tarafından öldürüldü.
- Müslüman ordularının arasında kıran kırana bir savaş başladı.Hz. Ali isyancılar
- tarafından halife seçildi.
- Hz. Muhammed’in amcasının oğlu ve kızının eşi Hz. Ali ibn ebu Talib, çok
- yönlü ve karmaşık ilk İslam iç savaşında önemli bir rol oynamıştır. Hz. Ali, Hz.
- Muhammed’in kızı Fatıma’nın eşiydi ve pek de dikkat çekici özelliklere sahip
- değildi. Böyle bir akrabalık ilişkisi çok eşliliğin geçerli olduğu bir
- toplumda önem taşımazdı ama İslamiyet öncesi Arap uygulamasına göre
- Peygamber’in akrabası olması nedeniyle, onun dini ve siyasi otoritesinin bir
- bölümünü devralmak üzere aday olabilirdi. Konumu ve kişilik özellikleriyle
- kendi başına güçlü bir aday değildi. Öte yandan, Müslümanlar’ın çoğu, seçimle
- gelen halifelerin yarattığı düş kırıklığı nedeniyle Muhammed’in bir akrabasının
- başa geleceği yeni bir devlet düzeninin İslamiyet’in asıl özüne dönüşü
- sağlayacağını düşünerek Hz. Ali’yi destekliyorlardı.Bunlar, başlangıçta “Şiatül
- Ali” (Ali'nin partisi) olarak, sonra da Şii’ler olarak anıldılar.
- Neredeyse tamamı çatışmalarla geçen beş yılın ardından, 66l’in Ocak ayında
- Halife Ali de öldürüldü. Bu sefer katil isyancı askerler yerine, radikal bir dini
- grubun temsilcisiydi. Bu olay ikinci bir önemli örnek olmuştu.
- Suriye eyaletinin valisi Muaviye ibn Ebu Sufyan’ın liderliğindeki grup
- birinci İslam iç savaşında zafer kazanan taraf oldu. Muaviye’nin konumu
- oldukça güçlüydü. Öldürülen Halife Osman’ın amcasının oğlu olan ve
- Emeviler’in Mekke kolundan gelen Muaviye’nin, İslam hukukuna ve Arap
- geleneklerine göre, akrabasının öldürülmesine karşı misilleme isteme hakkı
- vardı.Onu Hz. Ömer vali yapmıştı ve görevine başlaması son iki halifenin
- meydan okumalan ve rekabetlerinden önceydi. Suriye valisi olarak Bizans
- Hıristiyan ve İslam dünyaları arasında becerikli ve disiplinli bir ordusu vardı ve
- kazandığı savaş deneyimiyle güçlenmişti.
- Hz. Ali öldürüldükten sonra oğlu Haşan, birçoklarının kendisini yeni lider
- olarak görmesine rağmen, halifelik iddiasından vazgeçerek, Suriye’de halife ilan
- edilen ve tüm'imparatorluk tarafından tanınan Muaviye’nin egemenliğine girdi.
- Muaviye’nin halifeliği ile İslam tarihinde Emevi halifelik dönemi başladı. Ondan
- sonra da halifelik, bir ilke olmamakla birlikte daima babadan oğula geçerek
- Emevi hanedanında kaldı. Muaviye hayattayken oğlu Yezid’i veliahtı olarak
- göstererek sonraki halifelere bir örnek oluşturdu.IX.yy yazarlarından biri
- öyküsünde bu davranışın önemi çok açık anlatmıştır:
- ‘Halk Muaviye’nin önünde toplanmışken, Yezid hatipler tarafından Halife
- ilan edildi. Halktan bazıları memnun olmayınca, Udra aşiretinden biri ayağa
- kalkarak kılıcını kınından çekti ve' "Müminlerin Lideri odur”deyip
- Muamye’yi işaret ettikten sonra Yezid’i gösterdi ve “O öldükten sonra, bu
- olacak” dedi. “Eğer itirazı olan varsa, o zaman da bu!" dedi ve kılıcım çıkardı.
- Muaviye, ‘‘Hatiplerin prensisin sen” dedi adama.
- 2
- Yüz yıl bile sürmeyen Emeviler’in halifeliklerinin ardından, Arap İslam
- tarihi geleneğine uygun biçimde yazılan tarihlerde sert eleştiriler yapılmıştır.
- Şiiler’e göre Emeviler zorba ve gaspçıydı. Halifeliği asıl haklan olan Hz. Ali ve
- oğlundan zorla alıp onların soyundan olanları öldürerek İslamiyet’in gerçek
- mesajını reddetmiş ve yozlaştırmışlardır. Sünni tarihçilere göre de Emeviler
- gaspçıydılar, amaçları ve yöntemleri dini kaynaklı değil, dünya işleriyle ilgiliydi.
- Klasik tarihçilere göre Emevi hükümdarlığı, onlardan önceki doğru yolda
- yürüyen hükümdarların halifelikleri ile onlardan sonra gelen ilahi olarak
- benimsenmiş halifeler arasında bir "krallık” olmuştur. Emeviler’e düşman olan
- Arap tarihçiler Muaviye’nin politik ve diplomatik becerisine iki anlama da
- gelebilecek biçimde iltifat ederler.
- Modern araştırmacılarsa, Emeviler’e daha olumlu bir açıdan bakarlar.
- Özellikle tehlikeli ve yıkıcı iç savaşlar sırasında İslam devletinin ve toplumunun
- kararlılığını ve sürekliliğini korumuş olan önemli hükümdarları haklı bulurlar.
- Bu görevi Emevi halifeleri bir dizi uzlaşma ve düzenlemeyle yerine getirerek
- birliği sağlamışlar, fetih yapmayı sürdürmüşler, imparatorluğa özgü toplum,
- kültürü ve yönetim yapısının temelini hazırlamışlardır. Bunu yaparken îslami
- mesajının özünden bir ölçüde uzaklaşmayı göze almışlardır.
- Hükümdarların öldürülmesi ve iç savaşlar yüzünden dini sadakat ve dini otorite
- bağının saygınlığı neredeyse yok olacak kadar azalarak yerini Emevi
- halifelerinin yarattığı "Arap krallığı” ya da daha doğrusu, Arap yükselişine
- bıraktı. Yalnızca anne ve baba tarafından saf Arap olanlara ayrıcalığın ve
- iktidarın en üst düzeylerine gelme olanağı tanınıyordu. Babası Arap olan, annesi
- Arap olmayan çoğunlukla da köle olan Yan Araplar, yalnızca belli makamlara
- gelebiliyorlar, en üst düzeylere çıkamıyorlardı. Örneğin, Emevi prensi Maslama,
- Emevi halifelerinin en büyüklerinden birinin oğluydu ve başarılı bir komutandı
- ama annesi bir köle olduğu için tahttan uzak kalmıştı.
- Yarı Araplar’dan sonra Arap olmayan dönmeler, onlardan sonra da nüfusun
- çoğunluğunu oluşturan Müslüman olmayanlar geliyordu. Ancak Arap
- olmayanlar, Müslümanlığı benimsemiş olup olmamalarına bakılmaksızın, askeri
- ve siyasi yönetimde yer alamamalarına rağmen Emeviye hükümetinde çok
- önemli roller oynuyorlardı. Sonraki tarihçilerin Emeviler’i suçladıktan bir
- uzlaşmayla vergi ve yönetim gibi çeşitli konularda Îslami görüşlerden
- vazgeçilerek merkezde ve de eyaletlerde îslami halifelik tarafından çökertilen
- imparatorlukların yapısına, yöntemlerine ve özellikle de personeline dayalı bir
- hükümet düzeni kurulmuştu.
- Çok zor geçirilen bu süreç, ahlaki ve silahlı direnişlere yol açmıştır. Silahlı
- direnişleri, Emevi halifeliğini dini açıdan eleştiren, tarikat şeklindeki iki grup
- gerçekleştirmiştir. Bunlardan biri Hariciler’di. Haricilik, Hz. Ali yanlılarından
- küçük bir .grubun ilk iç savaşta ondan ayrılarak ona karşı çıkmasıyla
- başlamıştı. Hz. Ali’yi bunlardan biri öldürmüştü. Hariciler, Emeviler’e
- ve onlardan sonra gelenlere muhalefet etmeyi sürdürdüler. Hariciler aşiret
- bağımsızlığının en aşın noktasında duruyorlardı. Kendilerinin verdiği ve
- istediklerinde geri alabilecekleri onaylarından kaynaklanmayan bir otoriteyi
- kabul etmiyorlar ve doğumu ile kökeni ne olursa olsun, müminler tarafından
- seçilecek her müminin halife olabileceğini iddia ediyorlardı. Şiiler'in
- görüşleri tam tersineydi ve halifeliğin Hz. Muhammed’in soyundan gelenlere ait
- ilahi bir hak olduğunu ileri sürüyorlardı. İki taraf da kurulu düzeni yıkıp yerine
- yeni ve daha gerçek İslamcı bir düzen kurmaya yönelik ve çoğunlukla tehlikeli
- isyanlar çıkarıyordu.
- Bu isyanlardan biriyle ikinci iç savaş başladı. İsyan askeri ve siyasi etkisi
- açısından küçük olmasına karşın, dini ve de tarihi açıdan çok büyük bir öneme
- sahiptir. 680’de Hz. Ali’nin oğlu ve Hz. Muhammed’in torunu Hüseyin, Irak’taki
- bir isyanın önderliğini yaptı. Kerbela’da Muharrem ayının onuncu günü
- Hüseyin’in ailesi ve destekçileri bir Emevi gücüyle girdikleri savaşta yenildiler.
- Savaşta ve sonrasında yetmişten fazla kişi öldürüldü, bu gruptan yalnız
- Hüseyin’in oğlu Ali ölmedi ve olayı aktarabildi. Şiiler’in İslam tarihi görüşlerini
- değiştiren Kerbela katliamı nedeniyle Muharrem ayırım onuncu günü Şiiler’in
- dini takvimine önemli bir gün olarak geçti. Bu günde Şiiler, Hz. Muhammed’in
- ailesinin şehit olmasını, öldürenlerin kötülüklerini ve kurtaramayanların
- pişmanlıklarını anmak için özveri, kefaret ve suçluluk temalı dini törenler
- düzenlerler. Şii ve Sünni Müslüman öğretileri arasındaki farklar, Hıristiyanlığın
- rakip kiliselerini bölen farklardan çok daha az ve önemsizdir. Şiiler’in zulüm ve
- şehitlik duygulan, yüzyıllar boyunca gaspçı kabul ettikleri hükümdarların
- egemenliğinde bir azınlık şeklinde yaşamaları, Sünni devlet ile aralarında
- psikolojik bir engel oluşturmuş, bu yüzden siyasi, dini tavır ve davranışlarında
- farklılık yaratmıştır.
- Kerbela katliamı siyasi bir parti olan Şia'nın dini bir mezhebe dönüşmesini
- hızlandırdı ve ikinci iç savaşa şiddet ve kırgınlık kattı. Yeniden Halifelik
- toprakları yıllar boyu süren bir savaşla parçalanmasında Araplar’ın
- dışındakilerin de katkısı oldu. Bu nedenle Ali yanlılarının isyanı o anda olmasa
- da, daha sonra en tehlikesi olmuştur. 685 yılında başa gelen Emevi halifesi
- Abdülmelik’in karşısındaki en ciddi tehdit Abdullah ibn al-Zübeyr ve Muşab
- kardeşlerin isyanı oldu. 683 yılında Abdullah Hicaz’da kendini halife ilan etti,
- bir süre gücünü Irak’a dek yaydı imparatorluğun öteki eyaletlerinde de bir
- ölçüde tanındı.Abdülmelik ancak Abdullah’ın 692 yılında ölmesinin ardından
- muhalefetin üstesinden gelerek, monarşik olmaya yolunda ilerleyen devlet
- gücünü hakim kılmayı başardı.
- Abdülmelik (685-705) ve ondan sonra gelenlerin en başarılısı olan Hişam
- (724-743) zamanında Arap tarihçiler tarafından “düzenleme ve örgütlenme”
- olarak tanımlanan çok önemli gelişmeler oldu. Persler’den ve Bizans’tan alman
- eski yönetim sistemine yeni bir imparatorluk düzeni getirildi. Yönetim ve
- muhasebe dili olarak Yunanca ve Farsça'nın yerine Arapça geçti. Arap tarihinde
- bu reformları Abdülmelik’in gerçekleştirmiş olduğu kesin kanıtlan ile sunulur.
- 694’te Abdülmelik yeni bir halifelik altını yaptırmasının büyük yankılan oldu.
- Roma imparatorlarından miras alınan bir Bizans yöntemi olan altın
- sikke dünyada başka kimsede yoktu. Araplar’ın o güne dek yalnızca gümüş
- sikkeleri olmuştu, bunları da eski Pers ve Bizans eyaletlerinde buldukları
- darphanelerde basılırlardı. Altın sikkeler eskisinden çok farklı değildi ve
- yalnızca hükümdarların değişmesiyle değişiyorlardı. Araplar, Bizans’tan altın
- sikke ithal etmeyi de sürdürüyorlardı. Bizans imparatoru, Abdülmelik’in attın
- dinarlarını bir meydan okuma olarak gördü ve buna savaşla karşılık verdi. Altın
- sikkelerin üzerindeki Kuran ayetleri bu meydan okumayı açıkça göstermiştir:
- Allah'tan başka tanrı yoktur, Hz. Muhammed onun resulüdür. (9:33) Allah
- birdir. Allah uludur. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. (112:1-3)
- Bu Kuran ayetleri, Hıristiyan öğretilerine doğrudan meydan okuyordu ve
- hicretin 720 yılında (691-92) Abdülmelik tarafından Kudüs’ün ibadet tepesinde
- yaptırılan Kubbet-üs Sahra’da da yer alıyordu. Cami ve yazıtları dini bir amacı
- gösterirken,üzerinde halifenin adının olduğu kilometre taşları ile yapılan yeni
- yollar da bir imparatorluk amacını göstermekteydi. Para ise her iki amaca da
- hizmet ediyordu. Artık Bizans İmparatorluğu’nun ve Hıristiyanlığın iddialarına
- meydan okuyacak yeni bir evrensel devlet ve dünya dini ortaya çıkmış oluyordu.
- İslam tarihindeki ilk büyük dini bina, yarımdaki Mescid-ül Aksa ile beraber.
- Kubbet-üs Sahra’dır. Artık uyarlama, ödünç alma ve düzeltme zamanı geride
- kalmış, yeni bir dönem başlamıştı. Emevi halifeleri Pers ve Roma
- imparatorluklarından bağımsız yeni bir evrensel devletti ve İslamiyet,
- Hıristiyanlığın devamı değil, yeni bir evrensel dindi. Kubbet-üs Sahra’nın
- konumu, şekli, en çok da süslemeleri amacım açıkça göstermektedir. Boyutu ve
- şekliyle Hıristiyan kilisesiyle yarışarak onu geçmesinin amaçlandığı
- anlaşılmaktadır. Cami İslamiyet’ten önceki dinler Hıristiyanlık ve Musevilik için
- dünyadaki en kutsal yerde, Kudüs’te yapılmıştı.
- Kudüs’ün seçilmiş olması önemli bir noktadır. Kuran’da Kudüs’ten hiç söz
- edilmemiştir. İlk Müslüman metinlerinde Kudüs „ adı kullanılmamış,
- Abdülmelik’in kilometre taşlan konusunda olduğu gibi ondan söz edilirken,
- şehirdeki Musevi ve Hıristiyan izlerini silmek amacıyla Romalılar’ın verdiği
- Aelia adı kullanılmıştır. İslamiyet’in ilk mabedi için Kudüs’te seçilen yer daha
- da önemlidir. Cami hem Hıristiyanlığın hem de Museviliğin kutsal tarihindeki
- önemli olaylarının geçtiği Tapınak Tepesi’ne yapılmıştır. Musevi inancına göre
- Hz. İbrahim oğlunu oradaki kaya üzerinde kurban etmek istemişti, aynı yerde
- daha sonra da Süleyman tapınağının mihrabı bulunmaktaydı. Abdülmelik camiyi
- buraya yapürarak, onun son dinin mabedi olduğunu, Süleyman’ın tapınağının
- yerine geçmesiyle de Hıristiyanlar’a ve Museviler’e vaat edilen vahiylerin
- devam ettiğini ve onların yanlışlarının düzelttiğini anlatmak istemiştir.
- Caminin içini süslemek için seçilen ayetler ve diğer yazılar da bu amaçlan
- desteklemektedir. Özellikle “La ilahe illallah” ayetinin sıkça yinelenmesi,
- Hıristiyanlar’ın Teslis öğretisinin reddedildiğini anlatmaktadır ve bu öteki
- yazıtlarda da görülmektedir:
- "Oğlu ve ortağı bulunmayan Allah 'a şükürler olsun ki O’nun kendini
- koruyacak kimseye ihtiyacı yoktur!"
- 112. sure sıkça yinelenen bir başka yazıttır: “O, Allah'tır, tektir. Allah’tır,
- uludur. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır.O’nun eşi ve benzeri yoktur,
- olamaz. "Başka bir ayet de önceki vahiyleri alanlar için bir uyandır (Kuran 3:18-
- 19):
- “Ey inananlar! Dininizde aşırılık yapmayın: Allah hakkında yalnızca
- gerçeği söyleyin. Meryem'in oğlu İsa, Allah’ın gerçekten
- peygamberiydi... Allah'a ve peygamberlerine inanın. "Üç" demeyin. Bundan
- vazgeçin, sizin için en iyi olan budur. Allah tektir, oğlu yoktur.”
- Başka bir ayet de yanlış yolda olan Musevileri ve Hıristiyanları uyarmaktadır
- (Kuran 3:18-19):
- “Allah 'tan başka Allah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar
- etmişlerdir. Evet, mutlak güç ve hikmet sahibi Allah 'tan başka ilah yoktur.
- Allah'ın nezdinde hak dini İslam'dır... Allah'ın ayetlerini inkar edenler
- bilmelidirler ki, Allah ’ın hesabı çabuktur."
- Bunların dini anlamlarının yanında siyasi anlamları da vardır. Yalnızca din
- imparatorluğu haldi yapar ve dini imparatorluk devam ettirebilir.Allah,resulü
- Muhammed ve halifesi aracılığıyla dünyaya yeni bir düzen göndermiştir.
- Abdülmelik yeni din ile bu dinin dünyadaki liderine adanmış olan yapısıyla
- İslam ile müjdeci dinler arasındaki ilişkiyi doğruluyor, bununla birlikte yeni
- dinin diğer dinlerin düştüğü yanlışları düzeltmek ve üstlerine çıkmak üzere
- gönderildiğini net olarak ifade ediyordu.
- Abdülmelik’in ardından başa gelen oğlu halife Velid de Büyük Şam Camii
- yaptırırken aynı düşüncelerden yola çıkmış olmalıdır.X.yy coğrafyacısı elMukaddesi ilginç bir konuşmadan söz eder:
- 3
- ‘Amcama bir gün dedim ki: Halife Velid’in Müslümanlar’ın parasını Şam
- camiine harcaması yanlıştı. Bu parayı su depolarının, kalelerin ve yolların
- tamirine harcaması çok daha uygun ve yararlı olurdu. Amcam şöyle yanıtladı:
- Oğlum, böyle düşünme. Velid önemli bir şey yaptı.Hıristiyanların ülkesi
- Suriye’nin güzel ve çekici kiliselerle dolu olduğunu görünce, Müslümanların
- bu kiliselere ilgi göstermemesi için dünyanın harikalarından biri olan bu
- camiyi yaptırdı. Abdülmelik de kilisenin büyük ve hakim kubbesini görünce,
- onun Müslümanlar'ın etkileyeceğinden korkmuş ve bir kayanın üzerine
- Kubbet-üs Sabra'yı yaptırmıştı. ”
- Büyük olasılıkla bu büyük cami ve onun Süleyman'ın tapınağını
- anımsatması' nedeniyle bir dönem Kudüs, tapınağın Tevrat’taki adı İbranice
- Baytha-Mikdaş'la akrabalığı açıkça görülen Beyt al-Maqdis adı ile tanındı.
- Sonraları bu ad, Aelia daal-Quds, “kutsal şehir” olarak tarımdı. Kuran’da bir
- ayet (17:1) Allah'ın bir gece Hz. Muhammed’i Mekke’deki Mescid-i Haram’dan
- en uzak camiye (Arapçası el-Mescid ül-Aksa) götürdüğünü yazar. Eski bir
- görüşe göre “en uzak cami”cennette, başka bir görüşe göre ise Kudüs’tedir.
- Müslümanlar ikinci görüşü benimsemişlerdir. Bu ayet Kubbet-üs Sahra’da
- bulunmaz. Eski başka bir hadisle de İslamiyet’te Kudüs’e kutsallık tanınmaması
- tam bir çelişki oluşturmaktadır. Bu hadis yalnız Mekke ile Medine’nin kutsal
- olduğunu söylemektedir. Bu tartışma yüzyıllarca devam etmiş ve modern
- çağlarda Kudüs’ün de kutsal olduğu görüşüne varılmıştır.
- Amman’ın seksen kilometre doğusunda Ürdün çölündeki bir av köşkü olan
- Kuseyr Amra’daki bir duvar resmi daha siyasi bir mesaj vermektedir. Tahmini
- olarak VII. yy’dan kalan resimde, altı tane kafir hükümdar oturmuş durumdaki
- halifeye itaat ederken resmedilmiştir. Hem Arap hem Yunan alfabesiyle yazılmış
- olan hükümdarların adlarından dördü açıkça okuna-bilmektedir: Sezar, Bizans
- imparatoru; Roderik, Arapların 711 yılında yenilgiye uğrattığı İspanya’NIn son
- Vizigot kralı; Krezüs, Pers İmparatoru ve Habeşistan imparatoru. Diğer iki resim
- bozulduğu için tanınmayacak haldedir ama bunların bir Türk ya da Hint prensi
- ve Çin imparatoruna ait olma ihtimali vardır. Bu resimlerin ilginç olan yanı, o
- dönemde yenilgiye uğratılmış krallar hor görülen esirler şeklinde gösterildiği
- halde, burada itaat eden hükümdarlar şeklinde gösterilmesidir. Ancak bu defa
- anlatılmak istenen fetih değildir (Habeşistan ve Çin fethedilmemişti),
- İslamiyet’in üstünlüğünün, Müslüman halifesinin liderliğinin ve herkesin
- efendisi olduğunun dünya hükümdarları tarafından kabul edildiğidir.
- Son Emeviler zamanında halifelerle danışmanları miras aldıkları bazı parasal
- sistemleri yeni bir İslami vergi sistemi haline getirmek için uğraştılar. Sonraki
- belgelere göre tüm Emeviler tarafından “kral” kabul edilen, “dindar halife"
- Ömer ibn Ab-dülaziz’e bir anahtar rolü verilmiştir. Ancak bu durumdan
- şikayetler' tükenmek bilmemiş, yarı Arapların ve Arap olmayan Müslümanların
- sayılarının, hızla artmasıyla birlikte olumsuz görüşler de. çoğalmıştı.
- Edebiyatta da sıkça görülen bir anlayışa göre, silahlı" direniş yapmayan ve
- alternatif bir öğreti iddiasında olmayanlar arasında bile, İslam tarihi yanlış bir
- yöne girmişti ve toplumun liderleri tarafından günaha yönlendiriliyordu.
- Gerçekten dindar bir Müslüman açısından bu durum aşağılayıcı ve değersiz
- gördüğü devlet hizmetinden geri çekilmişti. Devrimci bir değişikliğin tam
- sırasıydı ve İslamiyet’in yükselişi derin anlamıyla bir tür devrim niteliği
- taşıyordu. Yeni din var olan öğretilerin ve kiliselerin ötesindeydi. Ondan önce
- gelen iki dinin devamı değildi. Onları aşan bir kitap getirmişti. Fetihlerle birlikte
- başa geçen yeni hükümdarlar eski dini, toplumsal ve siyasi düzeni yıkarak yerine
- yenisini getirmişlerdi. İdeal İslam'da ruhban sınıfı, kilise, krallar, soylular,
- ayrıcalıklı sınıflar bulunmuyordu. Ancak dine gerçekten inanmış olanların onu
- bilinçli olarak kabul etmeyenlerden, erkeğin kadından ve efendinin köleden
- üstün olması şeklinde bazı doğal ve toplumsal gerçeklikler vardı. Yeni din, bu
- eşitsizlikleri bile yumuşatıyor ve insancıllaştırılıyordu. Eski dünyanın tam
- tersine İslamiyet’te köle artık mal değil insan olarak görülüyor, hukuki ve
- ahlaksal bir statü kazanıyordu. Henüz kadınlar çok eşlilik ve cariyelikten
- kurtulamamışlardı, öte yandan da sahip oldukları mülkiyet haklan Batı’da
- modern çağlara dek görülmemişti. Müslüman olmayanlar bile çeşitli toplumsal
- ve maddi zorluklan olmasına karşın Ortaçağ’da,hatta günümüz Hıristiyanlığında
- bile görülmeyen bir güvenlikten ve hoşgörüden yararlanıyorlardı.
- Arap savaşçılarının fetihlerde kazanılan ganimeti, eşit olmasa da, paylaşma
- ilkeleri vardı. Çoğunluğu daha fazla ve bazen de çatışan ayrıcalıklar talep eder
- ve bunları elde ederlerdi.Aşiretler, vahalarda, otlaklarda yaşayanlar, büyük
- malikaneler, Mekke tüccarları da büyük şehirlerin zengin ticaret olanaklarından
- faydalanmak istiyorlardı. Halife hükümetlerine, özellikle de üçüncü halife Hz.
- Osman’a yöneltilen şikayetle İslam’ın gereksinimlerinden daha çok, bu grupların
- gereksinimleriyle ilgiliydi.
- Her çeşit otorite göçebeliğin verdiği özgürlüğe alışkın insanlara yabana
- geliyor, sıkıntı veriyordu. Devletin ve yöneticilerinin artan güçleri İslamiyet’in
- asıl mesajına bir ihanet olarak görülüyordu. Dindarlara ve isyancılara göre amacı
- İslamiyet’e hizmet etmek olan halifelik bu mesajı sürdürmek ve yaymak için
- kurulmuştu ve ona otoritesini sağlayan, Müslümanların özgür iradeleriyle
- verdikleri ve geri alabilecekleri onaylarıydı. Onların çoğunluğuna göre devlet
- ise, İslamiyet yerine devleti ve öteki alanları, İslamiyet’in yıkıp yerlerini aldığı
- eski imparatorlukların yöntemlerine hızla daha çok benzeyen yöntemlerle
- yöneten zengin ve güçlü küçük insan gruplarının çıkarlarına hizmet eder
- durumdaydı. Bazıları bu olayı meşru otoriteye karşı bir başkaldırı eylemi olarak
- görüyor ve yasalara göre en ağır biçimde cezalandırılması gerektiğini
- düşünüyorlardı. Bazılarına göre de, bu bir cinayet değil, infazdı ve İslam
- toplumunun en üst makamını kötüye kullanan (Şiiler’e göre gaspeden) birine
- verilmesi gereken adil bir cezaydı. Bu tartışma, sonraki yüzyıllar boyu çeşitli
- biçimleriyle Müslüman siyaset kuramını ve uygulamasını etkileyecekti.
- İlk zamanlarda halifelik, kimin nasıl hüküm süreceği, asıl İslam'ın tanımı ve
- tekrar canlandırılması konuları ortaya atılmıştır. Yalnızca devletin
- güçlendirilmesi toplumun birliğini sağlayabilirdi, öte yandan da güçlenen İslam
- devletinin İslamiyet’in etik ve toplumsal inançlarından pek çok ödün vermesi
- gerekmişti. Bu süreçte sert ve sürekli bir direniş oldu. Direniş isyancıların
- iktidarı ele geçirmeleri açısından bazen başarılı oldu ama zafer isyancıların da,
- devletin de olsa, her durumda devletin gücü daha da pekişerek İslami devlet
- idealinden uzaklaşıp eski Ortadoğu tarzındaki merkezi otokrasiye doğru bir'adım
- daha gidiyordu. Direniş döneminde birtakım dini mezhepler ortaya çıktı. Bu
- mezheplerin farklı öğretileri ve destekçileri olduğu halde, ortak amaçlan
- İslamiyet kurucularının köklü etkinliğini geri getirmekti. Başlangıçta Müslüman
- ve Arap yaklaşık olarak aynı anlama gelirken, yaşanan dini mücadeleler bir
- Arap iç savaşıydı. Sonralan ise, İslamiyet fethedilen topraklarda yaşayan halklar
- arasında giderek yayılmış ve dönmelerin bu hareketlerde etkinlikleri hızla
- artmış, bazen de hakim rol almışlardır. İslam imparatorluğundaki büyük köklü
- hareketlerin tümünün İslamiyet’e karşı değil, İslamiyet’in içinde olması, İslami
- düşüncenin süregelen devrimci gücünün ve evrensel çabasının bir kanıtıdır.
- 743 yılında Hişam’ın ölümünün ardından gelen dört kısa hükümdarlık ile
- Emevi halifeliğinin hızlı sonu gelmiştir. Çıkan aşiret kavgaları, yoğunlaşan Şii
- ve Harici mezhepçiliği ve İran’ın doğudaki Horasan eyaletinde başlayan güçlü
- yeni bir muhalefet sonucunda halifelik Suriye’de bile sorgulanan, diğer yerlerde
- ise önemsenmeyen bir duruma gelmiştir. Sonuncu Emevi hükümdarı II.Mervan
- (744-750) yetenekliydi ama hanedanı kurtarabilmesi için artık çok geç olmuştu.
- Doğuda İslamiyet tarihinde yeni bir hanedan, yeni bir güç ve yeni bir çağ
- doğmaya başlamıştı.
- 4. BÖLÜM
- ABBASÎ HALÎFELÎĞÎ
- Azat edilmiş Pers bir köle ve militan bir mezhebin lideri olan Ebu Müslim 9
- Haziran 747 tarihine karşılık gelen Hicri 25 Ramazan 129 tarihinde, İran’ın doğu
- eyaleti Horasan’da kara isyan bayraklarını açü. Ebu Müslim ve ondan öncekiler
- neredeyse otuz yıldır eylemlerine devam ediyor, dinsiz Emeviler’i suçluyor, Hz.
- Muhammed’in akrabalarının, özellikle amcası Abbas’ın soyundan gelen
- Abbasiler’in iddialarını sürdürüyorlardı. Ebu Müslim’in hazır bir dinleyici kitlesi
- vardı. İran’daki Müslüman halk Emevi hakimiyetinin neden olduğu
- eşitsizliklerle eziliyordu. Uzun bir zaman ikamet ederek yarı yarıya Persleşen
- Arap ordusu ve yeni yerleşimciler, isyancılar zafer kazanmak üzereyken bile
- aşiret kavgalarına devam ediyorlardı. Ebu Müslim, çok geçmeden hem Araplann
- ve Arap olmayanların desteği sayesinde Horasan’ı ele geçirip İran üzerinden
- batıya doğru eski Irak eyaletine yürüdü. 749’da orduları Fırat’ı geçtiler ve başka
- bir Emevi gücüne karşı da zafer kazandılar. Kufe’deki askerler mezhebin lideri
- Ebul Abbas’ı halife ilan ederek ona el-Saffah unvanını verdiler. 749 ve 750’de
- Suriye’de ve Irak’ta kazanılan başka zaferler Emeviler’in sonu hazırladı.
- Böylece kısa sürede yeni halifenin otoritesi İslam imparatorluğunun tamamına
- yayıldı.
- Sonucu Abbasi halifelerinin Emeviler’in yerine iktidara gelmesi olan bu
- mücadele sıradan bir hanedan değişimi değil, İslam tarihinde bir devrimdi.
- Gerek-İslam gerek de Batı tarihçileri, Abbasi zaferinin bu özeliğini kabul
- etmiş ve konuya açıklık kazandırmak' için çok çaba harcamışlardır. Tarihin milli
- ve de ırkçı kuramlarının etkisinde kalanlar, Abbasiler’in iktidara gelmelerini,
- İranlılar’ın Araplara karşı kazandıkları bir zafer, Emevi Arap Krallığı’nın
- devrilmesi ve İranlaşmış İslamiyet etiketiyle yeni bir İran imparatorluğunun
- doğması olarak görmüşlerdir.
- Hem isyan öncülerinin hem de yeni devlet düzeninin önde gelenleri arasında
- İranlılar’ın çoğunluğu ve Abbasi siyasi kültüründe güçlü bir İran öğesinin olması
- ilk bakışta bu görüşü destekleyecek bazı göstergelerdir ama sonraki
- araştırmalarla tarihçiler Araplar’ın yenilgisi ve İranlılar’ın zaferi kuramları başta
- olmak üzere bazı önemli konuları değiştirmişlerdir.19.yy’da Batılı ve 20.yy’da
- İranlı bazı bilim adamları “İran Milli Bilinci”nin ifadesi biçiminde düşünülen
- Şiiliğin kökeninin gerçekte Arap olduğunu ortaya koymuşlardır. Güney Irak’tâki
- karma nüfusta Şiilik çok güçlüydü. Şiiliği İran’a Arap sömürgecileri getirmiş ve
- uzun zaman destek olmuşlardı.
- İranlılar’ın yanı sıra Araplar da Abbasi yanlısı harekette bulunuyordu ve
- aralannda komutanlar, liderler de yer alıyorlardı. Ebu Müslim’in isyanı Araplara
- karşı değil, Emevi yönetimi ve Suriye üstünlüğüne karşıydı. Kuşkusuz etnik
- düşmanlıklar etkili olmuş ve kazananlar arasında İranlılar’ın önemli bir yeri
- vardı. Ancak bu hareket hilafet üzerinde hak iddia eden bir Arap içindi ve bir
- Arap hanedanı başa geçmişti. Kazanılan zaferin ardından devletin üst düzey
- görevlere Araplar getirilmiş, Arapça tek kültür ve devlet dili olarak kalmıştı.
- Arap toprakları mali açıdan ayrıcalıklıydı ve toplumsal açıdan Arap üstünlüğü
- öğretisi devam ettiriliyordu. Araplar yalnızca iktidar gücünden değil, artık
- başkalarıyla ve özellikle de yarım kan kardeşleriyle paylaşmak zorunda
- kaldıkları iktidarın olanaklarından olmuşlardı. Emeviler zamanında devletin en
- üst düzey görevleri, yalnızca anne baba tarafından Arap olanlara verilirdi;
- Abbasiler zamanında hükümdarın gözdesi olarak saygınlık ve güç kazanılan
- halifelik sarayında yükselenler, yalnızca yarım kan Araplar değil, İranlılar ve
- başkalarıydı da. Arap krallığının ömrü, Arap savaşçılarının ayrıcalıklı sınıf
- konumundan uzaklaşma-lan ve hem başkentte hem de eyaletlerdeki özerk yerel
- hanedanlarda Türkler’in iktidara geçmesiyle sona erer.
- Devrimlerin çoğunda olduğu gibi büyük değişiklikler çok yavaş
- gerçekleşmiş ve hem siyasi değişikliklerden önce hem de sonra gelmiştir. Son
- Emevi halifesi H. Mervan’ın annesi bir Kürt köleydi, I. Abbasi halifesi elSaffah’ın annesi özgür bir Araptı, bu yüzden de kardeşi yerine o tercih edilmişti.
- Ancak annesi bir Berberi köle olan kardeşi, ondan sonra yerini almıştır ve el
- Mansur (754-775) adı ile çeşitli yönlerden Abbasi yüceliğinin kurucusu
- sayılmıştır. Birkaç istisna hariç onun yerine geçenlerin ve sonraki Müslüman
- hanedan liderlerinin babalan çoğunlukla ünlü ve hükümdar, anneleri de genelde
- adsız ve yabancı kölelerdir.
- Abbasi zaferinin önemini zaferi kazandıran hareketten çok, onu izleyen
- değişikler göstermektedir. İlk sıradaki ve en önemli değişiklik başkentin, yüz yıl
- boyunca Emeviler'in hüküm sürdüğü Suriye’den, eski Ortadoğu’nun büyük
- kozmopolit imparatorluklarının ağırlık merkezi olan Irak’a taşınması
- olmuştur.I.Abbasi halifesi el-Saffah, Fırat üzerinde geçici bir başkent kurmuş,
- ondan sonraki halife el-Mansur da, Dicle’nin batı kıyısında yeni bir kalıcı
- başkent kurmuştu. Yeni başkent, eski Sasani Pers başkenti Ktesiphon'un
- yakınlarında ve ticaret yollarının kavşağında yer alıyordu.
- Resmi adı Medinet-ül Salam (Barış Şehri) olan yeni başkent, genellikle daha
- önce aynı yerde bulunan küçük Bağdat şehrinin adıyla anılıyordu. İslam
- dünyasının büyük bölümünün liderleri olarak Abbasi Hanedanı halifeleri beş yüz
- yıl -boyunca Bağdat’ta hüküm sürdüler. Başlangıçta imparatorluğun
- gerçek hükümdarları olan halifeler, sonraları hızlı bir siyasi yıkımın ardından,
- etkin güç başkalarının genelde de askeri hükümdarların elindeyken sözde hüküm
- sürdüler.
- Abbasiler, iktidarı kendilerinden önce ve sonra gerçekleşen devrimci bir
- hareketin sonucunda ele geçiren başkaları gibi, bir süre sonra onlara destek
- olanların istekleri ve amaçlan ile imparatorluğun ve hükümetin gereksinimleri
- arasında bir tercih yapmak zorunda kaldılar. Uzlaşmayı ve sürekliliği tercih
- ettiler. Bazı kırgınlık ve kızgınlıklarla uğraşmak zorunda kaldılar, Abbasi
- zaferinin mimarı Ebu Müslim ile yakınında bulunanların pek çoğu öldürüldü.
- Yaptıkları bu tercih aşınlık yanlılarını ve radikalleri uzaklaştırmış ve kendilerine
- başka çıkış yolları aramalarına yol açmıştır. Ancak bu tercihleri
- Müslümanların çoğunluğunu memnun etmiş ve El Mansur’un yabancı savaşlarla
- iç isyanlan bastırmasını sağlamış, parlak ve uzun bir hükümdarlık döneminde
- Abbasi devletinin temellerini atmasına olanak tanımıştır.
- Bu görevi yerine getirirken El Mansuria Abbasi egemenliğinin ilk elli yılında
- önemli bir etkisi olacak İranlı olarak bilinen Bermekiler adlı bir aile yardım
- etmişti. Bermekiler, aslında Belh şehrindeki Budist rahiplerin soyundan gelen
- Orta Asya İranlıları idi. Halid el-Bermeki, Bağdat kurulduktan kısa süre sonra el
- Mansur’un başveziri olmuştu. Onun yerine,onun soyundan gelenler vezirler
- olarak, 803’te Harun Reşid’in hükümdarlığında gözden düştükleri zamana dek
- imparatorluğu yönetip geliştirmişlerdir.
- Başkent İran’daki eski uygarlık merkezleri civarına nakledilmişti. Arapların
- iktidardaki tekeli son bulmuş ve ileri gelen yöneticilerin arasında İslâmlaşmış
- İranlılar yer almaya başlamışlardı. Siyasette daha fazla deneyimli olan îranlılar
- yönetimin her konumunda bulunuyorlardı, devletin yönetimi yalnızca halifenin
- üstün otoritesine bağlı olan vezirlerdeydi. Böylece doğal olarak İran’ın etkisi
- daha da arttı.
- Sasani gelenekleri yeniden hayata geçirildi, Sasani metinleri Arapça’ya
- çevrildi, devlet yönetiminde ve saray törenlerinde Sasani-Pers örnekleri alındı.
- Bu durum, Arap aşiret geleneğinden büyük ölçüde uzaklaşılması anlamına
- geliyordu. Ancak bu;gelenek her iki durum için de yeterli bir kılavuz değildi. İlk
- kez İslam devletinde Pers örneğine göre kalıcı ordunun kurulmasıyla, hanedanın
- artık Arap aşiretlerinden gelen askerlere bağımlı olmaması, başkentte Arap
- etkisini daha da azalttı.
- İlk Abbasi halifeleri pek çok açıdan kendilerinden öncekilerin politikalarını
- geliştirerek devam ettirdiler. Son Emeviler zamanında açıkça ortada plan bazı
- değişikliklere hızla devam edildi. Bundan böyle halife Arap aşiret reislerinin
- istikrarsız onaylarıyla hüküm süren bir Arap “süper şeyhi” değil, eski Ortadoğu
- tarzında bir otokrattı. İlahi kökenli olduğunu ileri sürdüğü, otoritesini silahlı
- güçleriyle sağlıyor, hızla büyüyen ve geniş bir bürokrasi sayesinde hüküm
- sürüyordu. Bu noktada,Abbasiler Emeviler’den daha güçlü olmalarına karşın,
- dini bir hiyerarşinin ve feodal sınıfların desteği olmadığı için eski despotlardan
- daha güçsüzdüler. Bir de inançlarının temel bir kuralına uygun olarak
- kaldıramayacakları ve değiştiremeyecekleri ilahi bir kanuna bağlıydılar.
- Halifeler bu durumun telafisi ve güçsüzleşen Arap etnik bağının yerine
- geçmesi için İslam muhafazakarlığını ve kimliğini vurguladılar; farklı insanların
- yaşadığı büyük imparatorluklarına ortak bir din ve kültür birliği sağlamak için
- uğraştılar. Sasani örneğinden hareketle halifeliğin işlevlerini ve otoritesini dine
- dayandırdılar, kabul gören ilahiyatçıların yönlendirmesiyle devlet düzenini resmi
- bir din temsilcileri sınıfıyla desteklemeye çalıştılar. Bu toplumsal açıdan
- ruhbanlıktı. Bu amaçlan doğrultusunda halifeler kutsal Medine ve Mekke
- şehirlerini yeniden kurdular, Irak’tan buralara haçlı seferleri yaptılar. Bazı
- Müslüman mezhepleriyle bu dönemde pek çok taraftar kazanmış olan Maniciliği
- araştırmaya başladılar. Halife el-Memun (813-833) ve ondan sonra gelenler
- Mutezile adlı dini ekolün öğretisini devletin resmi öğretisi olarak benimsetmeye
- çabaladılar ve öteki öğretilere inananlara zulmettiler. Ancak bu çabalan başarılı
- olamadı ve başkaldıran Türk askerlerine karşı destek arayan el-Mütevekkil (847-
- 861) Mutezile öğretisinden vazgeçerek genel Sünni görüşünü benimsedi. Sünni
- ulema ve Sünnilik, adaletli Sünni bir halife varken bile, öğretilerinden taviz
- vermeden, hükümdarın istediğine direnecek ve üstesinden gelecek güçteydi.
- Başarılı olamayan Devletçi İslami girişim bir daha denenmedi.El-
- Mütevekkil’den sonra Abbasi!er en koyu dindarlığı resmi olarak kabul ettiler ve
- sonra da hiçbir hanedan açıkça İslam dini kurumuna öğreti dayatmayı denemedi.
- Abbasi gücünün ulaştığı en tepe nokta olarak kabul edilen Harun Reşid’in
- hükümdarlığı dönemi (786-809), aslında çöküşün ilk izlerini de taşımaktaydı. Bu
- izlerden biri, ondan önceki hükümdarlar zamanında halifeliğin siyasi otoritesinin
- taşrada hızla zayıflamasıdır. Abbasi hakimiyetini yalnızca ismen tanıyan,
- Batıdaki Kuzey Afrika ve İspanya (756-800), kendi kendilerini yöneten hemen
- hemen bağımsız ülkelerdi. Bağdat’tan gönderilen Türk valisi Ahmed bin Tulun
- bağımsızlığını ilan;edip iktidarını Suriye’ye de taşıyınca 868’de Mısır da
- düştü. Onun hanedanından sonra aynı kökenli diğer bir Türk hanedanı başa geçti
- ve kısa bir dönem dışında Mısır, bir daha Bağdat’tan yönetilmedi. Mısır’da
- bağımsız bir siyasi gücün oluşması ve zaman zaman Suriye’de de hüküm
- sürmesi sonucunda Irak ve Suriye arasında kimsesiz bir bölge ortaya çıktı ve çöl
- kıyısında yaşayan Bedevi Araplar yitirdikleri bağımsızlıklarını yeniden
- kazanmak için buraları işgal ettiler. Bedevi Araplar, Suriye ve Mezopotamya'nın
- iskan edilmiş bölgelerine de girip şehirleri ele geçirerek geçici hanedanlar
- kurmaya başladılar.
- Bu yıkım doğuda daha farklı şekillerde oldu. Harun Reşid’in hükümdarlığı
- döneminde Bermekiler’in ortadan kaldırılması ve Harun Reşid’in iktidar
- dizginlerini ele geçirmesiyle sonuçlanan iç karışıklıklar sırasında Abbasi
- halifelerle İranlı destekçilerin ittifakı sarsıldı. Harun Reşid öldükten sonra
- oğulları el-Memun ile el-Emin arasında çıkan çatışmalar iç savaşa dönüştü. ElEmin’in gücü Irak’ta ve başkentte, el-Memun’un gücü de İran’daydı. Bu iç savaş
- İranlılar ile Araplar arasında milli bir savaşa dönüştü ve zaferi İranlılar kazandı.
- Aslında bu Irak ile İran arasındaki milli bir rekabetten daha çok, önceki dönemin
- toplumsal çalkantılarının devamıydı. Memun doğu desteğine de güvenerek
- başkenti Bağdat’dan Merv’e taşımak istedi ama Bağdat ve hak halkının güçlü
- muhalefetiyle karşılaşarak vazgeçmek zorunda kaldı. Bundan sonra İran
- emellerinin çıkış yolu yerel özerk hanedanlar oldu. 820’de Memun’un İranlı
- generali Tahir, Horasan’da hemen hemen bağımsız bir hanedan kurarak Sünni
- İslam’ın başı olarak halifenin sözde hakimiyetini kabul eden çok sayıda kişiye
- hükümdarlıklarındaki ülkelerde gerçek otoriteden mahrum olacakları bir örnek
- oldu.
- Halifelerin doğu ve batı eyaletlerindeki güçleri bir bakıma “de facto"
- liderlere hükümdarlık diploması tanımaktan öteye gidemedi ve Irak’ın metropol
- eyaletindeki otoriteleri hızla azalmaya başladı. Bağdat’tan geçen değerli ticaret
- yollarının denetimi elinde olduğu sürece imparatorluğun siyasi bölünmesi
- durmuş, kültür ve ticaretin gelişmesi sürmüştür. Öte yandan başka tehlikeler
- gelişmeye başlamıştı. Sarayın aşırı harcamaları ve şişkin bürokrasi nedeniyle
- sürekli bir mali kriz çıkıyordu. Taşradan elde edilen gelirlerinin kaybedilmesi,
- altın ve gümüş madenlerinin tükenmesi ya da yabancılara kaptırılması
- sonucunda mali kriz büyüyordu.
- Para akışı sorununa çözüm arayan halifeler, yerel valilere vergi toplama
- yetkisi verdiler. Vergi toplamaya başlayan valiler,bir de valiliklere ordu
- komutanlarının getirilmesiyle, kısa sürede İmparatorluğun gerçek hükümdarları
- haline geldiler. Halifeler, Mutasım (833-842) ve Vasık (842-847) dönemlerinde
- kendi generallerinin kuklalan gibiydiler. Generaller istedikleri gibi halifeyi
- indirip yerine başkasını geçiriyorlardı.
- X.yy’ın başlarında halife otoritesi tümüyle son bulmuştu. Irak valisi ibn
- Raik’e, amir el ümera (Komutanlar Komutanı)unvanının verilmesi bunun
- göstergesidir. Şüphesiz bu unvan Bağdat askeri komutanının öteki bölgelerdeki
- önceliğini belirtmeyi amaçlıyordu ama aynı zamanda ona halifeye rağmen üstün
- yönetme yetkisi tanıyor, halife de devletin ve dinin resmi başı, İslamiyet’in
- dinsel birliğinin temsilcisi olarak kalıyordu. Batı İran’da bağımsız bir hanedan
- devletinin hükümdarı olan İranlı Şii Büveyh ailesi 17 Ocak 946 tarihinde
- başkenti işgal etti. Artık halife kendi şehrinin efendisi değildi, daha da
- kötüsü,Sünni İslamiyet’in liderliği bir Şii’nin denetimine geçmişti. Şiiler
- yalnızca faydalı olacağı için halifeyi yerinde bırakıyorlardı. Sonralan Şiiler’in
- yerine gelen Sünni hükümdarlar zamanında da halifenin bağımlılığı sürdü.
- Bu tarihten itibaren 1258 yılında Moğollar’ın şehri ele geçirmesine kadar
- halifelik bir unvan, Sünni îslami birliğin resmi sembolü ve asıl hükümranlığı
- sürdüren pek çok askeri yöneticiyi meşrulaştıran bir otorite halini almıştır. XII.
- yy’ın sonunda ve XII.yy’ın başındaki kısa bir süre hariç, halifeler hükümdarların
- kuklaları olmuşlardır.
- Büveyhoğulları’nın Bağdat’a gelmesi, halifeliğin siyasi evriminde önemli bir
- dönüm noktası olmakla kalmaz, aynı zamanda Ortadoğu tarihinde “İran
- İntermezzosu” adı verilen önemli bir dönemi de başlatır. IX.yy'da Arap gücünün
- zayıflaması ve XI,yy’da Türk gücünün kalıcı biçimde yerleşmesi arasındaki
- dönemde İran’da milli bir canlanma başlamıştır.Bu canlanma İranlı desteğini
- almış İran hanedanlarına dayanıyor, İran topraklarında gerçekleşiyor, en
- önemlisi de, İran milli kültürünü ve ruhunu yeni bir İslami biçim şeklinde ortaya
- çıkarıyordu. Doğu İran’da ortaya çıkan ilk bağımsız İranlı Müslüman hanedanını
- (821-873) doğuda Safeviler (867-903) ve Samaniler (875-999), kuzey ve batıda
- Büveyhiler (932-1055) takip etmişlerdir. Bu hanedanların hepsi Müslüman’dı.
- Yine de bazıları Arap İslami ideallerine sahiplerdi ve İran kültürüne ilgisiz
- kalıyorlardı. Ancak olayların gelişimi ve gördükleri destek onları bir tür İran
- rönesansının gönüllü veya gönülsüz koruyucuları yapıyordu. İçlerinde en etkin
- olanı Samaniler’in Buhara’daki başkentleri İran kültürel canlanmasının merkezi
- olmuştu. Çoğu Samani hükümdarının döneminde Farsça resmi dildi.
- Hükümdarlar İranlı bilim adamlarını ve şairleri destekliyorlardı. X;XI.yy’da
- Arap harfleriyle yazılan, İslam dini ve geleneğinden etkilenmesine rağmen
- özellikle İranlı olan yeni bir İran edebiyatı doğdu.
- İran için bir canlanma dönemi olan Büveyhiler dönemi, Şiiliği de
- canlandırmıştır. Ancak her iki dönem de çoğunlukla yanlış tanımlanmıştır.
- Abbasi halifeliğinin kurulması Şii liderliğinde önemli bir değişikliğe neden
- olmuştu. Emeviler döneminde Şiiler, Müslüman toplumunun başına geçme
- iddialarını, Hz. Muhammed’in akrabalığına dayandırırken kızı Fatıma ile olan
- bağı değil, amcasının oğlu Ali’nin soyundan gelmeyi neden göstermişlerdi.
- Böyle olunca da Hz. Ali'nin Fatıma’dan başka eşlerinin soyundan ve hatta
- Peygamber ailesinin diğer-"kollarından gelenler de hak iddia etmeye
- başlamışlardı. İktidar iddiaları bir Şii mezhebinde başlayan Abbasiler’in durumu
- da böyleydi. Hz. Ali soyundan gelen iddiaları Abbasi kuzenleri tarafından
- benimsenince Hz.Muhammed’in soyumdan Fatıma yoluyla gelmeye daha çok
- önem verildi ve bu zaman içinde Şiiler’in en önemli dayanakları oldu. Hz. Ali ve
- Fatıma’nın oğullan, torunları ve onların soyundan gelenler Şiiler arasında
- “İmamlar"olarak biliniyordu. Altıncı Fatımi imamı Cafer el-Sadık’ın, 765’te
- ölmesiyle taraftarları iki büyük gruba ayrılarak oğullan İsmail ile Musa'nın
- imamlık iddialarını desteklediler. Musa’yı destekleyenler, Hz. Ali’den sonra on
- ikinci kuşağa kadar Musa ile onun soyundan gelenleri, İslam dünyasının gerçek
- imamları olarak kabul ettiler. Musa çok belli olmayan bir şekilde kayboldu ve on
- ikinci imam olarak dönmesi hâlâ beklenmektedir. Sünni İslam ile aralarında ufak
- farklar olan on iki İmamcıların öğretileri genelde ılımlıdır.
- İsmail’i destekledikleri için İsmailiye olarak bilinen diğer grup, Emevi
- döneminin daha önceki Şiiliğinin aşırılıkçı öğretilerini miras alarak bunları
- değişen yeni durumlara uyarlamışlardı. Sanayinin gelişmesi, ticaretin
- yaygınlaşması, devletin bozulması ve askerileşmesi, şehirlerin, genişlemesi,
- toplumun artan çeşiüiliği ve karmaşıklığı imparatorluğun gevşek toplumsal
- yapısı için taşınması zor bir yük oluyor ve genel bir tatminsizliğe yol açıyordu.
- Entelektüel yaşamın gelişmesi, düşünce ve kültür çatışmaları toplumun teokratik
- düzenine karşı tepkilerin doğal ifadesi şeklindeki bölücü eylemlerin çıkmasını ve
- artmasını teşvik ediyordu. IX. yy’ın sonunda ve X.yy’ın başlarında bu gerilim
- kopma noktasına ulaştı. İslamiyet’in hükümdarları, İsmailiye taraftarlarının
- ihanete teşvik eden vaazları ve Bağdat’taki barışçı mistiklerin ve moralistlerin
- daha hafif ama etkili eleştirileri,
- Doğu Arabistan ve Suriye-Mezopotamya’da Karmatiler’in silahlı isyanları
- ile karşı karşıya kaldılar. Doğu Arabistan’daki isyancılar tecrit edilirken, Suriye
- ve Mezopotamya’daki Karmati isyanları güçlükle bastırıldı. Ancak İsmailiye
- yanlıları Yemen'de kazandıktan kalıcı zaferle iktidara gelmeyi başardılar.
- Yemen’den Kuzey Afrika’ya elçiler gönderdiler ve 908 yılında kızı
- Fatıma’nın soyundan geldiği için Hz.Muhammed’in akrabası olduğu iddiasıyla
- birinci Fatımi halifesi olarak İsmaili Ubeydullah’ı tahta çıkaracak kadar başarılı
- oldular. İlk üç Fatımi halifesi yalnızca Kuzey Afrika’da hüküm sürdü ama
- dördüncü halife el-Muiz 969 yılında Mısır’ı ele geçirerek Kahire şehrini yeni
- başkent olarak kurdu.
- Böylece Ortadoğu’da ilk kez Abbasi yetkisini ismen bile tanımayan, üstelik
- kendi halifeliklerini ilan eden bağımsız ve güçlü bir hanedan başa geçti ve tüm
- İslam dünyasının liderliği konusunda Abbasiler’e meydan okudu. Bunlar Sünni
- halifeliğinin kuramsal temelini bile kabul etmiyorlardı. Fatımiler dini, askeri ve
- siyasi eylemlerinin yanı sıra, doğu ticaretini Basra Körfezi’nden Kızıldeniz’e
- taşıyarak Irak’ı zayıflatıp Mısır’ı güçlendirmek için başarılı bir ekonomik
- politika izlediler.
- Fatımiler çok geçmeden Suriye, Filistin ve Arabistan’da da etkinlik
- gösterdiler. Güç ve etkinlik yönünden bir dönem Bağdat’taki Sünni halifelerini
- gölgede bıraktılar. Halife el-Mustan-sir’in (1036-1094) hükümdarlığı sırasında
- Mısır’da Fatımi dönemi en üst noktasına ulaşmıştı ve Fatımi İmparatorluğu
- Kuzey Afrika'nın tümünü, Batı Arabistan’ı, Mısır’ı, Suriye’yi ve Sicilya’yı içine
- alıyordu. Fatımi yanlısı bir general 1056-57’de Bağdat’ı ele geçirdi ve Fatımi
- halifesinin hükümdarlığı Abbasi başkentinin minberlerinden duyuruldu. Ancak
- bir yıl sonra halife Bağdat’dan kovuldu ve Fatımiler’in gücü zayıflamaya
- başladı.Bu çözülme sivil yönetimde başladı ve Kahire’de bir dizi askeri otokratın
- ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Fatımi halifelerinin artık güçleri tükendi ve
- emirlerin kuklaları haline geldiler ve zamanla mezhep yanlıların desteğinden de
- oldular. Sonunda rejimleri yıkıldı ve Mısır yeniden Sünni hakimiyetine girdi.
- Fatımiler’in Mısır’daki devlet düzeni en üst noktasında öncekinden çeşitli
- açılardan farklıydı. En üstte bulunan halife, mutlak bir hükümdardı ve
- taraftarlarının inancına göre Allah’ın seçtiği bir aileden geliyor ve ilahi iradeyle
- hüküm sürüyordu. Merkezi ve hiyerarşik hükümeti bürokratik, askeri ve dini
- olmak üzere üç kola ayrılıyordu. Bürokratik ve askeri kolu bir sivil olan vezire
- bağlıydı. Din işleriyle de özel olarak görevlendirilen yetkililer ilgileniyordu.
- İsmailiye propaganda örgütünden ve yüksek okullardan sorumlu olan bu
- bölümün modern tek partili devletlerde partininkine benzer bir rol oynadığı
- görülmektedir. Propaganda kolunun hâlâ Bağdat’daki Abbasi halifesinin sözde
- denetimindeki doğu eyaletlerinde geniş bir ajan ordusu vardı. Bu propaganda
- çeşitli alanlarda etkinlik göstermiştir. Irak’tan Hindistan sınırına kadar sürekli
- çıkan ayaklanmalar İsmaili ajanlarının eylemlerini göstermekteydi.
- Fatımi döneminde Mısır’da önemli bir ticari ve sanayi gelişme de olmuştur.
- Askeri gruplara ve Nil’in düzensizliğine bağlı birkaç kıtlık dönemi hariç büyük
- bir refah sağlanmıştı. Fatımi hükümetleri imparatorluklarının refahı ve
- etkinliğinin yayılması için ticaretin önemli olduğunu en baştan görmüşlerdi.
- Vezir Yakub ibn Kilis ondan sonraki hükümdarların da sürdüreceği ticari bir
- atılım yapmıştı. Mısır’da ticaret Fatımi döneminden önce sınırlı ve azdı.
- Fatımiler sanayi kollan ve çiftlikler kurmuş ve Mısır ürünlerinin ihracına
- başlamışlardı. Bunun yanı sıra, özellikle Avrupa ve Hindistan başta olmak üzere
- geniş bir ticari ilişkiler ağı kurmuşlardır. Batıdaki eski Tunus günlerinden
- kalma İtalyan site cumhuriyetleri ile ilişkilerine devam etmişlerdir. Batı ile Mısır
- arasında önemli bir deniz ticareti vardı ve doğu Akdeniz Fatımi filolarının
- denetimindeydi. Fatımiler doğuda Hindistan’la önemli ilişkiler kurmuşlar ve
- egemenliklerini Kızıldeniz’in iki yanına genişletmişlerdir. Hindistan ticaretinin
- önemli bir kısmı Fatımiler’in Sudan kıyısındaki Aydhab limanından geçerdi.
- Mısırlı tüccann gittiği her yere İsmaili misyonerler de giderdi ve kısa süre sonra
- İspanya ile Hindistan’daki Müslümanlar arasında aynı düşünceler görülmeye
- başlamıştı.
- Fatımiler Abbasiler’e karşı son zaferlerini kazanmayı başaramadılar. 1094
- yılında Fatımi halifesi el-Mustansir’in ölümünün ardından güçleri azalarak artık
- Abbasiler için önemli bir tehlike olmaktan çıktılar. Başarılı olamamalarının
- nedenlerinden biri de Şii enerjisinin On iki İmamcılar ile îsmaililer arasındaki
- çatışmaya harcanması oldu. Bu sonuncuların, aralarında İran’ın pek çok yerel
- hanedanının da olduğu önemli bir taraftar kitlesi vardı. Fatımiler’in Bağdat’a
- yönelttikleri en büyük tehdit sırasında Abbasiler’in On iki İmamcı Şii Büveyh
- emirlerinin egemenliğinde olması ilginçtir. Büveyhiler, Şii oldukları halde halife
- olarak bir Alevi’yi başlarına geçirmediler (On ikinci imam;yetmiş yıl önce
- kaybolmuştu) ve Abbasiler’in egemenliğini tanıyormuş gibi yaparak onları
- Sünni dünyasında politikalarına araç olarak kullandılar.
- 5. BÖLÜM
- BOZKIR HALKLARININ GELİŞİ
- XI.yy başlarken İslam toplumu ve devletinin, içten içe gücünü kaybetmeye
- başladığım gösteren belirtiler vardı. Aslında bunlar, imparatorluğun bir grup
- özerk bölgesel hanedana bölünmesi; halifelerin başkentlerinde bile saygınlık ve
- güç kaybetmesi; Bizans’tan ve Sasani İran’dan devir alman temeller üzerinde
- İslam imparatorluğunun kurduğu siyasi ve idari düzenin tamamen yıkılması
- şeklinde XI. yy’dan önce de görülmeye başlamıştı. İslami devletin ve halifelerin
- gerçek gücü askeri otokratların başa gelmesiyle yok olmuş ve Sünni İslamiyet’in
- başı olarak halifenin dini konumu fazlasıyla değer kaybetmişti. Halkın büyük
- çoğunluğu diğer mezhepleri benimsemişler ve İran’dan Mısır’a kadar uzanan
- imparatorluğun büyük bölümü, hatta halifelerin şehri bile Şii general ve beyler
- tarafından yönetilmeye başlamıştı.
- Ekonomik yaşamın çöküşünün belirtileri daha sonra ortaya çıkmıştır.
- Büveyhiler merkezi eyaletlerin refahını ve düzenini biraz daha sürdürdüler.
- Fatımiler Ortaçağ’da Mısır’ın tarihindeki en büyük refah dönemini
- başlatmışlardı ama doğuda, daha sonra da Mısır’da zorluklar artarak sürüyordu.
- Çin ile eskiden çok kazançlı olan ticaret, o ülkedeki iç karışıklıklar nedeniyle
- azalarak son bulmuştu. VIII.,IX.ve X.yy’da Rusya ve Baltık devletleriyle gelişen
- ticaret de azalarak XI. yy’da tamamen sona ermişti. Değerli madenlerin
- azalmasıyla imparatorluktaki ticaret dar boğaza girmiş ve yan feodal bir
- ekonominin gelişmesi hız kazanmıştır.
- VIII., IX. ve X. yy kültürel yaşamda büyük bir entelektüel gelişmeye sahne
- olmuştu. Ekonomideki gelişmenin sonucunda, şehirlerin büyümesi, zevki, ilgisi
- ve boş zamanı olan bir şehirli nüfus oluşmuştu. Yunan felsefe ve bilim yazınının
- Arapça’ya çevrilmesi “İslam Rönesansı” kavramını ortaya çıkarmıştı. Yunan
- bilgisi ve Pers bilgeliğine karşı bir tepki olarak, geleneksel ve Sünni İslam
- özdeşleştiği eski Arap edebiyatım yenilemiş ve zenginleştirmişti ama bu kültürel
- gelişme güvenli ve sürekli değildi. Bir şehir kültürü olmasına karşın, şehirli
- nüfusun yalnızca bir kısmıyla sınırlıydı. Geleneksel İslami yaşayışla ve
- geleneklerle ilişkisi de yüzeysel ve belirsiz kalmıştı.
- XI. yy’da ve XII. yy başlarmda içerideki ve dışarıdaki düşmanların
- neredeyse aynı andaki saldırılarıyla imparatorluğun ne kadar güçsüz olduğu
- görüldü. Avrupa’daki Hıristiyan güçler İspanya ve de Sicilya’da saldırıya
- geçerek Müslüman egemenliğindeki büyük topraklan ele geçirdi ve sonunda
- Haçlılar Yakındoğu’ya girdi. Berberiler arasında Afrika’da başlayan yeni bir dini
- hareket, Kuzey Afrika ve İspanya’da bir Berberi imparatorluğunun kurulmasını
- sağladı. Yukan Mısır’da bulunan iki büyük Bedevi Arap aşireti Hilal ve Süleyrn,
- oradan çıkıp Tunus ve Libya’yı geçerek Kuzey Afrika’ya bir daha hiçbir zaman
- tamamen kurtulamadığı büyük bir yıkım yaşattılar. Halifeliğin kuzey sınırı daha
- önceki yüzyıllarda Hazar baskınları ve Bizans saldırıları ile gücünü
- kaybettiğinden Hıristiyan Gürcüler Karadeniz’den Dağıstan tepelerine dek giden
- bir Gürcü imparatorluğunu tekrar kurarak oradan Müslüman topraklarına
- girmeye başlamışlardı.
- Doğudan büyük Asya bozkırlarının Altay halklarıyla gelen istila dalgası
- sürekli etkileri açısından en önemlisiydi. Müslümanlar ile Türkler’in
- karşılaşmaları ilk kez imparatorluğun doğu sınırlarında olmuştu.Bir süredir,asker
- olarak yetiştirmek üzere köle olarak Türk çocuklarını getiriyorlardı. Bu kölelere,
- ev işlerinde ve ekonomik amaçla kullanılanlardan ayırmak için,Arapça'da sahibi
- olan anlamına gelen Memluk adını veriyorlardı. Türk köleler ilk kez
- Abbasiler’de, hatta daha da önce imparatorlukta olmuştu ama yaygın olarak
- halife Mutasım (833-842) döneminde kullanılmışlardır. Mutasım tahta çıkmadan
- önce Türk askeri kölelerinden büyük bir güç oluşturmuş, daha sonra da doğu
- eyaletlerinden topladığı verginin bir bölümüne karşılık çok sayıda köle almıştı.
- Mutasım’dan sonra Türk asker ve komutanları daha çok kullanılmaya başladı.
- Zaman içinde bu Türkler İranlılar’ı ve Araplar’ı ordudan dolayısıyla da siyasi
- yaşamdan uzaklaştırdılar. Türkler askeri sınıfı ele geçirerek ve İslam devlet
- düzeninin de giderek askerileşmesi ile bin yıl sürecek bir egemenlik kurma
- fırsatı yakaladılar. Bir Türk asker kölesi daha 868’de Müslüman Mısır’da ilk
- bağımsız hanedanı kurmuştu. Mısır’da bundan sonraki devlet düzenlerinin çoğu
- Türk kökenli oldu. İran’da milli hanedanlar bir dönem daha sürdü ama en uzun
- ömürlü ve önemlisi olan Samanoğulları’nda da zamanla Türk askerleri artmaya
- başladı. Sonunda da Samanoğulları hizmetindeki bir Türk köle tarafından
- kurulan Gazneliler Türk hanedanı (962-1186) yerlerine geçti.
- Bunlar paralı asker ya da köle olarak Müslüman devle derin hizmetine girip
- daha sonra da yerlerine geçen asker grupları ya da tek askerlerdi. 960'da İslam
- sınırları dışındaki Türk Karahan-lılar hanedamnın halkıyla birlikte Müslüman
- olması farklı önem taşıyan bir olay olmuştu. O zamana dek Müslüman olanlar,
- yalnızca gruplar ya da kişilerdi. Bununla ilk kez, bir Arap tarihçisine göre
- sayılan iki yüz bin çadın bulan bir halk, Müslüman olmuştu ve Siri Derya’nm
- dışındaki topraklarda ilk Müslüman Türk krallığı kuruluyordu. Karahanlılar,
- İslamiyet’i kabul ettikten sonra İslam öncesi Türk geçmişlerini unutarak
- kendilerini Ortadoğu İslam uygarlığıyla özdeşleştirmişlerdir.
- Türkler’in yeni dinlerini bir bütün olarak benimsemeleri, en başından beri
- Türk İslamiyeti’nin belirleyici bir özelliği olmuştur. Türkler, milli kimliklerini
- İslamiyet’e gömerek îranlılar'ın ve Araplar’ın asla yapmadıkları bir şeyi yaptılar.
- Bunun nedeni, hem puta tapmanın ve İslamiyet’in sınırlarında karşılaştıkları bu
- dinin basit inanç yoğunluğu, hem de İslamiyet’i kabul etmelerinin onlan dinsiz
- akrabalarına karşı girişilen bir Cihad’a çekmesidir. İranlılar’ın eski İran'ın
- geçmişteki zaferlerinden gurur duymalarının ya da Araplar’ın putperest
- Arabistan'ın kahramanlık günleri anılarının benzeri bir durum Türkler’de
- görülmemiştir. İslamiyet öncesi Türk tarihindeki devletler, uygarlıklar, dinler ve
- edebiyat, birkaç halk şiiri dışında unutulup gitmişti. Türk adı, Batılılar için
- olduğu kadar Türkler için de Müslüman ile eşdeğer olmuştu. Türkler’in
- İslamiyet’e bağlılıklarının ciddiliği ve gerçekliği gibisine başka hiçbir halkta
- rastlanmamıştır. Bu yüzden, Türk hanedanlarının koruması altında büyük bir
- Sünni canlanmasının başlayıp yayılması hiç şaşırtıcı değildir.
- Fatımi halifeliği, XI.yy’da Mısır’dan Batı Arabistan’a ve Suriye’ye dek
- uzanan büyük bir güçtü ve iktidarı, çöl kökenli yerel Bedevi hanedanlarıyla
- paylaşıyordu. Irak ve Batı İran’da İran hanedanları hüküm sürüyordu ve
- bunlardan en önemlisi olan Büveyhiler orta eyaletlerde yer alıyordu. Doğuda
- Samanoğul-lan’nın mirası, Amu Derya’nın güneyinde Gazneliler, kuzeyinde de
- Karahanlılar olmak üzere iki hanedan arasında paylaşılmıştı. Her iki hanedan da
- Türk olmalarına karşın birbirlerinden çok farklıydı. Gazneliler başmda bir Türk
- generali ve Türk Memluk ordusu olan tipik bir Müslüman devletiydi.
- Karahanlılar ise hanın özgür Türk aşiretlerini yönetimi altında birleştirdiği bir
- Türk devletiydi.
- Bu dönemdeki iki büyük Türk göçü ile Ortadoğu’nun ve bir süreliğine de
- Doğu Avrupa’nın görünümü değişmiştir. Kuzeyde, Siri Derya’nın ilerisinde
- Oğuz Türkleri, onların da ilerisinde İrtuş ırmağı yakınlarında Kıpçaklar
- bulunuyordu. Kıpçaklar Siri Derya'ya kadar ilerleyerek Oğuzlar’ı oradan
- kovdular. Sonra da batıya doğru gittiler, Güney Rusya’yı aşarak Polovestler ve
- Kumanlar olarak bildikleri Doğu Avrupa'ya girdiler. Oğuzlar yurtlarından
- atıldıktan sonra İslam topraklarına göç ettiler. Adlarını kendilerine öncülük eden
- aileden alan Selçuklular, bu göç dalgalarının en önemlisiydi. Selçuk ile ailesi
- İslam topraklarına X. yy’ın sonlarında girmiş, Buhara’ya yerleşerek İslamiyet’i
- benimsemişlerdir. Topladıkları ordularla çeşitli Müslüman hanedanlarına hizmet
- eden Selçuk ailesinin oğullan, sonuncu hanedan olan Gazneliler’den ayrılıp
- onlara karşı başlattıkları mücadelede başarılı oldular. Selçuk'un torunları Tuğrul
- ve Çağrı,Türk ordularını Horasan’a sürdüler ve Gazneliler’i yenerek büyük
- şehirlerini aldılar.
- Kısa süre sonra Selçuklular kendileri için hareket etmeye başladılar ve 1037
- yılında Nişabur ve Merv camilerinde adlarına hutbe okundu. Sonrasında Doğu
- İran’ı geçerek batıya doğru ilerlemeye başladılar ve hızla büyüyen ordulanyla
- Batı İran’ı fethettiler. 1055 yılında Tuğrul’un ordusu Bağdat’a girdi ve
- son Büveyh emirlerinin elinden şehri aldı. Artık yeni bir İslam imparatorluğu
- doğmuştu. 1079 yılında Selçuklular, Filistin ile Suriye’yi yerel hükümdarlardan
- ve gerileyen Fatımiler’den aldılar. Bizans’tan Anadolu’nun büyük bir bölümünü
- alarak İranlılar’ın ve Araplar’ın yapamadıklarını yaptılar. Bundan itibaren
- Anadolu bir Müslüman Türk toprağı olarak kaldı.
- Ortadoğu’da yeni bir düzen kuran Selçuklu fetihlerinden sonra, bölgenin
- büyük kısmı ilk Abbasi halifeleri döneminden bu yana ilk kez tek bir otorite
- altında toplanmıştı. Selçuklular Sünni Müslüman’dı ve halifeleri sözde
- hükümdarlar olarak korudular. Bununla birlikte hakimiyetleri altındaki toprakları
- genişleterek ve İslam’ın sözde lideri olmalarını bile kabul etmeyen bölücü
- rejimleri ortadan kaldırarak halifeliğin gücünü artırdılar ama imparatorluğun
- gerçek hükümdarları Büyük Selçuklu Sultanlarıydı. Tarihçiler, 1055 yılında
- Tuğrul’un Bağdat’ı fethetmesinin ardından aldığı Sultan unvanım,
- hakimiyetlerini halifelik dışında sürdüren Büveyhiler ve Gazneliler gibi daha
- önceki hükümdarlara atfederler. Ancak bu unvanı resmen kullanan ve paralarının
- üzerine yazdıran ilk hükümdarlar Selçuklu sultanlarıdır. O zamandan beri en
- üstün gücü elinde bulunduranlar için bu unvan kullanılmaktadır.
- Büyük Selçuklu Sultanları,XI. yy’ın ikinci yarısında, halifeliğin Güneybatı
- Asya’daki topraklarının hemen hemen tamamı ile Anadolu’dan oluşan birleşik
- bir imparatorluğu hakimiyetleri altına aldılar. 1092 yılında III.Büyük Sultan
- Melikşah öldükten sonra oğullan arasında iç savaş çıktı ve Selçukluların fethiyle
- duraklamış olan siyasi bölünme, bu kez de Selçuklu ailesinin çeşitli kollan ya da
- subayları tarafından devam ettirildi. Bunların en önemlileri Irak, Suriye,
- Anadolu ve Kirman’daki Selçuklu monarşileriydi ve tümü Horasan’daki Büyük
- Sultana bağlıydılar.
- Bu çekişme ve güçten düşme zamanında 1096 yılında Haçlılar Levant’a
- girdiler. Müslüman dünyasındaki dağınıklık nedeniyle ilk otuz yıl istilacıların
- işleri kolaylaştı. Çok geçmeden Haçlılar Suriye’den Filistin’e girdiler ve Trablus,
- Edessa (Urfa), Antakya ve Kudüs’te Latin feodal prenslikleri kurdular.
- Haçlılar’ın bu ilk zaferleri yalnız Akdeniz’in kıyı bölgeleriyle sınırlıydı. İç
- kısımlardaki çöle ve Irak’a bakan topraklarda tepkiler oluşmaktaydı. Halep ve
- Şam’daki Selçuklu beyleri pek bir şey yapamadılar ama hareketin gerçek gücü
- daha doğudan geldi. 1127 yılında,Selçukluların hizmetindeki Türk subayı Zengi,
- Musul’u ele geçirdi ve Kuzey Mezopotamya ile Suriye’de güçlü bir Müslüman
- devleti kurdu. Oğlu Nureddin 1154 yılında Şam’ı ele geçirerek Suriye’de tek bir
- Müslüman gücü oluşturdu ve Haçlılar’a karşı ilk önemli orduyu çıkardı.
- İki taraf da, Fatımi halifeliğinin yıkılmak üzere olduğu Mısır’ın denetimini
- almak için mücadele ediyordu. Batı’da Selahaddin olarak bilinen, Salah el-Din
- adındaki Kürt subayı hem Fatımiler’in veziri hem de Nureddin’in çıkarlarının
- temsilcisi olarak Mısır’a gönderildi. 1174 yılında Nureddin öldükten sonra
- Selahaddin, Müslüman Suriye’yi ele geçirdi ve Haçlılar’a karşı 1187’deki cihada
- hazırlandı. 1193 yılında öldüğünde Kudüs’ü almıştı ve Haçlılar’ı dar bir kıyı
- şeridi hariç her yerden çıkarmıştı. Haçlı devletlerin bir yüzyıl direnebilmeleri,
- Selahaddin’den sonra gelenlerin aralarında Suriye-Mısır imparatorluğunu
- bölmeleri sayesinde mümkün oldu.XIII.yy’da Memluklar tarafından kurulan bir
- Suriye-Mısır devleti Suriye’nin diğer devletlerinin ve haçlıların sonunu getirdi.
- Anadolu’nun Türkler tarafından işgali Büyük Selçukluların belirli bir
- hareketiyle değil, göçebe boylar ile gerçekleşmiştir. Fethin ardından yeni eyaleti
- düzenleme görevi Selçuk beyi Süleyman ibn Kutalmış’a verildi.XII.yy
- sonlarında da Anadolu’da, merkezi Konya (İkonium) olan güçlü bir Türk beyliği
- kuruldu. XIV. yy başlarına dek Anadolu Selçuklular’ının çeşitli şekillerde
- hakimiyeti altında bulundurduğu Orta ve Doğu Anadolu yavaş yavaş Türk
- toprağı haline geldi. Doğudan gelen Türk göçmenler de gelince, Yunan
- Hıristiyanlığı yerini Türk ve Müslüman uygarlığına bıraktı.
- Doğudaki Selçuklu devletleri, süregelen mücadeleler ve huzursuzlukla
- gücünü kaybetmiş, yeni iç ve dış düşmanlarla karşı karşıya kalmışlardı.
- Kuzeydoğudaki bir bozkır halkı olan Karahitaylar da İslamiyet sınırlarında
- belirmişlerdi. Moğol soyundan olan Karahitaylar Çin’den geliyorlardı ve
- ilerideki çok daha büyük bir düşmanın öncüleriydiler.XII.yy ortalarında
- Karahanlılar’dan Maveraünnehr’i alarak Amu Derya’dan Yenisey ırmağına ve
- Çin sınırlarına dek uzanan büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. 1141 yılında
- Selçuklu Sultanı Sencer, Katavan Bozkırı Savaşı’nda bu dinsiz istilacılara yenik
- düşerek kaçmak zorunda kaldı. Müslüman ordularının uğradığı bu yenilgi
- Hıristiyan Avrupası’na kadar giderek Haçlılar’ın yıkılan umutlarını diriltti.
- Göçebe Türk boylan arasındaki isyanlar Selçuklu gücünün yok olmasına yol
- açtı. 1157 yılında Sencer’in ölümü ile imparatorluğun hakimiyeti sarsıldı,
- çoğunluğu eski Selçuklu subaylarının hükümdarlığında olan küçük devletlere
- bölündü. Bir süreliğine Bağdat’daki halife bile bağımsızlığına tekrar
- kavuşarak Sünni İslamiyet’in eski başkentinde bir halifelik devleti kurdu. Daha
- doğuda, Aral Gölü’nün güneyindeki Harzem’in Türk valisi Büyük Selçukluların
- topraklarını miras alabilecek bir devlet kurdu ama kısa süre ayakta
- kalabildi.Türk askeri ve siyasi üstünlüğünün güçlenmesi ve Türk göçleri ile
- geçen bu dönemde hükümette, toplumsal yaşamda, kültürde, dinde ve
- ekonomide önemli değişiklikler gerçekleşti.
- Selçuklular yönetimde büyük ölçüde İranlılar’a ve oturmuş olan İran
- bürokrasisine dayanıyorlardı. Büyük vezir Nizamülmülk dönemin en önemli
- kişilerinden biridir. Ondan önceki dönemin iltizam (Osmanlı Devletinde kamu
- gelirlerinin kiralanmasına dayalı vergi sistemi) uygulamasındaki
- feodalizme yönelimini geliştirerek sistemli bir hale getirmiştir. Önceki dönemin
- yanlış uygulamaları para yerine toprağa dayanan yeni bir yönetsel ve toplumsal
- düzene doğru köklü bir değişiklik yaşadı. Subaylara tımar olarak Toprak verildi,
- onlar da belirli sayıda silahlı asker yetiştirdiler. Tımarlar yalnızca vergi
- üzerinden komisyon alma hakkı ile birlikte, gelirlerin kendileri üzerinde de hak
- sahipliği veriyordu. Devlet tarafından Şeriat’ın izin verdiği kelle ve toprak
- vergileri dışında sayıları hızla artan vergiler getirmişti.Böyle bir dönemde
- toplumsal bir sarsıntı yaşanması kaçınılmazdı. Türk yönetici sınıfın ortaya
- çıkmasıyla, İran soylu sınıfı yerinden oldu ve giderek fakirleşti. Basılan para
- miktarının azalmasıyla esnaf ve tüccar zorluk yaşamaya başladı.
- İsmaili Şiiler muhalefetin başım çekiyorlardı ama şimdi kökten değişmiş
- yeni bir muhalefet ortaya çıkmıştı. 1094 yılında Fatımi halifesi el-Mustansir
- öldükten sonra İsmaililer ikiye bölündüler. Bir grup el-Mustansir’in Kahire
- tahtının veliahtı küçük oğlunu, diğer grup daha önce İskenderiye’de öldürülen
- büyük oğlunu tanıdılar. Başlarında Haşan Sabbah bulunan İran İsma-ilileri yeni
- Fatımi halifesini kabul etmeyip Kahire ile ilişkilerini kestiler ve inanışlarına yeni
- bir düzenleme getirerek Selçuklu topraklarında yeni bir şiddet ve radikal
- muhalefet hareketine giriştiler. Genellikle Haşan Sabbah’m reformcu İsmaili
- mezhebine, büyük olasılıkla tuhaf davranışları yüzünden “Haşha-şi” olarak
- anılmaktadır. İngilizce’de bu sözcükle ses benzerliği olan, Haçlılar’ı öldüren
- anlamındaki “Assassins” sözcüğü kullanılmaktadır.
- 1090 yılında Haşan Sabbah, Kuzey İran'da ıssız dağlar arasındaki Alamut’u
- fethetti. Alamut Kalesi’nde ve Suriye’de kurulan üslerinde tarikatın üstadlan
- tarafından sadık ve fanatik bir taraftar grubu kuruldu. Gizli ve esrarengiz bir
- İmam için Müslüman prenslere ve krallara yönelik suikast ve terör
- kampanyası başlattılar. Üst düzey Müslüman devlet adamları ile generalleri ve
- 1092 yılında Nizamülmülk “Büyük Üstadlar” tarafından öldürüldüler. Haşhaşi
- terörü XIIL yy Moğol istilalarının ardından durduralabildi ve İsmailiye küçük bir
- tarikat haline geldi.
- Haşhaşiler’in eylemleri, Şiiler’in Sünni halifelik ve kurumunu yıkmayı
- amaçlayan son ciddi girişimlerdi. Bu süreçte ortaya çıkan büyük Sünni
- canlanması İslami yaşamı, düşünce ve edebiyatı etkiledi. Sünni canlanmasının
- kökleri geçmişin derinliklerine uzanmaktadır. Dini kurumlar uzunca bir süreden
- beri devletten ayrılmış ve öğreti, hukuk, eğitim ve toplumsal kurumlardaki
- önceliklerini kıskançlıkla sürdürmüştü. Ayrıca tüm bunları kendi iç mantığına
- göre geliştirerek, hükümetin ve devletin gereksinimlerinden ve baskılarından
- ancak dolaylı biçimde etkilenmişti. Bu durumun birtakım avantajları olmuştu
- ama yine de tehlikeli bir koordinasyon eksikliği içeriyordu. Çeşitli grupların
- iktidar mücadeleleri ve ordu komutanlarının zaferleri, devlet ile tebaa ilişkisini
- yalnızca vergi ve güce dayalı hale getirince, devletle din arasında artan bir
- gerilim olmuştu. Halk ile aynı etnik kökenden gelmeyen askeri sınıfın halktan
- ayrılması ve Sünniliğin klasik siyasi kurallarını kabul etmeyen mezhepçilerin en
- üst yetkileri ele geçirmeleri bu gerilimi daha da artırdı. Hükümdar ile tebaanın
- arasındaki son kişisel ve ahlaki bağların kopması sonucunda teokrasi kökenli
- toplumda İslamcı gelenek büyük bir krize girdi. Hükümet mezhepçiler ve
- askerlerin yönetimine bırakılırken, kamu yönetimi de mesleki ve kültürel niteliği
- daha çok İslamiyet öncesi kaynaklara dayanan bir kalemiye sınıfına bırakıldı.
- Dini alanda bile Sünni öğretinin alternatifi olan çeşitli mezhepler ortaya çıkarak
- özellikle şehirlerde büyük destek gördü.
- XI.yy başlarında, Müslüman dünyasının Şii yönetiminde bulunmayan tek
- önemli bölgesi Sünni Müslüman Gazneliler’e ait Horasan’da da Sünni
- canlanması başladı. Gazneli Mahmud’u (hükümdarlığı 999-1030) yanlarına
- çekmek üzere Şiiler’in kararlı ama başarısız çabaları oldu ama Gazneli Mahmud,
- Şii aleyhtan Sünni canlanmasının öncüleri olan Kerami mezhebini destekledi.
- Görevi Gazneliler’den Selçuklular devralarak Sünni canlanmasını batıya, Bağdat
- ve ilerisine götürdüler. Sünniler, Selçuklular’ın Bağdat’ı ele geçirmelerini Şii
- Büveyhiler’den kurtuluş olarak gördüler.
- Sünni canlanmasının bilinçli ya da bilinçsiz olarak üç amacı vardır. İlki, Şii
- devlet düzenlerini yıkıp tekrar halifeliği getirmektir. İkincisi, Şii düşüncelerinin
- meydan okumasına karşı Sünni savunması yapmak ve yaymaktır. Üçüncü ve en
- zor olanı ise, İslam’ın siyasi yaşamının içine din kurumunu dahil etmektir.
- İlk amaca hemen hemen tamamen ulaşılmıştır. Doğuda Büveyhiler ve diğer
- Şii hanedanları yıkılarak Sünni İslam’ın siyasi birliği elde edilmiştir. 1171
- yılında Fatımi halifeliğinin kaldırılmasının ardından, Orta Asya’dan Afrika’ya
- kadar olan İslam topraklarında okunan hutbelerde Bağdat’daki Sünni
- halifenin adı duyurulmuştur. Militan Haşhaşiler bile yenilmedikleri halde
- dağlarındaki kalelerine kapanmışlar ve Sünni düzeni devirme amaçlarına
- ulaşamamışlardır.
- Türkler’in bunların olmasını sağlayan siyasi tutarlılıkları, dini ciddiyetleri ve
- askeri güçleri, onlara İslam dünyasına kafiri yenme gücünü, Anadolu’yu
- İslamiyet için fethetme gücünü ve Batı Hıristiyan dünyasının saldırılarını
- püskürtme gücünü vermiştir.
- Şiiler’e karşı da başarılı bir mücadele vermişlerdir. Bu mücadele, Horasan’da
- Sünniliğin siyasi olarak yeniden doğuşuyla başlamıştır. XI. yy başlarında Sünni
- din ve hukuk adamları, Fatımiler’in Kahire ve başka yerlerde kendi davaları için
- dini propagandacılar yetiştirdikleri İsmaili misyoner okullarını örnek alarak
- medreseler açmışlardır. Nizamülmülk, Selçuklu fethinin ardından Bağdat’da bir
- medrese açmış, sonra da medreseler imparatorluğun tüm şehirlerine yayılmıştır.
- Medrese sistemi, Salahaddin ve ondan sonra gelenler tarafından Mısır’a
- yayılmıştır. Bu din okullarında, Sünni öğretmenler tarafından Fatımi Mısır’ın
- okullarından ve daha radikal olarak Haşhaşiler’in gizli elçilerinden gelen
- öğretilere bir Sünni yanıtı hazırlandı ve yayıldı.
- Artık Sünni zaferi neredeyse tamamlanmıştı. Büveyhiler’in ve Fatımiler’in
- güçsüzlüğü ve kötü yönetimi nedeniyle iki tür Şiilik de inanılırlığını yitirmişti.
- Şiiliğin ruhsal içeriğinin büyük bölümü popüler dindarlık düzeyinde Sofiliğe
- kaydı. Sofiler, bir yandan Sünni saflarında kalırken, bir yandan da Sünni devlet
- ve hiyerarşisinin soğuk dogmacılığı karşısında halkların sezgisel ve mistik
- dinlerini anlattılar.
- Dini kurumlar yalnızca canlanmadılar, aynı zamanda ilk İslam devletindeki
- konumlarından çok daha iyi bir yere ulaştılar. Eski çağlardaki kalemiye sınıfının
- yerini, Medreselerde yetişen yeni Sünni bürokrasisi aldı. Din adanılan
- hiyerarşileri içinde, ilk kez siyasi ve toplumsal düzenin ana unsurlarından biri
- haline geldiler.
- Türkler, en baştan bu yana kendilerini İslami gücü ve inancı koruyup
- ilerletmeye adadıkları militan özelliklerini hiç yitirmediler. Kafir dünyasına karşı
- Doğu sınırlarında başlattıkları bu militan özelliklerini, Batı sınırlarına taşıyarak
- Hıristiyanlık dünyasına karşı da kullandılar. İslamiyet Doğulu kafirler ve
- Batılı Hıristiyanlık ile birlikte içerideki din .düşmanlarına karşı Savunulduğu
- sırada halifeliği de denetimi altına almıştı. Bu sancılı, uzun ve başarıyla
- sonuçlanan mücadele Türk egemenliği döneminde İslam kurumlarını ve
- toplumunu da etkilemiştir. Din, Selçuklular zamanında devlet ve yönetim
- yapışım etkilemeye başlamış, Sünni hiyerarşisinin saygınlığı, gücü,
- örgütlenmesi, devlet memurlarının bile dini eğitimden geçmesi ve bireysel
- dindarlıkları hızla artmıştı. Dini kurumun öğretileri kural haline gelmiş,
- tutarlılığı artmış, etkisi hem halk hem de devlet içinde yaygınlaştırmıştı. Din ile
- siyasi otoritenin bütünleşmesi Osmanlı sultanları zamanında gerçekleşmiştir.
- Bu arada, İslamiyet’e karşı o zamana dek var olanların tümünden çok daha
- tehlikeli bir tehdit hazırlanmaya başlamıştı. Moğol beyi Timuçin, Cengiz Han
- unvanı ile uzak kuzeydoğu Asya'da zor bir mücadelenin ardından göçebe
- boylarını bir araya getirerek Moğolistan’ın başına gelmişti. 1206 yılında,
- Cengiz Han Moğol boylarının tamamını Onon Nehri kaynağında bir toplantıya
- çağırdı. Bu toplantıda, o dokuz at kuyruklu beyaz bayrağını açtı, boylar da ona
- karşı olan bağlılıklarını bir kez daha yinelediler ve Dev Moğol imparatorluğu
- kurulmuş oldu.
- Kalan Moğol ve putperest Türkler ve de güney Sibirya’daki orman aşiretleri
- bile izleyen yıllarda boyunduruk altına alındılar. Bozkır halkları Cengiz Han
- tarafından büyük bir istilaya hazırlandı. 1218 yılında kuzeydoğu Asya’yı
- avucunun içine aldıktan sonra batıya yöneldi. Generali Cebe Noyan’ın başında
- olduğu Moğol orduları Karahitaylar’ın ülkesini istila ederek Siri Der-ya’ya kadar
- tüm topraklan alarak Harizm Müslüman Türk Şah-lığı’na komşu oldular. Yeni
- yılın başlarında Moğolistan’dan gelen bir kervan, Siri Derya ırmağı üzerindeki
- sınır şehri Utrar’da Harizm valisinin emriyle pusuya düşürülerek neredeyse
- tamamı Müslüman olan 450 tüccar kılıçtan geçirildi.
- Cengiz Han’ın intikamı çok büyük ve ani oldu. 1219 yılında ordularım İslam
- topraklarına sürdü. 1220 yılında Semerkand,Maveraünnehir ve Buhara’nın
- tamamını ele geçirdi. Moğollar ertesi yıl hiçbir zorluk yaşamadan Amu Derya’yı
- geçtiler, Nişabur’u ve Merv’i alarak Doğu İran’ı istila ettiler.
- 1227 yılında Cengiz Han’ın ölümünden sonra kısa bir duraklama yaşandıysa
- da, kısa süre içinde yeni han saldınyı sürdürmeye hazırdı. 1230 yılında Harizm
- devleti ve ordusunun kalıntılarına yeni bir saldırı yapıldı. 1240’da Moğollar Batı
- İran’ı ele geçirmiş, Ermenistan, Gürcistan ve Kuzey Mezopotamya'ya
- girmişlerdi. 1243 yılında Anadolu Selçuklu sultanının ordularını da yenilgiye
- uğrattılar.
- Yüzyılın ortalarında batıya doğru yeni bir hareket planlandı ve uygulanmaya
- başladı. Cengiz’in torunu Hülagu o sırada Pekin’de hüküm süren Büyük Han’ın
- buyruğu ile Mısır’a kadar tüm İslam topraklarını ele geçirerek Amu Derya’yı
- geçti. Birkaç ay içinde uzun saçlı Moğol atlıları karşılaştıkları tüm
- direnişleri,hatta daha önce kalelerinde her türlü saldırgana karşı koymuş olan
- Haşhaşiler’i bile ezerek İran’ı baştan aşağı geçtiler.
- Sonunda Moğol orduları 1258’de Bağdat’a yöneldiler. Son halife Mutasım
- boşuna ve kısa bir direnişin ardından merhamet istedi. Şehri yakıp yağmaladılar
- ve 20 Şubat 1258 tarihinde halife ile ailesinden buldukları herkesi öldürdüler.
- Böylece beş yüzyıldır Sünni İslam’ın başı olan Abbasi Hanedanı softa erdi.
- Yıkılışında bile hâlâ İslam'ın birliğinin simgesi ve hukuki merkezi olan
- büyük tarihi halifelik kurumunun ortadan kaldırılması, yalnızca devletin ve
- hükümranlığın dış görünüşlerinde değil, bozkır halklarının son büyük istila
- dalgasının yol açtığı değişimle önceki yüzyıllardan farklı kanallara yönelen
- İslam uygarlığı açısından da İslam tarihinde bir çağın sonu olmuştur.Ancak
- halifeliğin yıkılışının moral etkileri bazılarının söylediği kadar büyük
- olmamıştır, çünkü halifelik uzun süredir etkinliğini kaybetmişti. Moğolların tek
- yaptığı zaten ölmüş olan bir şeyin hayaletini ortadan kaldırmak olmuştu. Askeri
- ve siyasi güçler açısından halifeliğin yok olması pek fark etmemişti. Sultanlık
- İslam devletlerinin tümünde hukukçular ve dini kurumlar tarafından kabul
- edilmiş ve eskiden halifelerin olan dini unvanları sultanlar almaya başlamışlardı.
- Moğol istilasının etkileri yol açtığı zararın boyutları ve yaygınlığı açısından
- da abartılmıştır. Moğol istilası klasik İslam uygarlığının çürümesi, hatta
- sonrasında Ortadoğu’da görülen toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasi
- başarısızlıkların tümünün nedeni olarak gösterilmişti. Ancak tarih, dikkatlice ve
- günümüzdeki savaş deneyimleriyle birlikte değerlendirildiğinde, varılan yargılar
- yumuşamış ve bu görüş ya büyük oranda değişmiş ya da tamamen terk
- edilmiştir. Artık Moğol istilasının yıkıcı etkilerinin eskiden düşünüldüğü kadar
- büyük ve kalıcı, hatta yaygın olmadığı sonucuna varılmıştır. Modem
- standartlara göre hiç şüphesiz önemsiz sayılabilecek Moğol fetihleri o çağda
- gerçekten yıkıcıydı. Bazı bölgeler tamamen yakılıp yıkılmış ve insansız
- bırakılmıştı. Ancak Moğollar o dönemde ve de ondan sonra Arap kültürünün ana
- merkezi olan Mısır’ı işgal edemedikleri için Mısır dolaylı olarak etkilenmişti.
- Yalnızca baskınlara uğrayan Suriye, 1260 yılındaki Ayn Jalut savaşında, Mısır
- Memluk ordusunun Moğollar’ı kesin bir yenilgiye uğratmasından sonra, Mısır
- sultanlığına bağlanarak Moğol saldırılarından korunmuştu. Anadolu, İran’daki
- Moğol varlığı tarafından pek çok açıdan tekrar biçimlenmiş ama yine de en
- büyük ve son İslam imparatorluğunun beşiği olmuştur. İran en fazla zararı
- gördüğü halde, ülkenin tamamı etkilenmemişti. Moğollar’a kendi istekleriyle
- boyun eğen güneydeki yerel hanedanların istilacılar tarafından yağmalanmayan
- şehirleri gelişmeyi sürdürmüştür. Eski Persis olan Fars yine İran milli
- yaşantısının odak merkezi olmuş ve Eski Persepolis’in elli kilometre
- ilerisindeki Şiraz, Moğollar’dan sonra Pers kültürünün canlanmasına tanıklık
- etmişti. Şair Hafız (1320-1389) ve Sadi (1184-1291), gök bilgini Kutbeddin
- (ölümü 1310) ve pek çok kişinin İran mimarisinin en büyük başarısı olarak
- gördükleri Meşhed’deki Gevher Shad camisini inşa eden Qawam al-Din (ölümü
- 1439) dönemin önemli kişilerindendir.
- İran'ın istila edilen bölgelerinde de hızlı bir yenilenme gerçekleşmiştir.
- Fethin ilk şokundan sonra Moğol hanları İran’da siyasi istikrarlı bir döneme izin
- vermişlerdir. Şehir yaşamının, ticaretin ve sanayinin yeniden kurulmasını teşvik
- etmişler, yararlı bilim olarak düşündükleri şeyleri geliştirmişlerdir. 1295 yılında
- İslamiyet’i benimsemelerinin ardından İslam edebiyatını bile desteklemişlerdir.
- XTV.yy’da Müslüman hanlar görkemli dini yapılar inşa ettirmişlerdir. Bir
- bakıma Moğol fetihleri Ortadoğu’nun sallanmakta olan uygarlığına yeni bir
- yaşam vermeye yardımcı olmuşlardır. Doğu Akdeniz ve İran uygarlıklarını bir
- devlet altında birleştiren ilk Arap fatihler yeni bir kültürel ve toplumsal ilişki
- çağı başlatmışlardı. Benzer biçimde,Moğollar da Ortadoğu ve Uzakdoğu
- uygarlıklarını ilk kez bir tek hanedan altında bir araya getirerek ticaret ve kültür
- üzerinde etkili olmuşlardır. Moğollar’ın Avrupa ile yeni ve karşılıklı faydalar
- sağlayan ilişkilere kapılarını açmaları sonucunda pek çok Avrupalı, Ortadoğu’da
- Müslüman olmayan hükümdarların olmasını fırsat bilerek Çin’e giden
- karayolunu keşfe çıktılar. İranlı tarihçi Raşidüddin’in (1247-1318) Cami elTevarih, farklı uygarlıklar arasındaki bu ilişkilerin bir meyvesidir. Bir hekim
- ve vezir olan Raşidüddin Museviliği bırakıp Müslümanlığı seçmişti. Olcaytu han
- ve Gazan han onu evrensel bir tarih derlemesi yapmak üzere
- görevlendirmişlerdi. Raşidüddin aralarında Keşmirli bir Budist keşiş, bir Frank
- keşişi, bazı İranlı bilim adanılan kabile geleneği uzmanı bir Moğol ve iki Çinli
- bilim adamının olduğu bir ekip kurdu. Bu ekiple birlikte İngiltere’den
- Çin’e uzanan geniş bir dünya tarihi yazdı. Raşidüddin ve hanları kendi
- uygarlıkları dışına çıkan evrensel bir tarih yazma konusunda Avrupa’dan beş yüz
- yıl önce davranmışlardı.
- Moğol İstilaları Irak’a kalıcı zararlar vermiş, Irak ve Bağdat, İslam
- dünyasındaki merkezi konumlarına bir daha kavuşamamışlardır.- İstilanın
- sonucunda öncelikle sivil hükümet devrilmiş, sonra da ülkenin refahının, hatta
- varlığının bağlı-olduğu hassas su kanalları çökmüştür. Yeni devlet düzeninin
- denetimi ele geçirmesiyle İran’da refah ve düzenin yeniden sağlanmasına karşın,
- Irak’taki yıkım sürmüştür. İran’ın Moğol hükümdarları, başkenti Azerbaycan’da
- kurmuşlar, yaşadıkları Tebriz büyük ve zengin bir şehir haline gelmiştir. Irak bir
- sınır eyaleti olmuştu; Bedeviler Moğollar’ın açtıkları gediklerden buraya giriyor
- ama Moğollar gittiği halde onlar kalıyordu. Fırat ve Dicle vadisi, batıda çelik ve
- kum duvarıyla Akdeniz ülkelerinden kopartılmış, doğusunda bağlı bulunduğu
- Pers merkeziyle çevrelenmiş ve artık Doğu ile Batı ticareti için bir yol olmaktan
- çıkmıştı. Ticaret kuzeye ve doğuya doğru Anadolu ile İran’a, batıya ve güneye
- doğru da Mısır ve Kızıldeniz’e yön değiştirmişti. Böylece Irak ile halifelerin
- şehri gözden düşmüştü.
- Halifeliğin yıkılmasından sonraki dönemde Ortadoğu’nun iki büyük kültür
- bölgesi arasında bir bölünme yaşandı. Kuzeyde merkezi İran yaylasında olan,
- batıda Anadolu ile Osmanlı Türkleri’nin Avrupa’da fethettikleri topraklara,
- doğuda Orta Asya’ya ve Hindistan’ın yeni Müslüman imparatorluklarına uzanan
- İran uygarlığı yer alıyordu. Bu ülkelerde din ve dilbilimlerinin, hukukun dili
- Arapça’ydı, ancak Arap edebiyatı çok az biliniyordu. “İran İntermezzosu’’
- sırasında başlayıp Türk hanedanları döneminde-sürerek Moğollar ve sonrasında
- yeni bir rönesans yaşayan Müslüman İran gelenekleri sanatsal ve edebi yaşama
- egemendi. İran’ın doğusu ve batısında, Orta Asya ve Anadolu’da Türkler
- arasında Pers klasiklerinden etkilenen ve beslenen yeni edebiyatlar ve diller
- doğuyordu.
- İran bölgesinin güneyinde, batıdan ve güneyden Afrika kıtasına inen
- yollarıyla yeni bir merkez olan Mısır ile Arapça konuşan eski uygarlık
- merkezleri ve ihmal edilmiş Irak eyaleti bulunuyordu. Buralarda bazı Pers
- etkilerine sanatta, özellikle de mimaride rastlanmasına rağmen Pers dili ve
- edebiyatı- pek bilinmiyordu ve edebi kültür, eski Arap edebiyatı çizgisinde
- ilerliyordu.
- Moğollar ve Türkler siyasi açıdan her yerde egemendi. Akdeniz’den Orta
- Asya ve Hindistan’a kadar uzanan ülkelerde Moğol ya da Türk hanedanları
- hüküm sürüyorlardı. Memlukler’in Suriye Mısır İmparatorluğu bile Karadeniz’in
- kuzeyindeki Kıpçak ülkesinden getirtilen.Türk Memlukler’den oluşan bir
- yönetici sınıfın idaresinde bulunmakta ve savunulmaktaydı. Daha sonra da
- Çerkezler ve Kafkaslardan gelen başkaları onlara yardım etmişler, hatta bazı
- yerlerde yerlerine geçmişlerdi.
- İki bölge arasındaki giderek büyüyen bu siyasi çatışma ve kültür çeşitliliği
- çağında birleştirici ana unsur dindi. Özellikle Selçuklular döneminde Gazali’nin
- Sünnilik ve mistikliği uzlaştırmasından sonra kendini Sofi şekliyle ortaya
- çıkıyordu.XI.yy’da Sünni canlanması İslâmî birleştirmek üzere epeyce yol
- almıştı ama henüz görevini tamamlamamıştı.Sıra göçebelere ve kırsal bölgelerde
- yaşayanlara gelmişti. Göçebeler sivil hükümetin yıkılarak büyük halk kitlelerinin
- harekete geçtikleri bir çağda çok önem kazanmışlardı.Sofizm özellikle Türk
- boylarım çok etkilenmişti. Türkler ilk kez, çoğunluğu Türk olan ve inançları,
- dini öğretilerin karmaşık dogmatikliği ile ilişkili olmayan mistikler tarafından
- İslamiyet’e sokulmuşlardı. Gazalinin uzlaşması sayesinde teoloji ile mistiklik iç
- içe girmeye başlamıştı. Din bilimciler ile halkı kafirlerin fetihleri ve
- hakimiyetleri yakınlaştırmıştı. Sonrasında ibadet ve inanç biçimlerinde çok
- farklılıklar, kimi zaman aralarında çatışmalar olmakla beraber,Sofiler de
- dogmacılar da aynı Sünni dini uygulamışlardır.
- Sofi kardeşliği, XII.yy’dan itibaren insanlığın büyük bölümü için dini
- yaşamın karakteristik ifadesi olmuştur. Sofilik, İslam birliğinin birleştirici
- unsuru, dini duygu ve bağlılığın temel ifadesi, giderek de entelektüel kültürün,
- hatta siyasi gücün kaynağı haline gelmiştir. Modem çağ başlarında, Müslüman
- Ortadoğu'ya egemen olma rekabeti içindeki iki güç olan İran ve Türkiye’nin
- başındaki hanedanlar, kökenlerinden gelen Sofi örgütlerin ve ideallerin büyük
- ölçüde etkisinde kalmışlardır.
- 6. BÖLÜM
- MOĞOLLAR'IN ARDINDAN
- Halifeliğin yıkılışı ve Moğol fetihlerinin ardından Müslüman Ortadoğu’da
- İran, Türkiye ve Mısır olmak üzere üç büyük güç merkezi ortaya çıktı. İran
- başlangıçta putperest, sonrasında Müslüman olmuş, öte yandan da Moğol
- kimliği ve geleneğinin önemli unsurlarını koruyan Moğol hanlarının
- hakimiyetindeydi. Türkiye, Müslüman Türk beylerinin hakimiyetindeydi, sonra
- bir dönem Moğol hakimiyetini kabul etmiş ve Moğol İranı’nın kültüründen
- büyük ölçüde etkilenmişti. Mısır, çoğu Türk olan Memluk sultanlarının
- hakimiyetindeydi ve Moğol istilasına direnişinde başarılı olmuş, ancak pek çok
- açıdan dünyanın o dönemdeki efendilerinin etkisinde kalmıştı. Ortadoğu’nun
- kenarındaki Orta Asya ve Rusya’da kalan öteki iki Moğol hanlığı, Moğol
- dünyasının politikalarında ve İslamiyet’i seçtikten sonra da Ortadoğu
- politikalarında rol almışlardır.
- İran başlıca güç merkeziydi. Bağdat’ı fethettikten sonra kuzeybatıya çekilen
- Hülagu Han ve sonraki seksen yılda onun yerine gelenler İran etrafındaki
- toprakları yönetmişlerdir. Üstünlüklerini kabul ettikleri Moğolistan Büyük
- Hanlarına bağlılıklarının göstergesi olarak İran’ın Moğol Hanlarına bölge
- hükümdarları, îlhan anlamında İlhanlılar deniliyordu. İlhanlılar İran’ı genel
- olarak barışçı bir siyasetle yönetmişler ve Müslümanlığı seçmeden önce bile tüm
- dinlerin mensuplarına eşit hoşgörü göstermişler, eşit olanaklar tanımışlardır.
- İlhanlılar’ın temel dış politikaları fetihlerini batıya doğru genişletmekti.
- Anadolu’da Selçuklu sultanlarını yenmişler, Anadolu beyliklerini -Kendilerine
- bağlamakla ve bir işgal bölgesiyle yetinmişlerdir. Memluk sultanlığına karşı
- daha büyük bir mücadele vermişlerdir. 1259 yılında Hülagu Tebriz’den yeni bir
- kampanya yürütmeye başlayarak Ermenistan ve Yukarı Mezopotamya’yı geçip,
- güneye Suriye’ye yönelerek Halep ve Şam’ı ele geçirdi. Ancak 1260
- yılının Eylül ayında, Filistin’deki Ayn Calud’da bir Moğol öncü baskın birliği
- Baybars adlı bir Kıpçak Türkü’nün komutasındaki Mısır Memluk ordusu
- tarafından yenilgiye uğratıldı. Suriye’nin tamamı Mısır ordusu tarafından tekrar
- ele geçirildi. Bunun ardından Moğollar Suriye’yi almak için çok uğraştılar ama
- her defasında Memlukler tarafından geri püskürtüldüler.,
- Bu dönemde Hıristiyan Avrupa ile Moğollar arasında ilginç ama sonuç
- alınamayan diplomatik ilişkiler yaşanmıştır. Bu ilişkiler ortak düşmanları
- Müslümanlar’a iki cepheden savaş açmayı amaçlıyordu ama girişimlerinden bir
- sonuç alınamadı. Mısır Sultanı olan Baybars ile Rusya’daki Moğol devletinin
- hanı Berke ile aralarında bir ittifak yaptılar ve Berke bağımsızlığını ilan edip
- Müslüman oldu. İleride Altınordu Hanlığı olarak tanınacak ülkesi, Kıpçak Türk
- nüfusa sahip bir İslam devleti olma yolunda ilerliyordu.
- İran ile Mısır çatışması on yıllar boyu, Gazan Han’ın İslamiyet’i kabul
- etmesinden sonra bile sürdü ve sonunda 1323 yılında barış anlaşması yapıldı. Bu
- sırada İlhanlı krallığı da onlardan öncekilerin kaderini yaşıyordu. 1336 yılında
- İlhanlı hükümdarı Ebu Said öldükten sonra İran tekrar yerel hanedanların
- yönetimindeki küçük devletlere bölündü. Ancak bu devletlerin ömürleri kısa
- oldu. Orta Asya’da da Moğollar’ın başına Timur geçti ve Harizm ile
- Maveraünnehir’i aldıktan sonra, İran’a girerek yedi yıl içinde ülkenin tamamını
- ele geçirdi. İki kez Altınordu hanım yenilgiye uğrattı ve Hindistan’ı bastı, Irak’ı
- yerel hanedanın elinden alarak hakimiyetine kattıktan sonra Suriye’yi geçip
- Memluk sultanına egemenliğini kabul ettirdi. Anadolu 1394 ve 1400 yıllarında
- Timur’un istilasına uğradı. Timur 1402 yılındaki Ankara savaşında Osmanlılar’ı
- ağır bir yenilgiye uğratarak Osmanlı sultanı Bayezid’i esir aldı ve 1405
- yılında Çin istilasına hazırlanırken öldü.
- Moğol kökenli Türkleşmiş ve İslâmlaşmış bir aşirette doğan Timur’un
- toplumsal geçmişi oldukça mütevazıydı. Cengiz Han’ın hanedanından bir
- prensesle evlenmişti. Karma Moğol ve Türk ordularına Moğollar hakimdi ama
- ordu çoğunlukla Türkler’den oluşuyordu. Timur’un önceki Moğol
- hükümdarlarının tersine, dindar bir Müslüman olduğu söylenir ya da bu onun
- iddiasıdır. Gerçekleştirdiği büyük yıkımlar sırasında İslam dinine ait binalara ve
- çalışanlara gereken saygıyı göstermeyi unutmamıştır. Fetihleri Hülagu'nun
- fetihlerinden daha yıkıcıdır ve Altay istila dalgalarının sonuncusu olmuştur.
- Ölümüyle,X.yy başlamış olan bozkır halklarının büyük hareketi son bulmuştur
- ama boyların akını devam etmiş, daha da Önemlisi Ortadoğu’daki göçebe
- halklar şehir yaşamına ve uygarlığa girmeyi sürdürmüşlerdir.
- Timur büyük bir fatihti ama bu başarısını imparatorluklar kurmada bir
- gösterememişti ve ölümünün ardından geniş toprakları dağılmıştır. Osmanlılar
- ve Memlukler, Anadolu ve Suriye’deki hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir.
- Karakoyunlu ve Ak-koyunlu adlarında iki Türkmen boyu Batı İran,
- Mezopotamya ve Doğu Anadolu’nun denetimlerini ele almayı
- başarmışlardı. Timur’un soyu hakimiyetlerini ancak Doğu İran’da ve
- Maveraünnehir’de sürdürebilmiştir. Başkentleri Buhara, Semerkand, özellikle
- Herat parlak bir uygarlığın merkezleri haline gelmiştir. Timur hanedanı
- zamanında mimaride, sanatta, hem Farsça hem de-doğu Türk dillerinde edebiyat
- ve bilim alanlarında büyük başarılar kazanılmıştır. Türk dilinin büyük klasik çağı
- olan bu dönemde yazılan eserler Konstantinopolis'ten Uzakdoğu ve Hindistan’a
- dek tüm Türk halklarının kültürel gelişimini kalıcı bir biçimde etkilemiştir.
- Sonuçta Arapça konuşulan ülkelerde ağırlık merkezi Irak’tan Mısır’a
- kaymıştır. Haçlılar döneminde Irak, güçsüz ve örgütten yoksun olması, hem
- istilacılar hem de tüccarların geleceği Akdeniz’e uzak olması nedeniyle bir
- Müslüman üssü olma olasılığı yoktu. Alternatifi tek bir ırmağın suladığı vadiden
- oluşması nedeniyle merkezi bir hükümet gerektiren öteki ticaret yolu Mısır’dı.
- Zaman içinde Mısır Haçlılar’ı Yakındoğu’dan atan yeni fetih savaşlarının üssü
- haline gelmişti. Memlukler İlhanlI ordularını püskürtüp Arap dünyasının büyük
- bölümünü Moğol istilasından kurtarmalarını sağlayan kaynakları Mısır’dan elde
- etmişlerdi.
- XII.yy ortalarında Selahaddin’in kurduğu Eyyubi hanedanı denetimi
- yitiriyor, etkin güç Türk Menllukler’in eline geçiyordu. Eyyubi sultanlığının
- Mısır’daki son krizi, Fransız Kralı IX. Louis tarafından düzenlenen haçlı seferi
- sırasında, 1250 yalında Sultan’ın ölümüyle başladı. Sultanın cariyesi Şajar alDurr’un(İnci Ağacı) kriz sırasında sağduyusu sayesinde Müslüman devletinin ve
- ordusunun istikranın korudu. Sultanın ölümünü gizleyerek oğlu Turan Sultan
- Mezopotamya’dan dönünceye dek onun adına emirler verdi. Kısa sürede Turan
- Şah Haçlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Kral Louis canım ve taraftarlarından
- bazılarını kurtarmak için aldıklarını geri verdi ve yüklü bir tazminat ödemek
- zorunda kaldı. Turan Şah’ı da Baybars komutasındaki Memlukler öldürdü ve
- Eyyubi meşrutiyeti görüntüsü vermek » için Şajar al-Dun’u sultan ilan ettiler.
- Ancak bu anlamlı hareketleri Suriye’nin Eyyubi beylerine hanedanlarının
- Mısır’da devrildiği gerçeğini kabul ettiremedi ve hemen ardından yeni kadın
- “sultan” tahttan inmesini isteyen beyler koalisyonu ile karşılaştı. Bağdat’taki
- halife bile tüm bu olan bitenlerle doğrudan ilgilenmediği halde bir kadının tahta
- çıkarılmasına itiraz etti. Üstüne üstlük bu kadın kendi haremindendi ve onu
- Mısır sultanına hediye etmişti. Halife Suriyeli Eyyubi beylerini destekleyerek
- Mısır’daki Memlukler’e kendilerine bir sultan seçmelerini buyurdu. Bir Mısır
- tarihçisine göre halife Memlukler’e “Eğer içinizde seçecek bir erkek kalmadıysa
- söyleyin, biz size göndeririz.”
- 1 demişti,
- 1260 yılında, Memluk generali Baybars, son Eyyubi’nin ölümünün ardından
- çıkan karışıklıkta sultanlığını ilan etti. Baybars da Selahaddin gibi Müslüman
- Mısır ile Suriye’yi bu kez daha kalıcı olacak şekilde tek bir devlet altında
- birleştirdi. Yeni devletin doğudaki ve batıdaki dış düşmanlarını yenerek yeni
- bir toplumsal düzen kurmaya başladı. Selahaddin, Bağdat’taki Abbasi halifesinin
- hakimiyetini resmi olarak kabul etmiş ve Mısır’ın Sünniliğe döndüğünü
- açıklamıştı.Baybars,Bağdat’taki Moğol fatihlerden kaçan bir Abbasiyi kabul
- edip halifeliği Kahire’ye getirdi ve onu ilk gölge halife ilan etti. Bu gölge Kahire
- halifeleri tamamen güçsüzdüler ve tek işleri tahta çıkan yeni sultan için tören
- düzenlemekti. 1517 yılında Osmanlı Türkleri’nin Mısır’ı ele geçirmeleriyle
- halifelikleri sona erdi.
- Baybars ile haleflerinin yarı feodal Memluk sistemi,Eyyubiler’in Suriye ve
- Mısır’a getirdikleri Selçuk sisteminden bir uyarlamaydı. Sistem Moğol
- deneyiminden ve Mısır’da yaşamaya devam eden Moğol göçmenlerinden
- etkilenmişti. Moğollar’ın İslam direnişinin bu kalesinde bile önemli bir
- saygınlığı vardı. Bir dönem Memlukler Moğol silahlanın, yöntemlerini ve hatta
- davranışlarını ve giysilerini taklit etmişlerdir.
- Bir Memluk subayı ömrü boyunca ya da daha kısa bir süreliğine bir tımara
- sahip olurdu. Genellikle topraklarında oturmaz, Kahire’de ya da tımarının
- olduğu bölgenin büyük şehrinde otururdu. Sistemde gelir mülkiyetten daha çok
- önemli olduğu için Batı feodalitesinde olduğu gibi malikaneler, şatolar ya da
- güçlü yerel otoriteler gelişmemiştir.
- Memlukler satın alınmış köleler olarak Mısır’da öğrenim ve eğitim
- görmüşlerdi. Başlangıçta bunlar Karadeniz’in kuzey kıyılarından gelen Kıpçak
- Türkleri’ydi ama sonraları aralarına Moğol asker kaçakları, başka ırklardan
- insanlar, Yunanlılar, Kürtler, Çerkezler, hatta Avrupalılar bile karışmışlardır.
- Hakim olan sınıfın dili Türkçe ya da Çerkezçe’ydi ve çoğu, bazı sultanlar bile,
- Arapça bilmezlerdi. Baybars ve ondan sonra gelenlerin geliştirdikleri Memluk
- devleti, askeri ve sivil şeklinde çok ince düzenlenmiş bir çifte yönetimin
- kontrolündeydi.İkisinin de başında sivil kadrolu Memluk subayları yer alırdı.
- 1383 yılma dek Memluk sultanlığı çoğunlukla babadan oğula geçmiştir. Bu
- yıldan sonra Çerkez ya da İkinci Memluk sultanlığında tahta geçenler. en güçlü
- komutanlar olmuştur. Bir sultan öldüğünde, tahta geçecek gerçek sultan
- belirlenene kadar kısa süreliğine oğlu babasının yerine geçerdi.
- Mısır için, Avrupa ile yaptığı ve Avrupa'nın Ortadoğu aracılığıyla Uzakdoğu
- ile yaptığı ticaret, gerek ticari açıdan gerek de kazandırdığı gümrük vergileri
- açısından büyük önem taşıyordu. Memluk hükümetleri güçlü oldukları
- zamanlarda, Mısır'a bir ölçüde refah sağlayan bu ticareti koruyup teşvik
- etmişlerdi.
- Ne var ki, Baybars tarafından savuşturulan Moğol tehdidi henüz tamamen
- yok olmamıştı.-1400 ve 1401 yıllarında Timur’un Türk-Moğol güçleri Suriye’ye
- girerek Şam’ı yağmaladılar. Moğollar’ın ardından gelen veba, çekirge sürüleri ve
- başıboş kalmış Bedeviler onların bıraktıklarım tamamladılar. Memluk sultanlığı
- askeri ve ekonomik gücüne inen bu darbelerden bir daha asla tamamen
- kurtulamadı.
- XV.yy’daki mali ve ekonomik zorluklar, transit ticaretten elde edilebilecek
- en fazla parayı kazanmaya yönelik yeni bir mali politikayı da beraberinde
- getirdi. Bu politikaya yönelik olarak başlıca yerel ve transit ürünlerin
- tekelleştirilmesi yöntemi benimsendi. Avrupa yükselen fiyatlara tepki gösterdi ve
- bu durum Mısır’ın ekonomik yaşamını çok uzun vadeli olarak etkiledi.
- Orta ve Doğu Anadolu, Konya veya Anadolu Selçuk sultanlarının
- yönetimindeydi ve git gide bir İslam devletine dönüşerek Yakın ve
- Ortadoğu’daki İslam uygarlığının ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Selçuk
- monarşisinin gelişmesi sonucunda, ülkeyi fethetmiş ve sömürgeleştirmiş olan
- aşiretlerin ve göçebelerin siyasi bağımsızlıkları kısıtlanmış, halkın inancı, din
- adamları tarafından oluşturulan bir hiyerarşinin denetimi altına alınmıştı.
- Müslüman hukukçular, bürokratlar, din adamları, esnaf ve tüccarlar yeni
- sömürgeleşen topraklara yerleşmiş ve klasik İslam'ın şehirli uygarlığını
- getirmişler, kırsal bölgelere de İslam devletinin ve yaşamının geleneksel
- örneklerini benimsetmişlerdi.
- Selçuk devletinde Moğol istilasının şokuyla onarılmaz yaralar açılmıştı.
- Yaklaşık yarım yüzyıl çabaladı ama XTV yy başlarında yıkıldı. Merkezi devlet
- otoritesinin çökmesi ve Anadolu'ya Moğollar’dan kaçan yeni Türk göçebe
- akınlannın başlaması sonucunda sınırlarda tekrar savaşlar çıktı.XIII.yy sonları ile
- XIV.yy'da, Batı Anadolu’nun siyasi ve askeri yaşamına sınır boyundaki
- savaşçılar, dinde de dervişler hakim oldu. Batı Anadolu’nun tamamına Türk ve
- Müslüman hakimiyetini yayan Bizans’a karşı yeni bir dalga başladı.
- Yeni fetihleri paylaşan beyliklerden güçlü ve büyük bir imparatorluk
- durumuna gelen yalnız biri oldu. Bu beyliğin adı XIV.yy’ın ilk çeyreğinde
- başında olan kurucusu Osman Beyden gelmektedir. Beylik, Bizans’ın Bithynia
- sınırlarında ve Konstantinopolis’in savunma hatlarının çok yakınında yer alması
- nedeniyle daha büyük görevler üstlenip, daha büyük olanaklara sahip olmuş ve
- başka yerlerden destek bulabilmiştir. Osman Bey ve onun yerine geçenler,
- Bizanslılar’a karşı sürekli bir sınır savaşı sürdürmüşlerdir. 1326 yılında
- fethettikleri Bursa’yı hızlı bir şekilde büyüyen devletlerine başkent yapmışlardır.
- .1354 yılında Çanakkale Boğazı’nı geçerek Avrupa’ya giren Osmanlı güçleri,
- birkaç yıl sonra Gelibolu’yu, daha sonra da yüz yıl süresince Avrupa'daki başlıca
- üsleri durumuna gelecek Edirne’yi ele geçirmişlerdir. Sırplar ve Bulgarlar ile
- yapılan özellikle Meriç (1371) ve Kosova (1389) savaşlarıyla Balkan
- yarımadasının büyük bir bölümü Osmanlı yönetimine girmiş,girmeyenler de
- bağlı olmuşlardı. Bunun sonucunda da Bulgaristan, Sırbistan ve Makedonya’da
- kazanılacak zaferler hızlanmış oldu.
- Osmanlılar Avrupa sahnesine yalnızca askeri yoldan çıkmamışlardır.
- Avrupa’ya yerleşmelerinin ardından, ticari rakipleri Venediklilerle savaş
- durumundaki Cenevizliler, Osmanlılar’dan askeri yardım talep etmişler, karşılık
- olarak da mali yardım teklif etmişlerdi. Çağdaş Bizans tarihçisi Kantakuzenos
- şunlan söyler: “...Cenevizliler çok miktarda para vaadinde bulunarak, bu
- iyiliklerinin sonsuza kadar Ceneviz halkının ve senatosunun kalplerinde
- kalacağını bildirdiler.” 1352 yılında yapılan ilk Osmanlı-Ceneviz ticari
- anlaşması ile Avrupa ve Ortadoğu tarihinin başlıca konularından biri tekrar
- onaylanmıştır.
- Osmanlının dördüncü padişahı 1.Bayezid (1389-1401) tahta çıktığı sırada
- imparatorluk Avrupa’da ve Asya’da önemli topraklara sahipti. Bayezid ülkesine
- yeni bir karakter kazandırmayı amaçlayan oldukça hırslı bir kişiydi ve doğuya
- yönelip Türk beyliklerini art arda yenerek Anadolu’nun tamamını hakimiyeti
- altına aldı. Osmanlı padişahları, genel bir yaklaşımla en başından beri “sultan”
- unvanını kullanıyorlardı. Bayezid bunu özelleştirerek, Kahire'deki “halife”den
- “Rum Sultanı” olarak tanınmasını istedi. Anadolu Selçuk sultanlarının bu eski
- unvanları,Anadolu’nun eski İslami monarşisinde ve hatta Ortadoğu İslam
- İmparatorluğu’nda da iddia taşınması anlamına geliyordu. Bayezid’in 1396
- yılında Niğbolu’da Balkanlar’ı kurtarmaya gelen Batı Avrupa şövalyelerini
- yenmesi onu teşvik etti. Ama ondan daha güçlü bir fatihle karşılaşmıştı.
- 1402’deki Ankara savaşında Timur tarafından yenilgiye uğratılıp esir düşen
- Bayezid,intihar ederek yaşantıma son verdi. Osmanlı topraklan, Bayezid'in
- sultan olduğu zamanki sınırlarına dek daralmıştı. Oğulları arasında da bir iç
- savaş tehdidi belirdi ve büyük olasılıkla toplumsal kökenli olan bir dervişler
- isyanı başladı. 1. Mehmed 1413 yılında kardeşlerini yendi. 1. Mehmed ve ondan
- sonra gelenler bir süre daha çeşitli kesimlerin isyanlarıyla uğraşmak zorunda
- kaldılar.
- 1. Mehmed tahta kaldığı süre boyunca, Osmanlı devletini eski durumuna
- getirmek ve pekiştirmekle uğraştı. Oğlu II. Murad döneminde (1421-1444 ve
- 1446-1451) önemli ve büyük değişiklikler gerçekleşti. Yeni topraklar ele
- geçirildi ve Avrupa’da Sırplar, Macarlar, Yunanlılar ve Haçlılar karşısında büyük
- zaferler elde edildi. Anadolu’da ise daha önce Bayezid tarafından fethedilen
- yerler bir kez daha alındı. Sonrasında barış ve güçlenme dönemine girildi.
- Osmanlılar gerçek anlamda bir İslam saray yaşamı oluşturdular ve yazarları,
- şairleri, Müslüman bilginlerini desteklediler. Bu dönemde, edebiyatta Türk milli
- bilincinin ortaya çıkması dikkat çekici bir gelişmedir. Sultan Murad bu bilinci
- teşvik etmiş, şiir bile yazmıştır. Sultan Murad zamanında' Oğuzlar’ın tarihi ve
- efsaneleri araştırılmıştır. Osmanlı hanedanını Türk aşiret geleneğine ve
- efsanelerine bağlayan, kökenini Oğuz Han'a kadar vardıran araştırmalar
- yapılmıştır.Müslüman hanedan devleti ilkesine bağlı ve Osmanlı hanedanına
- sadık olan güvenilir komutanların ortaya çıkışı ile birlikte tüm bu yeni saray ve
- hanedan düşünceleri desteklenmiştir.
- XIV.yy sonlarına doğru başlayan, 1430 yılından sonra da düzenli biçimde
- devam eden Hıristiyan halk arasından Osmanlı ordusu ve devlet hizmetinde
- görevlendirilmek üzere devşirmelerin toplanması Osmanlı hanedanının gücüne
- güç katmıştır. XVEI. yy İngiliz tarihçi Wılliam Seaman’m çevirisine
- göre,XVI.yy Osmanlı tarihçilerinden Hoca Efendi olarak da tanınan
- Sadeddin,devşirme sistemini şöyle anlatmıştır:
- 3
- "Sultan vezirlerinden dinsizlerin içinden askerliğe uygun cesur ve çalışkan
- gençlerin seçilip Müslüman yapılmasını istemiştir. Sultanın bu iş için
- görevlendirdiği kişiler farklı ülkelerden yaklaşık bin kafir çocuğu toplayıp
- asker olarak eğiteceklerdir Bu dinsiz gençler dindar kişilerin yanında
- olacaklarından gönüllerine İslamiyet’in ışığı dolacak ve sahte dinin kirinden
- arınacaklardır.”
- Bu sayede Hıristiyan halkın enerjisi ile dervişlerin ruhu Osmanlı hanedanına
- hizmet edecekti. Selçukluların siyasi ve dini değişiklikleriyle düzenlenen Sünni
- İslam modellerine göre gelişen devlet ile hâlâ sınır boyları geleneğinin hakim
- olduğu ordu arasındaki birleşme sorunlarına uygun bir çözüm getirilmiş oldu.
- Osmanlı devletinde İslam dini kurumu olgunluk dönemine ulaşmış, Sünni
- devletiyle tam bir bütünleşme gerçekleşmiştir.Artık İslamiyet gerçek bir
- kurumsal yapıya kavuşmuştu. Şeriatın onayladığı en üst dini otoritenin
- başkanlığında, belirli güçleri ve görev olan profesyonel ve eğitimli din
- adamlarının hiyerarşisi söz konusuydu. İleri derecede maddi uygarlığa sahip olan
- bir Müslüman devletinde, İslam Şeriatı’nı ülkenin etkin hukuku yapmak için
- gösterilen tek ciddi çaba Osmanlılar’a aittir. Osmanlılar, din bilginlerine ve
- yargıçlarına daha önce eşi görülmemiş otorite, güç ve statü vermişlerdi.
- 1451 yılında II.Mehmed, babası Sultan Murad’ın yerine geçti. Yeni sultana
- coğrafi olarak ikiye bölünmüş bir imparatorluk miras kalmıştı. Artık Anadolu
- Ortadoğu İslam uygarlığı ile yeniden biçimlenmiş ve bu uygarlığa benzemiş eski
- bir İslam toprağı olmuştu. Henüz ele geçirilen Rumeli, hâlâ bir sınır boyuydu ve
- sınır boylarında yaşayanların davranış ve idealleri ile dervişlerin mistik
- inançlarının etkisi altındaydı. Eski ve yeni iki başkent Bursa ile Edime arasında
- yeni bir bağ kurmak gerekiyordu. Sultanın tahta geçmesinin iki yıl, kuşatmanın
- başlamasının yedi hafta ardından 29 Mayıs 1453 tarihinde yeniçeriler tarafından
- Konstantinopolis’in yıkılmış surlarına son bir saldırı gerçekleştirildi. Son
- Konstantin, askerleri ile birlikte savaşırken öldü. Hilalli bayrak, Ayasofya’nın
- kubbesine dikildi, sultan da imparatorluk şehrine yerleşti.
- 7. BÖLÜM
- BARUT İMPARATORLUKLARI
- Müslümanların yüzyıllardır sahip olmak istedikleri Konstantinopolis’i ele
- geçirmeleriyle birlikte son parça da yerine oturmuş oldu. Sultan II. Mehmed, bu
- fethin ardından Fatih adını aldı. Fatih Sultan Mehmed, Asya ile Afrika'nın ve
- onları şekillendiren iki geleneğin birleşmesini tamamlamış oldu. Sınır savaşçıları
- beyliği bir imparatorluk olurken, lideri de imparator olmuştu. Bu zaferle
- Osmanlı-Sultanlığı İslam’ın Batı’ya yönelmesinde aldığı öncü rolünü
- kesinleşiyor ve İslam dünyasında önemli ölçüde saygınlık kazanmasını
- sağlıyordu.
- Sultan II. Mehmed’in padişahlığında bundan sonraki dönem Avrupa ve Asya
- sınırlarına düzenlediği fetihlerle geçti. Avrupa’da Mora’dakİ son Rum
- despotluklarını aldı, Sırbistan ve Bosna’yı Osmanlı topraklarına kattı ve Yunan
- adalarının çoğunu ele geçirdi. Asya’da Cenevizlilerden Amasra’yı, Müslüman
- beyinden Sinop’u ve Yunan imparatorundan Trabzon’u aldı. Ancak daha doğuya
- ilerlemeyi ya da Müslüman hükümdarlara karşı savaş açmayı asla istemiyordu.
- Sultan II. Mehmed, 1473 yılındaki savaşla kendisine meydan okuyan Doğu
- Anadolu ve Mezopotamya Türkmen hükümdarı Uzun Hasan’ı yenilgiye uğrattı.
- Ancak bu zaferini ilerletmeye çalışmadı. Bunun nedenleri,XVI.yy tarihçisi
- Kemalpaşazade’nin yazmış olduğu sultanın bir konuşmasında şöyle anlatılmıştır:
- “Bu saldınsı yüzünden Uzun Hasan’ın cezalandırılması doğru olandı çünkü
- İslam’ın büyük sultanlarının hanedanlarının yok edilmesi doğru olmazdı.” Asıl
- önemli olan, sultanın,Avrupa’daki önemli işi olan cihada engel olmasıydı.”
- Öte yandan Osmanlı sultanları güney ve doğu sınırlarının ötesinde önemli
- değişikliklerin olduğu Müslüman topraklarına ilgisiz kalamazlardı.XIII.yy’ın
- ortalarından itibaren Mısır ve Suriye’de hüküm süren Memluk sultanlığının
- yıkılışı bu değişikliklerden biriydi. Son zamanlarında Mısır sultanlığı bir tür
- Arap Bizansı haline gelmişti. Kuzeyde ve doğuda, Anadolu ve İran yaylasında,
- İslamiyet’in kültürel ve siyasi liderliğini ele geçirmiş olan Türkler ile İranlılar
- arasında yeni devletler ve toplumlar ortaya çıkıyordu. Genellikle Türkler ve
- İranlılar’ın kendi dilleriyle adlandırılan yeni bir uygarlık oluşmaya başlıyordu.
- Suriye ve Mısır’da, artarak doğudan gelen büyük etkilere rağmen eski düzen
- korunabilmişti. Eski İslam kültürü Arapça şekliyle çok uzun yıllar sürmüştü.
- Ülkeyi savunan Memluk askerleri Nil vadisini istilalara karşı
- korumuşlardı.Çoğunluğu Memlukler’in oğulları ve onların yerine geçenlerden
- oluşan Suriyeli ve Mısırlı yetkililer devleti yönetmiş, bununla birlikte de klasik
- İslam mirasını korumuş ve yorumlayarak zenginleştirmişlerdi.
- Suriye-Mısır sultanlığı, Timur’la yapılan savaş, kötü mali yönetim yüzünden
- kaynakların kuruması, kuraklık, açlık ve veba, Memluk düzeninin ve
- toplumunun çökmesi başta olmak üzere çeşitli dış etmenlerle ve iç savaşlarla
- fazlasıyla güç kaybetmişti.
- Son darbeler de kuzeyden ve batıdan olmak üzere dışarıdan alındı.Bunlardan
- biri, Portekizliler’in doğu sularına gelmesi sebebiyle ekonomikti. Portekizliler,
- Avrupa ile Hindistan arasında oluşturdukları doğrudan deniz yolları sayesinde
- Mısır ticaretinin önüne geçtiler. Bu durumun gelecekteki etkileri eskiden
- düşünüldüğü kadar büyük olmayacaktı.XVI.yy’da Levant'ta ticaret çok önemli
- canlanmalar olmuştur.Ne var ki,durumun yarattığı ilk'etkiler oldukça önemliydi.
- Memluk sultanı Kansuh elGuri (1500-1516) zamanında ticaretin ve gelirlerin azalması krize yol açtı.
- Venedikliler’in teşvikiyle Hindistan’a bir Mısır filosu çıkardı. Başta birkaç
- başarı kazanan filoyu Portekizliler yenilgiye uğrattı. Bunun ardından
- Portekizliler Hint okyanusundaki Müslüman ticaret gemilerini yok etmeye
- başladılar, hatta Portekiz gemileri Basra Körfezi ve Kızıldeniz’e kadar ilerlediler.
- Kuzeyden ise tehlikeli bir askeri darbe alındı. Memluk ile Osmanlı
- sultanlarının ilişkileri bir dönem dostluk içinde sürmüştü ama XV.yy’ın ikinci
- yarısında bozulmaya başladı. İki devlet, 1485 ile 1490 yıllan arasında savaştılar.
- Çoğunlukla Memlukler’in Osmanlılarca karşı üstün olduğu savaşlarda kesin bir
- sonuç elde edilemedi.
- Askeri denge hızla Osmanlılar yararına değişiyordu. Bu değişiklikte,
- Osmanlılar’ın büyük bir etkinlikle ve hızla ateşli silahlan benimsemeleri büyük
- önem taşıyordu. Memlukler ise yeni ateşli silahlara karşı istekli değillerdi.
- Osmanlılar’ın topraklarında madenler bulunuyordu ama Memlukler’in
- topraklarında madenleri olmadığı için ithal etmek zorundaydılar. Ancak bu
- somut zorluklardan çok daha önemli olanı, Memluk emirlerinin, eskinin onurlu
- ve yasal silahlarına sahip çıkarak ateşli silahları ve kullananları değersiz
- görmeleriydi. Son zamanlarında Memlukler’in birkaç umutsuz ateşli silah
- edinme çabaları olmuştur. Silahları,siyah köleler ile Memlukler’in yerlilerden
- olan çocuklarından oluşan özel askeri birliklere ve paralı yabancı askerlere
- verdiler ama bunlar yeterli değildi. Osmanlılar’ın tüfekli piyade ve topçuları
- Memlukler’in mızraklı süvari ve okçularından çok daha üstündü.
- Osmanlılar’ın Memlukler'e yapılacak son saldırıdan önce daha fazla tehlikeli
- başka bir Müslüman düşmanla savaşmaları gerekiyordu. Konstantinopolis’in
- fethinden yarım yüzyıl sonra Osmanlılar’ın karşısına Hıristiyan değil, Müslüman
- bir rakip çıktı. Bu da İran’ın yeni Safevi hanedanı şahlarıydı. Bunlar köklü bir
- Şii hareketinin ardından başa gelerek yüzyıllardan beri ilk defa Akdeniz ile Orta
- Asya ve Hindistan kapıları arasındaki bölgenin tamamını içine alan güçlü bir
- birleşik devlet kurmuşlardı. Kaynağı radikal Şii öğretileri olan ve Osmanlı
- sınırlarının kuzeybatısına yerleşen bu militan yeni güç, Türkiye’de bir tehdit ve
- de meydan okuma olarak görülüyor, İran ve Anadolu yaylalarının hükümdarları
- arasındaki eski rekabetinin tekrar dirilmesine dini bir nitelik kazandırıyordu.
- İran’da bulunan milyonlarca Sünni belki de halkın çoğunluğunu oluşturuyordu.
- Osmanlı İmparatorluğu’nda en azından yüz binlerce Şii bulunuyordu ve bunların
- da doğudaki yeni Şii rejimine eğilimleri olabilirdi. Safevi şahı ve Osmanlı
- sultanı, birbirleri açısından kesinlikle hoşgörü gösterilmeyecek olan gaspçı ve
- din düşmanlarıydı. Safevi ailesinin Türk kökenli olması ve Türk olan
- Anadolu’da geniş bir destek görmesi Osmanlılar’a yönelik bu tehdidin
- ciddiyetini daha çok artırıyordu.
- Osmanlılar’ın bu tehdide tepkileri erkenden geldi. 1502 yılında Sultan
- Bayezid Anadolu Şiileri’nin Anadolu’dan Yunanistan’a sürülmesini buyurdu ve
- îran sınırındaki güçlerine seferberlik ilan etti. 1511 yılında Orta Anadolu’da
- Osmanlılar’a karşı tehlikeli bir Şii isyanı başladı. Yaşlı sultan ertesi yıl tahttan
- çekilerek yerini ileride adı Yavuz Sultan Selim olacak olan oğlu I.Selim’e (1512-
- 1520) bıraktı. Çok geçmeden Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki düşmanlık
- ve rekabet savaşa dönüştü. İki hükümdar arasında savaştan önce oldukça sert
- yazışmalar olmuştur. Bu yazışmaları, sultanın kültürlü beylerin dili Farsça ile,
- şahın ise aşiret ve kırsal kökenlerinin dili Türkçe ile yapmış olması dikkat
- çekicidir.
- Savaşta Osmanlılar zafer kazandı. İran ordusu, 23 Ağustos 1514 tarihinde iki
- imparatorluğun sınırlan arasında yer alan Çaldıran ovasında, Osmanlı
- yeniçerileri ve topçusu tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. 7 Eylül 1514’te
- sultan, İran’ın başkenti Tebriz’i ele geçirdi. Yavuz Sultan Selim, bu zaferinden
- sonra, kendinden önceki sultan II. Mehmed gibi doğuya yönelmedi. Şahı
- yenilmiş ve güçsüz bir durumda ama yine İran’da bir Şii devletinin lideri olarak
- bırakarak Türkiye’ye döndü. Bundan sonra iki imparatorluk arasında zorlu ve
- uzun bir çatışma başladı. Bu mücadele sırasında, İran’da Sünniler’in, Türkiye’de
- Şiiler’in kanlı bir biçimde bastırılmaları ortak nefreti ve korkuyu şehit olanların
- kanıyla beslemiştir.
- Tüm bu yaşananlar İslam’ın liderliği ile Ortadoğu’nun denetimi elde etmek
- uğrunaydı. Mücadele yalnızca savaş meydanlarında değil, Şii ve Sünni
- inançlarının arasındaki propaganda savaşıyla da sürdürüldü ve Osmanlılar’ın
- sınırlı zaferleriyle son buldu, Osmanlılar İran imparatorluğunu tümüyle yok
- edemediler, ancak sınırlayabildiler. Böylece güneyde Arapça konuşulan ülkelerin
- Osmanlı topraklarına katılması fırsatı doğdu. Osmanlılar, 1516-17 yılları
- arasındaki bir savaşla son iki buçuk yüzyıldır Suriye, Mısır, ve Batı Arabistan’ı
- egemenliğine almış olan Memluk sultanlığını yok ederek, bu ülkeleri ele
- geçirdiler. Bu yeni toprakların alınmasıyla birlikte Osmanlı hakimiyeti, güneyde
- Afrika ve Arabistan’da Kızıldeniz'in iki kıyısına, doğuda Hint Okyanusu’na,
- batıda Fas sınırına kadar Kuzey Afrika’da, sonra da XVI. yy’da Irak'a kadar
- genişledi. Bu sırada Osmanlılar, uzun süren bir mücadelenin ardından İranlı
- hükümdarlarının elinde bulunan Irak’ı ele geçirmiş ve Osmanlı ordularını Basra
- Körfezi’ne kadar indirmişlerdi. Kutsal Medine ve Mekke şehirleri de dahil
- olmak üzere İslamiyet’in merkezi toprakların hakimi artık Osmanlı sultanlarıydı.
- Kutsal şehirlerin hakimiyeti ile saygınlıktan, merkezi toprakların hakimiyeti ile
- de sorumlulukları artıyordu.
- Osmanlılar, İranlılar’ı yola getirip, Memlukler’i yıktıklarına göre artık
- Avrupa’daki savaşa dönebilirlerdi. İmparatorluk Kanuni Sultan Süleyman
- döneminde (1520-1566) gücünün en üst noktasına ulaşmıştı. 1526 yılındaki
- Mohaç Savaşı’nda Macaristan krallığı ordusu Osmanlılar tarafından bozguna
- uğratıldı. Kemalpaşazade Osmanlı zaferini şöyle kutlamıştır:
- 2
- "Muhteşem ordular, ateş gibi parıldayan kılıçlarıyla ölüme mahkum ancak
- yine de cesur kafirlere saldırdılar. Tıpkı bir savaş bayramındaki şarap
- kadehleri gibi kırmızı renkteler, başları erguvan çiçekleri gibi, gözleriyse birer
- akik taşı ve elleri de mercan gibi parıldıyor... Savaş, gökyüzü kan kırmızısı
- oluncaya dek sürdü... ”
- Kral zorlu bir savaşın ardından yenilir:
- “Sultanın buyruğuyla yeniçeri tüfekçileri düşmana ateş açtılar... Ve o anda
- yüzlerce batta binlerce düşmanı cehenneme gönderdiler... Kral da hem bu
- dünyayı hem de öbür dünyayı kaybetmişti. ”
- Bu zaferin ardından Kanuni Sultan Süleyman'ın orduları Macaristan’ı
- geçerek 1529 yılında Viyana’yı ilk kez kuşattılar. Doğuda Hint Okyanusu’nda
- Osmanlı donanmaları Portekizlilere meydan okuyorlardı. Müslüman deniz gücü,
- batıda Kuzey Afrika'nın denetim altına alınmasıyla Batı Akdeniz’e kadar
- ilerlemiş, Atlantik Okyanusu’na ve Batı Avrupa kıyılarına baskınlar yapmaya
- bile başlamıştı. Hıristiyan dünyasını bir kez daha İslamın yayılması tehdidiyle
- karşı karşıyaydı. Haçlı seferleri son bulmuş ve cihad tekrar başlamıştı. Elizabeth
- döneminde Türkler’in tarihini yazan Richard Knolles, Türk imparatorluğuna
- “Dünyanın şimdiki belası” derken Avrupa’daki ortak görüşü ifade
- ediyordu.XVI.yy Türkler’in doruğa ulaştıktan sonra gerilemeye başladıktan
- yüzyıl olmuştur. Orta Avrupa’da ilk Viyana’yı alma çabasından sonra yüz elli yıl
- sürecek ama sonuçsuz kalacak kanlı bir mücadele başladı. Bu dönem 1683
- yılındaki ikinci Viyana kuşatılmasıyla sona buldu. Bu kez, kesin ve tam bir
- yenilgi alan taraf Türkler olmuştu. Osmanlılar’ın doğuda önce Mısır, sonra
- Irak’taki üslerinden denizdeki güçleri devam etti. Osmanlı valileri bir süre
- Afrika Boynuzu ve Yemen’e yerleştirdiler. Avrupalı Hıristiyan düşmanlarını
- korumak isteyen yerel Müslüman hükümdarlar Güneydoğu Asya’ya bir Osmanlı
- topçu birliği yollamışlardır. Ne var ki, tüm uğraşlar boşaydı, Portekiz ile öteki
- Batılı savaş gemilerinin karşısında Osmanlı donanması bile güçsüz kalıyordu.
- Osmanlılar’ın yerel Müslüman hükümdarlardan aldıkları desteğe rağmen, Batı
- Avrupa’nın güçlenmeye devam eden donanmaları karşısında Güney ve
- Güneydoğu Asya’dan çekilmeleri zorunlu oldu.
- Osmanlılar, 1571 yılındaki İnebahtı deniz savaşıyla da Akdeniz’de ilk büyük
- yenilgiye uğradılar. Sadrazam Lütfi Paşa Kanuni Sultan Sülayman’a deniz gücü
- sorunuyla ilgili şunları söylemiştir: “Karaya hükmeden çok olmuştur. Kafirler
- denizde bizden üstünler. Onları yenmeliyiz.”
- 3
- İnebahtı Savaşı, Hıristiyan Avrupa tarafından büyük bir zafer şeklinde
- kutlandı. Ancak bu zafer, Osmanlı donanmalarının Asya denizlerinde yenilgiye
- uğratılıp yok edilmesinin yanında çok da önemli değildi. Kısa sürede Osmanlılar
- Akdeniz’deki deniz güçlerini çoğaltmışlar, böylelikle Avrupa’daki topraklarını
- saldırılara karşı koruyabilmişlerdir. II.Sultan Selim (1566-1574) ile sadrazamı
- Sokollu Mehmed Paşa’nın İnebahtı’da batırılan gemilerin yerine yeni bir
- donanmanın yapılmasıyla ilgili konuşması, bir Türk tarihçisi tarafından şöyle
- aktarılmıştır: “Sultan yeni donanmanın maliyetini sorduğunda sadrazam,
- “İmparatorluğumuz o kadar güçlüdür ki, istersek atlastan yelkenleri,ibrişimden
- halatları ve gümüşten çıpaları olan bir donanma inşa edebiliriz.”
- 4 demişti.
- Gerçekten de donanma yeniden yapılarak Müslüman deniz gücü Yakındoğu
- ve Kuzey Afrika’da üslendi. Sonra da XVII.yy’da Akdeniz’e hakim olmayı ve
- Atlantik’e açılmayı sürdürdü. Hıristiyan Avrupa’ya oranla, İslam dünyasının
- gerçek gücü önemli derecede zayıflamıştı, ancak Osmanlı askeri gücü sayesinde
- hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar bu gerileyişin henüz farkında değillerdi.
- XVI.yy ortalarında, Kanuni Sultan Süleyman’ın sarayındaki Kutsal Roma
- împaratorluğu’nun elçisi Busbecq, büyük bir Osmanlı gücü altında yaşan
- Hıristiyan Avrupa konusundaki endişelerini şöyle ifade etmiştir:
- 5
- "Bizim lehimizde yalnızca İran hareket etmektedir ve düşman bize
- saldırmaya hazırlanırken arkasındaki tehlikeye dikkat etmelidir... İran
- yalnızca kaderimizi geciktirir bizi kurtaramaz. Türkler İran'la işlerini
- bitirince, Doğu ’nun tüm desteğiyle boğazımıza sarılacak. Bunun için ne
- kadar hazırlıksız olduğumuzu söylemeye dilim varmıyor.’
- Osmanlılar “İran ile hesaplaşmadılar.” 19.yy başlarına kadar doğu komşuları
- ve rakipleriyle mücadeleyi sürdürdüler ama artık Türkiye de, İran da Batı’yı
- tehdit edecek halde değillerdi.
- Mısır Memluk sultanlarının yaptığı gibi İran hükümdarları da ateşli silahlara
- pek sıcak bakmadıklarından, başlangıçta bu silahlan almak için çok istekli
- değillerdi. Onlar da tıpkı Memlukler gibi Osmanlı tüfekçilerini ve topçusunu
- görünce yanıldıklarının farkına vardılar. Ancak Memlukler’den farklı olarak
- yıkılmamış ve aldıkları dersleri uygulama olanağı elde etmişlerdi. XVI. özellikle
- de XVII. yy’da İran şahları ordularına tüfek ve top almışlardı. Venedik, Portekiz
- ve İngiltere önemli ikmal kaynakları olmuştur.
- İranlılar başlangıçta istekli olmamalarına rağmen, silah üretimini ve
- kullanımını kısa sürede öğrendiler. 24 Eylül 1572 tarihinde Venedik elçisi
- Vincenzo di Alessandri’nin Onlar Konseyi’ne verdiği raporda açıkladığı gözlemi
- söyledin
- 6
- "Kullandıkları silahlar mızrak, kılıç ve arkebüzdür ve silahları tüm diğer
- ülkelerin silahlarından daha üstün, çelikleri de daha iyidir.Arkebüzlerin
- namlularının uzunluğu çoğunlukla altı karıştır ve yaklaşık olarak üç onstan
- biraz daha hafif olan gülleler atarlar. Bunları yaylarını çekmeyi ya da
- kılıçlarım kullanmayı aksatmadan kolayca kullanırlar. Kılıçlarına gerek
- duyana dek eyerlerinde asılı tutarlar. Arkebüzü sırtlarına astıkları ve
- kılıçlarını ellerinde tuttuklarından bir silahı kullanmaları ötekini engellemez.
- ”
- Kılıç, yay ve ateşli silahı neredeyse aynı anda kullanabilen İranlı süvarinin
- resmedildiği tablo, gerçekleşen değişikliklerin karmaşasını başarıyla
- simgelemektedir.XVI. ve XVII.yy’da ateşli silahlar İran hükümdarları tarafından
- istenmeyerek de olsa kullanılmaya başlanarak, askerlerinin çoğunluğunu bu
- silahlarla donatılmıştır. Kuşatmalarda, onlar kadar yoğun olmamakla birlikte
- tıpkı Osmanlılar gibi top kullanıyorlardı. Sahra topçusunu kısıtlı ve genellikle de
- etkisiz bir şekilde kullanıyorlardı.
- Şah Abbas. (1587-1629), Şah İsmail’den sonraki hükümdarlardan en ilginç
- olanıdır. Şah Abbas’ın Osmanlı modeline göre yeni bir piyade ve topçu birliği
- kurması yaptığı en önemli iştir.1598 yılında yirmi altı kişiyle İran’a gelerek uzun
- süre şahın hizmetinde bulunan Robert ve Anthony Shirley adlı İngiliz kardeşler,
- bu birliğin kurulmasında Şah Abbas’a yardım etmişlerdir.Şah Abbas ilk olarak,
- İran'ın doğu eyaletlerinde pek çok şehri ele geçiren Orta Asya özbekleri’ni
- durdurdu. Bunu başarabilmek için de Osmanlılar ile barış yaptı ve Gürcistan,
- eski Safevi başkenti Tebriz ile Azerbeycan’ı onlara bıraktı. Özbekler’e
- uyguladığı başarılı politikası sayesinde doğudaki kaybetmiş olduğu yerleri geri
- aldı ve yeniden gözünü batıya dikti. 1603 yılında Tebriz’i alarak ilerlemeyi
- sürdürdü ve daha önce Osmanlılar tarafından fethedilmiş olan Irak topraklarının
- büyük bölümünü ele geçirdi, l6l6 yılında Hindistan’da Surat’ta çalışmaya
- başlayan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Şah Abbas hükümdarlığı zamanındaki
- önemli bir diğer olaydır. Portekizliler o döneme dek İran’daki Batılı ticaretin
- neredeyse tamamını ellerinde bulunduruyorlardı, ancak İngilizlerin bu girişimini
- durdurmayı başaramadılar. 1622 yılında İngiliz tüccarları bir Iran ordusunun,
- 1514 yılından bu yana Portekizliler’in elinde olan Basra Körfezi’ndeki
- Hürmüz’ü ele geçirmesine yardım ettiler. Bu olay için yazılan bir destan ile İran
- ordusunun, bu başarısı kutlandı.
- “Büyük” olarak anılan Şah Abbas dönemi Safevi çağının zirvesiydi.
- Portekiz, Hollanda ve İngilizler arasındaki Batılı güçlerin Basra Körfezi ve Hint
- Okyanusu’ndaki rakip durumlarının, şahın yakalayıp faydalanmada gecikmediği
- avantajları vardı. 1597 yılında Şah Abbas başkenti tekrar taşıdı, daha önce de
- Tebriz’den Kazvin’e taşmıştı. Başkenti bu defa, doğudaki ve batıdaki düşmanları
- olan Özbekler’e ve Türklerce karşı harekatlarını daha yakından izleyebileceği ve
- daha merkezi bir konumdaki İsfahan’a taşıdı, İsfahan’da Şah Abbas zamanında
- yapılan yeni yapılar şehre kalıcı bir güzellik kattı ve orada yaşanların “İsfahan
- nısf-ı cihan" (Isfahan dünyanın yansıdır) diye gururlanmalarını doğruladı.
- Safevi hanedanı, Şah Abbas öldükten sonra hızla çökmeye
- başladı.Osmanlılar Şah Abbas’ın onlardan geri aldığı yerleri ve Bağdat’ı yeniden
- aldılar. İran'ın doğudaki komşuları olan Afganlar ve Özbekler saldırılarına
- devam ettiler. Kafkasya sınırlarına Kazakların akınlar yapmaya başladıkları
- sırada, ilk Rus heyeti 1664 yılında İsfahan’a girdi.
- O sırada kuzeyde uzun dönemde büyük önem kazanacak birtakım gelişmeler
- oluyordu. 1480 yılında Moskova çan Büyük İvan, Rus tarihçileri tarafından
- “Tatar boyunduruğu” olarak adlandırılan durumdan, bağımlılıktan ve haraç
- vermekten sonunda kurtulmuştu. Ruslar tıpkı Batıdaki Portekizler ve İspanyollar
- gibi, ancak daha başarılı bir şekilde ülkelerini Müslüman egemenliğinden
- kurtarmış ve eski efendilerini kendi topraklan-na geri göndermeye başladılar.
- Uzunca bir uğraştan sonra 1552 yılında Volga Tatarları’nın başkenti Kazan’ı ele
- geçirdiler. Bundan sonra da bölge daima Rus yönetiminde kaldı. Ruslar, Volga
- üzerinden aşağı inerek 1556 yılında Hazar kıyısındaki Astrakhan limanını
- aldılar. Artık Ruslar Volga ırmağının tamamını ele geçirmişler ve Hazar
- Denizi’nde bir köprübaşına sahip olmuşlardı. Güneye indikleri sırada Müslüman
- düşmanlarının çoğunu yenmişlerdi ve Osmanlı Kırım Tatar topraklarına doğru
- ilerliyorlardı.Bu tehlikenin farkında olan Osmanlılar karşı koymaya çalışıyorlar
- ama sonuç alamıyorlardı. Osmanlılar’ın bir sefer düzenleyip Astrakhan’ı alma
- ve donanmalarını Karadeniz’den Hazar’a çıkartmak için Volga ile Don ırmakları
- arasında bir kanal açma planlan da gerçekleşemedi. Bir süre daha Kırım'ın Tatar
- hanları Ruslar’a direnerek Osmanlı sultanlarına bağlı kaldılar. Bu süre boyunca
- Karadeniz Tatar ve Türk denetimi altında bulundu. Çoğunluğu gıda maddesi ve
- Doğu Avrupalı kölelerden oluşan önemli bir ticaret İstanbul ile Kırım arasında
- sürdü.
- Öte yandan Ruslar da ilerlemeye devam ediyorlardı. XVIL yy’da Astrakhan,
- Ruslar’ın kuzey Kafkasya'nın bağımsız Müslüman devletlerine doğru yayılma
- merkezleri haline geldi. Sonra da Volga ve Don ırmaklarının ağızları arasındaki
- Rus imparatorluk eyaletinin yönetim merkezi oldu. 1637 yılında, Karadeniz’deki
- Türk Azak deniz kalesi bağımsız hareket eden Don ;Kazakları tarafından
- fethedildi. Don Kazakları kaleyi yıllarca Türk kara ve deniz saldırılarına karşı
- ellerinde bulundurdular,sonra da Rus çarına hediye ettiler. Ancak Osmanlı
- İmparatorluğu ile savaşa girme tehlikesini göze alamayan Rus çan bu hediyeyi
- kabul etmek istemedi.Karadeniz’e gidecek Rus yolu henüz açık olmamakla
- birlikte artık belliydi.
- 1602 yılında Kutsal Roma imparatoru ile Osmanlı sultanı arasında yapılan
- Zitvatorok Antlaşması önemli bir değişikliğin göstergesiydi. Antlaşma Habsburg
- ve Osmanlı imparatorluklarının sınırını çizen ırmağın üzerindeki bir adada
- imzalanmıştı.Bu anlaşma, eskiden yapılanlar gibi zaferi kazananın başkentinde
- dikte ettiği bir barış olmamış, eşitler arasında tam da sınırda yapılan bir uzlaşma
- olmuştur. Bu değişikliği simgeleyen başka bir şey de, o güne dek Türk
- belgelerinde “Viyana kralı”şeklinde küçümsenen Habsburg hükümdarı için
- Osmanlı sultanına ait “padişah” unvanının kullanılmasıydı.Osmanlılar’ın
- Avrupa’ya girdikleri ilk zamanlarda gerçek anlamda bir antlaşma da görüşme de
- yapılmamıştı. Dini bir görev olan ve İslam ile kafir düşmanları arasında sürekli
- yapılan savaşlar, ara sıra barışlarla dururdu. Bu barışlar da Osmanlılar tarafından
- yenilen düşmanlarına İstanbul’da dikte edilirdi. Sonuç olarak Zitvatorok
- Antlaşması koşulların değiştiğini gösteriyordu. Dolayısıyla kavramlar ve
- yöntemler de değişmişti.
- İstenmeden verilen eşitlik ödünü ile başlayan XVII. yy bir yenilginin kesin
- olarak kabul edilmesiyle son bulmuştur. Hıristiyan ve Müslüman dünyalarında
- askeri ve siyasi güç dengesindeki değişiklik oldukça yavaş olduğu için derslerin
- çıkarılması, anlaşılması ve uygulanması zaman almıştır. Ekonomik eşitsizlik
- hemen kavranmamıştı, ancak kavranışı çok derin ve kesin olmuştu. Avrupa’nın
- ticaret merkezleri, dolayısıyla da güç merkezleri okyanuslardaki keşiflerin
- sonucunda Akdeniz’den Atlantik’e, Orta ve Güney Avrupa’dan Batılı denizci
- devletlere kaymıştı.
- Batılılar, Ortadoğu’da ve başka bölgelerdeki İslam devletleriyle olan
- alışverişlerinde önemli üstünlüklere sahipti. Atlantik fırtınalarına dayanacak
- şekilde yapılan gemileri, Müslümanlar’ın Akdeniz ve Hint Okyanusu’ndaki
- gemilerinden oldukça ağır ve büyüktü. Gemi yapımcılarının tasarladığı,
- Atlantik’te eğitim almış kaptanların yönettiği bu gemilerin manevra yetenekleri
- çok daha fazlaydı ve çifte avantaja sahiplerdi: Barış zamanında daha fazla yükle
- daha uzaklara daha düşük maliyetlerle gidebiliyorlar, savaş zamanında da daha
- fazla top taşıyorlardı. Batı Avrupa’daki denizci devletler, Güney ve Güneydoğu
- Asya ile Orta Amerika’daki tropik ülkeleri sömürgeleştirip önceden hiç
- bilinmeyen ya da Avrupa’da yetişmeyen ürünler yetiştirmişlerdi. Bu devletler,
- ekonomilerindeki gelişmeler ve Amerika’dan gelen altın sayesinde, Ortadoğu
- pazarlarına oldukça geniş bir ürün çeşidi sunmaya başlamışlardı.
- Ekonomik kültürde de hızla artmaya devam eden farklılıklar, ticari alandaki
- değişiklikler kadar önemliydi. XVI. yy’da ve sonrasında Avrupa devletleri
- üretici güdümlü ekonomiler ve merkantilist politikaların yönlendirmesiyle,
- ticaret şirketlerini koruyarak ekonomik enerjilerini yoğunlaştırmaya ve ticari
- etkinliklerini artırmaya başlamışlardı. Endonezya ve Hindistan’a yalnızca tüccar
- olarak değil, yönetici olarak da yerleşen Batı Avrupalılar,denizdeki güçleri
- sayesinde baharat ve başka önemli ürünlerin Afrika ile Asya arasındaki ticaretine
- hakim olmuşlar, böylelikle ticari etkinliklerinin kapsamı önemli ölçüde
- büyümüştü.
- Yalnızca Batı’nın yükselişi, iki dünya arasındaki ekonomik dengedeki
- değişikliği açıklamada yeterli olmayacaktır. Müslüman gücündeki gerilemenin
- nedenlerini görmek için iç değişiklikleri dikkate almak gerekmektedir.
- Çağdaş Avrupalı gözlemcilerin XVI.yy’ın ilk yarısında en görkemli
- dönemini yaşayan klasik Osmanlı sisteminde etkin ve merkezi bir
- mutlakiyetçilik modelini ve örneğini görmelerine şaşırmamak gerekir. Eski
- Avrupa sisteminde yerleşmiş ayrıcalıklara sadık kalanlar için sultanlık keyfi ve
- kaprisli korkunç bir güçtü. Öte yandan Avrupa'nın milli devlette aydınlanmış
- kral despotizmi çağını sabırsızlıkla bekler de Türkiye’de disiplinli bir modem
- monarşi olduğunu düşünüyorlardı.
- Makyavel ve başka Avrupalı siyasi düşünürler Fransız kralının güçsüzlüğünü
- Türk sultanının gücüyle karşılaştınrken her iki ülkede de zaman içinde bu iki
- hükümdarın rollerini tersine çevirecek süreçler başlıyordu. Fransa’da iş adamları
- sarayın ileri gelenleri durumuna gelecek, özerk bölgeler idari bölgeler olacaktı.
- Kral halkı ve ülkesi üzerinde “Devlet Benim" diyecek ölçüde güç ve otorite
- kazanacaktı.
- 1520 yılında Kanuni Sultan Süleyman’a Hz. Osman'ın kılıcı verildiğinde,
- Karadeniz’den Hint Okyanusu’na, Macaristan’dan İran sınırlarına dek büyük bir
- imparatorlukta kusursuz bir mutlakiyetçi hükümetin efendisi olmuştu. Gücü
- Şeriatın değiştirilemez hükümleriyle sınırlıydı ama mutlak gücünü de Şeriattan
- alıyordu. Adeta sultanın özel köleleri olan hükümet ve ordu,yani yönetenlerle
- savaşanlar, halk karşısında ayrıcalıklı ve bağışıklığa sahiptiler ama sultanın
- iradesi karşısında herhangi bir hakları yoktu. Eski kadroların yerine mütevazi
- kökenlerden gelen yeni köleler getiriliyor, böylece de güç merkezlerindeki
- babadan oğula geçen aristokrasinin gelişmesi önleniyordu. Öte yandan sultana
- geri alınabilen tımarlarla bağlı olan feodal sınıf da tarımı geliştirip kırsal alanın
- refahını sağlayacak ölçüde güvenlikteydi.
- XVI.yy’da Avrupa’yı yeni siyasi ve ekonomik gelişme yollarına iten büyük
- tehdit, Osmanlı İmparatorluğu açısından herhangi bir zorluk çıkarmadığı için bir
- motivasyon da yapmıyordu. Avrupa devletleri arasında yalnızca Türkiye, yeni
- savaş makinesini organize edecek ve finansmanını yapacak merkezi denetime,
- insan gücüne, toprağa ve kaynağa sahipti. Avrupa ülkeleri, yoğun bir çalışma ve
- ilerleme çağına başlıyorlardı, öte yanda Türkler ise rahatlarını bozmuyor, hareket
- etmiyor, dolayısıyla da geri kalıyorlardı.
- Osmanlı tarihçilerine göre, İmparatorluğun çöküşü Kanuni Sultan
- Süleyman’m ölümüyle başlar. Gerçekten de XVI.yy’ın ikinci yarısında Osmanlı
- kurumsal yapısındaki çözülmenin ilk belirtileri ortaya çıkmaya başlanmıştır. Bu
- belirtileri Osmanlı devlet adamları XVI.yy sonlarından Osmanlı
- İmparatorluğu’nun son günlerine dek yazılı olarak tartışmışlardır.
- Sipahi sınıfının bozulması, sıkça tartışılan bu belirtilerden biridir. İlk
- zamanlamada Osmanlı devletinin bel kemiği olan bu feodal sınıf, uzunca bir süre
- bu önemini kaybetmemiştir. Sultanın feodal tımarlardan toplanan askerler yerine,
- daha etkin ve daha bağımlı profesyonel “köleler’i tercih etmesi çöküşü
- tetikleyen etmenlerden biridir. Başka bir etmen de, savaştaki teknolojik
- gelişmeler nedeniyle daha uzun süreli ve uzman alaylara,lağımcılara,
- istihkamcılara ve topçulara ihtiyaç olması ve bunların feodal süvarinin
- önemini,tümüyle yok etmese de,azaltmış olmasıdır.
- Askerlik hizmeti koşuluna bağlı olan Osmanlı tımarı devredilebiliyor ve geri
- alınabiliyordu. Uygulamada bir sipahinin oğlu babasının tımarına sahip
- olabiliyordu ama bu bir hak değildi ve askeri hizmet becerisine bağlıydı.
- Sipahiler sürekli bir tımardan ötekine ya da bir bölgeden başka bölgeye
- gönderilirdi.XVI.yy sonlarında, tımar sahibi ölünce tımarı sonlandırarak toprağı
- sultanın arazisine eklemek yaygınlaşmaya başlamıştı.XVI. yy dan itibaren tapu
- kayıtlarında tımar arazisindeki düşüş oranında beylik arazide artışa rastlanır ve
- özellikle Asya’da daha fazla, Avrupa'da daha az görülür.
- Feodal sipahiler azalırken düzenli ordu da artıyor ve orduyu besleme masrafı
- da gitgide çoğalıyordu. Büyük olasılıkla, boş tımarlara el konmasının öncelikli
- nedeni de budur. Sultan, hızla nakit para sağlamak üzere, toprakların gelirlerini
- toplamakla uğraşmak yerine birtakım ayrıcalıklarla topraklan kiraya veriyordu.
- Bunlar askeri değil parasaldı; kimilerinin kullanma hakkını verir, kimilerini
- mültezimlere dağıtırdı. Bu haklar başlangıçta kısa süreliydi ama daha sonra
- mültezime ömür boyu hak verildi. Bir süre sonra da amacı dışına çıkarak miras
- bırakılabilir hale gelmesi toprağa yabancılaşmaya yol açtı. Giderek bu sistem
- İmparatorluğun tamamında yaygınlaştı. Sarayın ileri gelenlerine ya da
- gözdelerine pek çok tımar verildi ve bunlar da aynı şekilde amacı dışında
- kullanılmaya başlandı. Sonunda da bazı sipahiler bile tımarlarının gelirlerini
- toplamayı mültezimlere bıraktılar.
- Toplumsal ve ekonomik gücün kaynağı iltizamın yerel denetimiydi. Bu kira
- sözleşmeleriyle taşrada yeni bir mülkiyet sahibi sınıf ortaya çıktı ve yerel
- olaylarda önemli roller almaya başladı. Köylü ile devlet arasına girerek gelirin
- büyük bölümüne el koydu. Teoride yalnızca mültezim sıfatıyla toprağı ellerinde
- bulunduruyorlardı ama bu yeni toprak sahipleri, devletin güçsüzleşerek taşranın
- denetimini kaybetmesiyle hem topraklarını genişlettiler hem de güvencelerini
- arttırdılar,hatta XVII.yy’da devletin bazı görevlerini bile gasp etmeye başladılar.
- Osmanlı tarihinde bu sınıfa “ayan adı” verilir. Ayan terimi çok eskiden beri
- taşra ya da yörenin ileri gelenleri anlamında,özellikle de tüccarlar için
- kullanılmıştır ama artık önemli siyasi görevleri bulunan eski ve yeni toprak
- sahipleri toplumsal grubu ya da sınıfı için kullanılmaya başlamıştı. Gaspçı olarak
- görülen ayanlar başlangıçta direnişle karşılaştılar.XVHI.yy’da taşra işleri, hatta
- taşra şehirlerinin yönetimi, mali ve idari sıkıntılar içindeki merkezi hükümet
- tarafından gitgide mülkiyet sahibi toprak sahiplerine benzeyen ayanlara
- bırakıldı.
- Feodal sipahilerin orta direğini oluşturdukları taşrada bu gelişmeler olurken,
- kölelik kurumunda da köklü değişiklikler gerçekleşiyordu. XVI.yy’ın ikinci
- yansında, bu değişiklikler, askere alma politikasındaki bir değişikliğin ilk
- belirtileriyle başlamıştı.Yeniçeri ordusu ayrıcalıktan olan kapalı bir kurumdu.
- Yeniçeriler, başlangıçta yalnızca Hıristiyan tutsak ve köleler içinden devşirme
- olarak seçilirlerdi.
- Yeniçeri ordusu kuruluşundan itibaren Bektaşilik tarikatıyla ilişkideydi ve bu
- tarikatın üyeleri olan yeniçerilerin arkadaşlarından başka aileleri, kışlalarından
- başka evleri olmazdı. Yalnızca yeniçeri subayları, emekli ya da garnizon
- işlerinde çalışan yaşlı askerler evlenebilirlerdi. Yeniçeri talimatnamesi anlamına
- gelen Kavanin-ı Yeniçeri yari da bu konu şöyle anlatılmıştır:
- 7
- "Çok eskilerden beri, yeniçerilerin evlenmeleri yasaktır. Sultanın izniyle
- yalnızca subaylar ve askerlik için yaslanmış erler evlenebilirler. Yeniçeriler
- cinsel perhiz yaptıklarından onlar için yapılmış kışlalarda yaşarlar."
- Yeniçeriliğin satın alma ve miras yoluyla geçmesi yeniçeri ordusunun
- çöküşünü başlatmıştır. Başlangıçta hem devşirme yöntemiyle hem de bu yeni
- yöntemlerle yeniçeri olunurken, zamanla devşirme kurumu tamamen yok olmuş
- ve yeniçeri evlilikleri artmaya başlamıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında
- bu adet oldukça yaygınlaşmış,II.Selim’in tahta geçişinde de bir hak olarak
- verilmiştir. Bunun ardından yeniçerilerin büyük çoğunluğu evlenerek aileleriyle
- beraber yaşamaya başlamışlardır.
- Evlilik çocuk sahibi olmak da demekti. Doğal olarak, ayrıcalıklı gruplardaki
- babalar, aynı ayrıcalıkları oğullan için de istiyorlardı. Arkası kesilmeyen bu
- istekler nedeniyle, II.Selim 1568 yılında yeniçerilerin oğullarını asker adayları
- olarak esami defterlerine yazdırmalarını kabul etti. Çocuklara küçük bir harçlık
- ve tayın veriliyor, zamanı geldiğinde de yeniçeri ordusuna almıyorlardı. Bu yeni
- yeniçeriler gerçek kölelerden ayrılabilmeleri için “köle oğulları” olarak
- adlandırılıyorlardı ve devşirme yöntemiyle alınanlar kadar özenle seçilmiyor,
- sıkı eğitim almıyorlardı. 1592 yılına gelindiğinde yeniçeri ordusunun çoğunluğu
- bu yeniçerilerden oluşuyordu.
- Böylece, kölelerden asker yapma disiplini bozuldu ve bir daha düzelmedi.
- XVI.yy sonlarında İran ile savaşılırken, ordunun durumu ve kökeni dikkate
- alınmayarak para karşılığı adlarını yazdıracak herkese esami defterleri açıldı.
- Sultan Murad Han dönemindeki (1574-1595) durum, tarihçi Selanikli Mustafa
- tarafından şöyle aktarılmıştır:
- 8
- “Yeniçeri ve topçu alayları, çiftliklerini terk eden çiftçilere, köylülere,
- Lazlar’a, Ruslar’a, Museviler'e, Çingeneler'e açıldı. Bunların orduya
- girmesiyle saygı ve gelenek tamamen kayboldu, devlete saygı gösterilmez hale
- gelindi. Hem yetenek hem de beceriden yoksun kişiler iktidar makamlarına
- geldiler. ”
- Giderek yaygınlaşmaya başlayan bu şikayete Koçu Bey Risalesinde de yer
- verilmiştir. Koçu Bey, yaşadığı XVII.yy başlarında yeniçeri ordusuna her türlü
- serserinin girdiğini şöyle ifade etmiştir: “Lazlar, Kürtler, Türkmenler,
- Çingeneler, dinleri bilinmeyenler, yabancılar, şehirliler, göçerler, şurupçular,
- eşkiyalar, katır ve deve sürücüleri, yankesiciler ve hamallar orduya katıldığı için
- disiplin ve düzen kalmadı, gelenekler ve yasa çiğnendi.”
- 9
- Koçu Bey de Makedonya’da Goriça’dan bir devşirmeydi ve ordunun geldiği
- duruma çok endişelenerek, sultana ordusunu bu serserilerle doldurması
- gerekmediğini şöyle ifade ediyordu:“Hâlâ Arnavutluk’ta ve Bosna’da cesur
- insanlar var.”
- Artık çok geçti. XVI. yy sonlarında mali ve askeri baskılar nedeniyle rastgele
- ve acele askere seçme sonucunda hızlı bir değişim süreci yaşanmaya başlamış ve
- çok kısa sürede yeniçeri ordusunun yapısı tamamen değişmişti. Devşirme
- yönteminin bırakılarak özgür doğan Müslümanların alınması sonucunda, ordu
- babadan oğula geçen ve kıskançlıkla korunan ayrıcalıklara sahip bir kurum
- durumuna geldi. Orduya alınmak için başlıca yol mirastı ancak esnaf ve tüccarlar
- da yeniçeri esami defterlerinde para ödeyerek yer alabiliyorlardı. Sözde hâlâ
- sultanın köleleri olan yeniçeriler zaman zaman sultanın efendileri durumuna
- geliyorlardı. Asker adı altında bir tür silahlı çete olmuşlardı. Din ya da saray
- kaynaklı bir kışkırtma ya da kendi çıkarları ve söz konusu olduğunda sokaklarda
- dövüşmeye hazırlardı ama artık savaşta disiplinli bir düşman karşısında
- duramazlardı.
- Saraya ve devletin üst makamlarına memur yetiştiren Enderun okulu da
- devşirme yönteminin bırakılmasından önemli ve ani bir şekilde etkilendi.
- Avrupa’dan gelen kölelerin azalması nedeniyle Kafkasya’dan köle ithal
- ediliyordu. Ortadoğu haremlerinde Kafkas kadınların daima özel bir yerleri
- vardı. Özellikle Mısır Memluk sultanlığının geç döneminde Kafkas erkek köleler
- önemli roller almışlardı ancak Osmanlı İmparatorluğu’ndaki rolleri küçük
- olmuştu ve orduda da köle kurumunda da Avrupa ve Balkan kökenli kölelerin
- gölgesinde kalmışlardı. Bu durum XVI. yy sonlarına doğru değişmeye başladı.
- Abhazlar, Çeçenler, Çerkezler ve Gürcüler olmak üzere Kafkasya kökenliler
- imparatorluğun yönetici seçkinleri içinde yükselmeye başladılar. Hadım
- Mehmed Paşa, Kafkasya kökenli ilk sadrazamdır. Gürcü kökenli bir saray
- hadımı olan Hadım Mehmed Paşa, 1622-1623 yıllarında dört ay sadrazamlık
- yapmıştır. Bundan sonra Kafkasyalılar’ın sayısında büyük artış olmuş, XVIIXVIII.yy’da pek çoğu vezir, vali ve general olmuşlardır.
- Başkentte grupların çatışması da çeşitli şekillerde sürüyordu. Bu çatışma, bir
- tarafta imparatorluk yönetiminin her yanına dağılmış köle veya özgür insanların
- olduğu saray ile harem,öteki tarafta da bürokrasinin özgür doğanlarının ve dini
- hiyerarşinin desteklediği sadrazamlık olmak üzere iki kutup arasında
- gerçekleşiyordu.
- Osmanlı İslamiyeti ile Hıristiyan Avrupa çatışması, genellikle zamanın özgür
- dünyası ile Sovyetler Birliği arasındaki çatışmaya benzetilir. Bu benzetme yanlış
- da değildir. Batı, iki örnekte de, sürekli çatışmanın kesin bir zaferle
- sonuçlanacağı dogmatik inancında olan yayılmacı ve militan bir toplum ile
- devlet anlayışına sahipti, ama bu benzetme daha ileri götürülmemelidir. Osmanlı
- İslamiyeti ile Hıristiyan Avrupa çatışmasında her iki tarafta da dogmatizm vardı
- ama Türkler daha hoşgörülüydü,XV-XVI.yy’da göçmenlerin, Lenin’in deyişiyle
- “ayaklarıyla oy verenlerin” yönleri bugünkü gibi Doğu’dan Batı’ya doğru
- değil,Batı’dan Doğu’ya doğruydu. 1492 yılında İspanya’dan kovulup Türkiye’ye
- sığınan Museviler tek örnek değildi. Kiliselerin baskısı yüzünden ülkelerinden
- kaçan Hıristiyanlar da Osmanlı topraklarına sığınmışlardı. Osmanlılar’ın
- Avrupa’daki egemenlikleri son bulduğunda, yüzyıllardan beri yönetimleri altında
- olan Hıristiyan milletler kültürleri, dinleri ve dilleri, hatta bazı kurumlarıyla
- ayaktaydılar ve ayrı milli kimliklerini devam ettirmeye hazırdılar. Öte yandan,
- İspanya’da Arap ve Balkanlar’da Türk egemenlikleri son bulduğunda oralarda
- kalan Müslümanlar için aynı durum söz konusu değildi.
- Osmanlı egemenliğinden yalnızca Avrupalı mülteciler yararlanmıyordu,
- fethedilmiş ülkelerdeki köylülerin de durumlarının düzeliyordu. Osmanlı
- imparatorluk hükümeti düzensizlik ve çatışma olan yerlerde güvenliği ve birliği
- sağlıyordu. Ekonomik ve toplumsal açıdan da önemli sonuçlar söz konusuydu.
- Toprak sahibi olan eski aristokrasinin büyük çoğunluğu fetih savaşlarında
- ortadan kaldırılmış,sahipsiz kalan toprakları da Osmanlı askerlerine tımar olarak
- verilmişti. Ancak tımar, Osmanlı sisteminde vergi toplama hakkı anlamına
- geliyordu. Teoride, tımar sahibi ömür boyunca ya da kısa bir süre askerlik
- hizmetine çağrılmazdı ve tımarlar miras yoluyla devredilmezdi. Köylülerin de
- Osmanlılar’ın hem mülkiyetin bölünmemesi ve hem de tek elde toplanmama
- gelenekleriyle korunarak bir tür miras bırakma biçimleri vardı. Bu sayede,
- çiftliklerinde daha önceki Hıristiyan hükümdarlar zamanındakinden daha çok
- özgürlerdi. Daha önceki ve komşu ülkelerdekine oranla daha insanca toplanan,
- daha düşük vergi ödüyorlardı. Bu refah ve güvenli ortam, Osmanlı yönetiminin
- daha az çekici olan başka yönleriyle uzlaşmalarını ve Batı’dan gelecek milliyetçi
- düşünce akımına dek Osmanlı topraklarında sakin ve uzun bir dönemin
- sürmesini sağlamıştı.
- XIX.yy sonuna dek Avrupa’dan Balkanlar’a gidenler tarafından Balkan
- köylüsünün mutlu ve refah durumundan söz edilmiş, bu durum. Hıristiyan
- Avrupa’daki olumsuz durumla karşılaştırılmıştır.Bu çelişki durum,XV-
- XVI.yy’da Avrupa’daki büyük köylü isyanları sırasında daha çok dikkat
- çekmişti. Devşirmelik çok kötüleniyor olsa da olumlu yanlan oluyordu.
- Devşirmelik sayesinde en basit bir köylü bile devletin en güçlü ve üst
- mevkilerine yükselebiliyordu ve pek çok köylü bunu yaparak ailelerine de yarar
- sağlamıştı. Diğer yanda, çağdaş Hıristiyan dünyasının aristokrat toplumlarında
- bu tür bir toplumsal hareketin olması imkansızdı.
- Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’yı pek çok şekilde etkilemiştir. Başlangıçta,
- tehlikeli bir düşman olarak Osmanlılar’dan korkulmuş ama tehlikenin ardından
- da bu korku sürmüştür. İmparatorluk üreticiler, tüccar, sonra da finansörler
- açısından zengin ve açılmaya devam eden bir pazardı ve büyük bir çekiciliği
- vardı. Osmanlılar’ın mühtedi (dönme) adını verdikleri, Avrupa’lı tatmin olmamış
- ve hırslı kişiler, Osmanlı olanaklarının çekiciliğine kapılmış ve Osmanlı
- hizmetinde parlak mesleklere sahip olmuşlardır. Ezilmiş olan köylüler,
- efendilerinin düşmanlarından umut bekliyorlardı. 1541 yılında yayınlanan bir
- yazısında Martin Luther,açgözlü toprak sahipleri ve prensler tarafından ezilen
- köylülerin böyle Hıristiyanlar yerine Türkler’in egemenliğinde olmayı
- isteyebileceklerini belirtmişti. Türk imparatorluğunun en parlak dönemindeki
- askeri ve siyasi güç, kurulu düzenin savunucularını bile etkilenmişti. Türk
- tehlikesiyle ilgili Avrupa’da yazılan eserlerin büyük çoğunluğunda Türk
- sisteminin üstünlükleri ve taklit edilmesinin yararlan anlatılmıştır.
- Kanuni Sultan Süleyman’ın, 5-6 Eylül 1566 gecesi Macaristan’da Zigetvar
- kuşatması sırasında çadırında ölmesi bir krize yol açtı. Savaş sürüyordu, nasıl
- sonuçlanacağı bilinmiyordu ve tahtın varisi uzaklardaydı. Sadrazam sultanın
- öldüğünü gizleme kararı aldı.Yeni sultan II. Selim İstanbul’a gidinceye dek
- Kanuni’nin kısmen mumyalanan cesedi üç hafta süresince tahtırevanda
- taşındıktan sonra padişahın öldüğü açıklandı.
- Tahtırevanının perdelerinin arkasından ordularını komuta eden ölü sultan
- yalnızca bir simgeydi. Türk tarihinde “Ayyaş Selim” olarak bilinen yeni sultan,
- adeta gerilemeye başlayan devletin ve imparatorluğun habercisi olmuştu.
- Osmanlı donanması Hint Okyanusu’ndan, orduları da Viyana’dan çekildi.
- Osmanlı’nın gerçek çöküşü, kısa süre de olsa Osmanlı askeri gücünün görkemli
- görüntüsü ile gizlenmişti. Acımasız ve kabiliyetli bir padişah olan IV. Murad
- (1623-1640), ondan sonra da başarılı iki sadrazam Arnavut Köprülü Mehmed ile
- oğlu Köprülü Ahmed (1656-1678) merkezdeki çürümeyi durdurmuş, hatta
- birkaç zafer bile elde etmişlerdi. Türkler’in, yeni sadrazam Kara Mustafa Paşa
- zamanında, 1683 yılında bir kez daha Viyana’yı fethetme girişimleri oldu.Ne
- var'ki, artık çok geçti. Bu defa Osmanlılar kesin bir yenilgi aldılar. Öte yandan
- Avrupa açısından artık Osmanlı devletinin gücü yerine güçsüzlüğü sorun haline
- gelmişti. Buna “Doğu sorunu” adı verilmiştir.
- 4. KISIM
- Kesitler
- 8. BÖLÜM
- DEVLET
- Müslüman hadisleri Hz. Muhammed'in Arabistan'dan kafirlerin kral ve
- prenslerine peygamberliğini bildirdiğini ve onları İslam’a davet ettiğini
- söylemektedir. Bu mektuplar pek çok hükümdar, vali ve piskoposa
- gönderilmiştir, ancak bunlardan en önemlileri Ortadoğu’yu paylaşmış olan
- Bizans ve İran imparatorları Sezar ve Husrev’dir.
- Konstantinopolis’teki imparator Sezar, Roma imparatorlarının varisi ve de
- Konstantin’den sonra Hıristiyan bir imparatorluğun hükümdarıydı. Ayasofya
- papazı Agapetus’un 530’da İmparator Jüstinyen ile ilgili şu ifadesi imparatorluk
- onuru anlatıyordu:
- 1
- “Efendimiz, siz başka onurların hepsinden yüce olan onurunuzla ilk önce
- size bu onuru lütfeden Tann’yı onurlandırıyorsunuz. İnsanların adalet
- davasına devam etmelerini sağlamanız ve bu davanın karşısında olanları
- cezalandırmanız için size güç verdi. Siz adalet yasasının krallığı altında
- bulunuyorsunuz ve size tabi olanların yasal olarak da kralısınız. "
- Putperest Roma’da imparator, kral, rahip ve bir bakıma, da tanrı anlamına
- geliyordu. Hıristiyanlığa geçilmesinden sonra, hükümdar ilahi olma iddiasını
- sürdürmedi ve imparatorluk ve dini görevleri arasmda (imperium ile
- sacerdotium) ayrılık olmasa da, bir sınırı kabul ettiler. Incil’de de din ile siyaset
- ya da modem dilde Kilise ile Devlet arasındaki farklılık yer almaktadır.
- * İncil’de Hıristiyanlığın kurucusu destekleyenlerine Sezar’ın olanı Sezar’a,
- Tanrı’nın olanı Tanrı’ya vermelerini buyurur (Matta 22:21).İmparator Jüstinyen
- de bu ikisi arasında kesin bir ayrım yapmıştır ve altıncı novella’sının girişinde
- Konstantinopolis patriğine şunları söylemektedir:
- 2
- “Tanrı’nın size bağışladığı hediyeler olan imparatorluk ve papazlık
- otoritesi insanlığın en büyük nimetleridir. İmparatorluk otoritesi insani
- olanlarla, papazlık otoritesi ilahi olanlarla ilgilenir ama her ikisinin kaynağı
- da aynı ve tektir, her ikisi de insanın yaşamını süslerler. ”
- Önceki Bizans hükümdarları tarafından İmparator, Sezar ve Augustus gibi
- Roma unvanları kullanılırdı. Sonralan iki Yunanca sözcükle, “Basileus” ve
- “Autokrator” .olarak adlandırılmaya başladılar. Bizans’ta imparator Devlet’e
- karşı sorumluluğu gibi Kilise’ye karşı da sorumluluk taşırdı. Görevi dini
- otoritelerin tanımladığı “doğru görüş”ü (Platon’dan alınma Yunanca “orthedoxa”
- terimi) onaylamak ve uygulamaktı.
- İlk yüzyıllarda Konstantinopolis’deki imparatorlar görevlerinin evrensel
- olduğunu düşünürlerdi. İmparatorluk topraklarının hükümdarları ve Tanrı
- tarafından gönderilen tek doğru dinin başı olarak görevleri tüm dünyaya
- imparatorluk barışını ve Hıristiyan dinini yaymaktı. İmparatora Bizans
- törelerinde dünya hükümdarı anlamına gelen Kosmokrator ve zamanın
- hükümdarı demek olan Khronokrator unvanları verilirdi. Altın sikke olan
- Solidus ya da Denarius’tu. Evrensel imparatorluk hükümranlığının işaretleri ve
- armaları arasında en güçlüsüydü.
- III.yy’daki çatışmalar ve kaos sonucunda Bizans imparatorlarının elindeki
- devlet, güçsüzleşmiş ve fakirleşmiş bir askeri ve idari sistemle
- küçülmüştü.Konstantin’in başlattığı ve ondan sonra gelenlerin de devam ettiği
- reformlarla imparatorluk hükumetinin gücü ve etkinliği arttığı gibi, ileride
- gelecek tehlike ve yenilgiler karşısında ayakta kalabilme olanağı da
- sağladı.Gerek başkent, gerek de taşra yeni örgütlenmeden etkilenmişti. Yönetim,
- merkezde profesyonel memurların yer aldığı, devlet güvenliği, savunma, maliye
- ve dış ilişkilere bakan dairelere ayrılmıştı. İmparatorluk eyaletleri küçültülerek
- sayılan artırılmış ve her eyalet bir vali yönetiminde dört büyük eyalete
- bölünmüştü . Valilere büyük güçler verilmişti. Askeri ve mali alanlarda önemli
- derecede bağımsız olmakla birlikte, kişisel olarak imparatora karşı sorumlulardı.
- Yeni sistemin etkinliği önemli ölçüde askeri örgütlenmeye bağlıydı.
- İmparatorun kendine ait ileri düzeyde eğitimli düzenli ordusu, içerideki
- isyancılara ya da dışarıdaki düşmanlara karşı harekete geçmek üzere emrindeydi.
- Şüphesiz en önemli düşman, İmparatorluk otoritesinin tek rakibi Pers
- hükümdarıydı.Pers hükümdarı I. Şahpur 260’ta Romalılar’a karşı kazandığı bir
- zaferi anlatan bir yazıtta şunları söylemiştir:
- 3
- “Ben,İran’ın ve diğer ülkelerin Krallar Kralı Mazda'ya tapan tanrıların
- soyundan gelen İran krallar kralı Ardaşir'in oğlu ve Papak ’ın torunu
- Şahpurün... Ben, İran topraklarının hükümdarıyım."
- Gerçekten de Şahpur, Romalılar’a karşısında büyük bir zafer kazanmıştı.
- Ancak ondan sonraki yüzyıllarda Roma devleti örgütlenerek güçlenmiş,
- İran’daki devlet ise gücünü kaybetmeye başlamıştı.
- Anuşirvan (Büyük Ruh) olarak bilinen I.Husrev’in hükümdarlığı (531-579)
- devrimci mücadele ve değişiklik döneminin en üst seviyesi olmuştur.
- Kendinden önceki hükümdar olan babası Kubad (448-496;499-531)
- zamanında Mazdak adındaki Manici bir dini isyancının başlattığı bir tür
- komünist hareket, kral tarafından feodal soylulara karşı bir silah olarak korundu.
- Husrev belirli bir oranda huzuru sağladı. Mazdekiler’i ezerek devleti, hükümeti
- ve orduyu yeni bir düzene oturtmayı denedi. Başlangıçta başarı sağladı ve bu
- çabasından sonra askeri alanda güçlü bir dönem başladı.
- Ne var ki imparatorluk temelden güçsüzleşmiş, feodal yapısı bozulmuş ve
- yerini ücretli sürekli orduyla askeri bir despotluk almıştı. Ayrıcalıklı sınıflar
- bağışıklıklarını vergilerden korurlarken, diğer yandan da krala bağımlı hale
- geliyorlardı. Dolayısıyla yaşam saray çevresine odaklanmaya başlamıştı. Henüz
- değişim süreci tamamlanmamıştı, eski bağımsızlık ruhu sürüyordu. Husrev’in
- ardından soylular tahtı yine tehdit ettiler. VI.yy’ın yabancı savaşları ve iç
- karışıklıkları döneminde askeri komutanlar dahi tımar sahibi olmuşlardı.
- Generallerin egemenliğinde yeni bir askeri feodalizm başladı ama yerleşmesine
- fırsat verilmedi.
- VII.yy başlarken İran Müslüman Araplar tarafından istila edildiği zaman
- merkezi otorite dağılmaya başlamıştı. Eyaletlerde babadan oğula geçen
- beyliklerin hakimiyetindeydi, ancak imparatorluk ordularının ilk yenilgilerinin
- ardından bu beylikler teker teker işgal edilerek halifelerin hakimiyetine girdiler.
- Sasaniler’in son yüzyılının toplumsal ve siyasi krizine dini karışıklıklar da
- eşlik ediyordu. En önemlilerinden birinin Maniciler olduğu çeşitli Zerdüşt
- tarikatları, kraliyete ve dine meydan okudular. Bu eylemler tamamen başarılı
- olamadılar ama yine de Zerdüşt dini kurumunun otoritesini sarstılar.
- Müslümanlar’ın karşılaştığı ve Abbasi halifeliğinin çeşitli siyasi
- kurumlarının temel aldığı Sasani sistemin durumu böyleydi. Karakteristik
- özelliği görevden alma ve öldürmenin olduğu despotluktu ve bunlar için Arap
- fatihlerinin hayranlığını uyandıran şaşalı törenler düzenlenirdi. Sistemden kalan
- bir bürokratik daha vardı. Geriye kalan eski Pers feodal soyluları askeri açıdan
- etkisiz ve önemsiz hale gelmişlerdi. Ancak soylu aileler güçlerini ve
- etkinliklerini bürokrasi aracılığıyla koruyorlardı.İslam çağında Pers soylu
- kalemiye sınıfının becerileri yeniden sahneye çıkacaktı.
- Pers krallık kuramı dini temeller üzerine kuruluydu. Parthlar’ın tersine,
- Sasaniler bir tür devlet kilisesi kurmuşlardı. Bu kilise kraliyet iktidarını kutsuyor,
- siyasi ve toplumsal yaşamda etkin rol oynuyordu. Bu durum, çok iyi
- düzenlenmiş ve başında bir baş rahibin yer aldığı bir hiyerarşi tarafından
- sağlanıyordu. Başrahip hem dini hem de dünyevi bir otorite durumundaydı,
- toprak ve ayrıcalık sahibiydi. Ruhban sınıfın üst düzeylerinde bulunanlar
- aristokrasiden geldikleri için bir tür Noblesse de Robe (cübbe soyluluğu)
- oluşturuyorlardı.
- Öncelikle aristokratik bir toplum olan Sasani İran'ında statü, kapalı üst
- sınıflara üye olmaktan gelirdi. Bu tür bir toplumun kusurları olduğu gibi iyi
- özellikleri de vardı. Bunların en başında, genellikle Greko-Romen dünyasında
- olmayan şövalyelik ve saygı geleneği gelirdi.
- VI.yy’daki olaylarla Pers devletinin aristokratik temeli ciddi bir biçimde
- güçsüzleşmiş, İslamiyet’le gelen demokratikleşme ile de ölümcül bir darbe
- almıştır.
- Araplar tarafından yenilgiye uğratılan Bizans ve İran devletlerini
- karşılaştırmak aydınlatıcı olacaktır. İki devlet arasında coğrafi bakımdan ilginç
- bir benzerlik vardı. Her iki imparatorluğun temelleri de, hakim imparatorluk
- halkının dil ve kültürünün hakim dil ve kültür durumuna geldiği bir yaylada
- atılmıştı. (Pers ve Zerdüştiler İran yaylasında, Yunan ve Hıristiyanlar
- Anadolu’da.)
- İki imparatorluk da dinleri ve dilleri onlarınkinden farklı olan komşularının
- topraklarını denetimleri altında almışlardı. Persler’in Irak’taki, Bizans’ın da
- Suriye’deki tebaaları dilleri Aramice olan Hıristiyanlar’dı. Bizanslılar Suriye’de
- kiliselerdeki grupların muhalefetiyle karşılaşmışlardı. Zaman içinde bu gruplar
- kendi kimliklerini, dini uygulamalarını ve hiyerarşilerini yaratmışlardı.
- İki imparatorluğun başkentlerinin coğrafi konumları en önemli
- farklılıklarıydı. Anadolu yaylasının uzak köşesinde, yüksek surlarıyla güvenlik
- altındaki Konstantinopolis’i Araplar’ın fethetme girişimleri başarılı olamamıştı.
- İmparatorluk, güçlerini tekrar toplayıp birleştirerek yüzlerce yıl daha ayakta
- kalmayı başaracaktı. Sasaniler’in Irak’taki başkentleri, İran yaylasının
- yakınlarındaki Ktesifon ise 637 yılındaki ilk saldırı hareketleriyle kaybedilmiş
- ve sonrasında da çeşitli Pers ordularının etrafında toplanacakları başka bir
- merkez olmamıştı.
- Araplar yayılma süreçlerinde birbirinden çok farklı iki imparatorluk devleti
- geleneğiyle karşılaşmışlardır. Roma ve Pers geleneklerinden her ikisi de onlan
- farklı şekillerde etkilemiştir. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak büyük
- imparatorlukları yutan istila dalgalan ile Müslüman Arap istilaları arasında da
- önemli bir fark bulunmaktadır. Germenler Batı Roma İmparatorluğu’nu istila
- ettiklerinde, kendi hiyerarşisi, hukuku ve kurumlan bulunan bir din ve devletle,
- Hıristiyanlık ve Roma İmparatorluğu ile karşılaşmışlardı. İstilacılar bu dini ve
- devleti en azından ilke olarak kabul ederek amaçlarına Roma ve Hıristiyan
- devletinin ikili yapısı içinde ulaşmaya çalışmışlardır. Batılı imparator barbar
- efendilerinin kuklası haline gelmiş, barbarlar da bu kuklacılık oyununa
- katılmaktan memnun olmuşlar ve sonunda Batı imparatorluğu yıkıldığında,
- zaman içinde Almanya’da yeni bir “Kutsal Roma İmparatorluğu”
- kurulmuştu.Bizans’ı ve İran’ı istila eden Araplar ise çok farklı bir biçimde
- hareket ederek eski sistemin kurumlarını yıkmış ve kendi egemen kurumlarını
- kurmuşlardır. Daha sonra Doğu’dan gelerek İslam topraklarını istila edenler,
- Avrupa’daki Germen istilalarına benzer biçimde davranmışlardır. Türkler, hatta
- din değiştirdikten sonra Moğollar, İslam dini kurumları ile halifelik ve sultanlık
- düzenini koruyarak, bunları çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Batıda
- Latince’nin korunduğu gibi, Doğuda da yeni efendiler Farsça ve Arapça’yı
- korumuşlardır.
- Diğerleri gibi vergi toplayan ve savaşan Müslümanlar, bu etkinliklerine
- dinlerini onlardan çok daha fazla karıştırmışlardır.Müslüman ve Hıristiyan
- deneyimi bu açıdan derin bir farklılık içerir. Konstantin’in Hıristiyan oluşuna
- dek geçen üç yüzyıl süresince bir azınlık olarak Hıristiyanlar devlet tarafından
- hep şüpheli görülmüş ve genellikle işkence görmüşler ve bu dönemde kendi
- kurumlarını oluşturarak Kilise’yi kurmuşlardır. İslamiyet’in kurucusu Hz.
- Muhammed kendisinin Konstantin’iydi. Tüm yaşamı boyunca İslamiyet din
- olduğu gibi siyasi bir bağlılıktı. Hz. Muhammed Medine’deki toplumunun, lideri
- olarak bir devleti ve bir halkı İslamiyet ile yönetmiştir.Hz.Muhammed’in
- yaptıkları tüm Müslümanlar’ın tarihsel öz bilincinin temelini oluşturan Kuran ve
- hadislere geçmiştir.
- Hz. Muhammed ve ashabı açısından Hz.İsa dışında pek çok Hıristiyan’ın
- içine girdiği Tanrı ile Sezar arasında seçim yapma tuzağına düşme ihtimali
- olmamıştır. Müslüman deneyiminde ve öğretisinde Sezar yoktu, Tanrı devletin
- başıydı ve Hz. Muhammed onun adına öğretiyor, hüküm sürüyordu. Peygamber
- olarak yerine geçecek kimse olmayacaktı ve olamazdı. İslamiyet’in dini ve siyasi
- hükümdarı olarak ise ondan sonra halifeler gelmiştir.
- Zaman zaman halifenin Kilise’nin ve devletin başı, yani hem papa hem
- imparator olduğu belirtilmiştir. Ancak Batı terimleri ile yapılan bu tanımlama
- yanıltıcı olmaktadır. Hıristiyan imparatorluğundaki gibi imperium ve
- sacerdotium arasında bir ayrım olmaması, kendi hiyerarşisi ve başı bulunan ayn
- bir din kurumu ile kilise olmaması kesindir. Halifelik daima dini bir makam
- olarak tanımlanmış, halifenin de Peygamber’in mirasını korumak ye Şeriat’ı
- uygulamakla görevlendirildiği belirtilmiştir.
- Öte yandan halifenin dini bir görevi yoktu ve gerek eğitimiyle gerek de
- profesyonel deneyimiyle ulemadan değildi. Görevi dini yorumlamak değil, onu
- korumak ve tebaasının bu dünyada iyi bir Müslüman olarak yaşayarak öteki
- dünyaya hazırlanacağı koşulları sağlamaktı.Bunun için de İslam devleti sınırlan
- dahilinde Tanrının gönderdiği Şeriat’ı sürdürmesi, bu sınırlan savunması ve
- zamanı geldiğinde tüm dünya İslamiyet ışığını kabul etmeye hazır olana dek
- genişletmesi gerekiyordu. İslam tarihinde ilk fetihlere “açıklıklar"’ anlamına
- gelen Arapça “fütuh” adı verilir.
- Halife, bulunduğu konumun çeşitli yönlerini simgeleyen çeşitli unvanlara
- sahipti. Hukukçular ve ilahiyatçılar ondan çoğunlukla imam olarak söz ederler.
- Askeri ve siyasi otoritesi “emir el-müminin’’ olarak ifade edilir ve bu en çok
- kullanılan unvanıdır. “Halife” unvanı genellikle tarihçiler tarafından kullanılır,
- çoğunlukla da sikkelerin üzerinde bulunurdu. Kuramsal olarak ve
- Hz.Muhammed’den sonraki birkaç yüzyıl da pratik olarak, tek bir devlet
- tarafından yönetilen tek bir Müslüman topluluğu bulunuyordu ve başı da
- halifeydi. Hıristiyanlığın tersine, İslamiyet egemenlik unvanlarında, genellikle
- etnik durum ve toprakla ilgili bir ad yoktur. İspanya, Fransa, İngiltere ya da
- başka Batılı ülkelerde kralların eşdeğeri bulunmaz.XVI.yy’da İran şahı ve
- Osmanlı sultanı bu unvanları aralarındaki büyük savaşlarda birbirlerini
- aşağılamak amacıyla kullanılmışlar, kendileri için kesinlikle kullanmamışlardır.
- İkisi de kendi ülkelerinde Müslümanların hükümdarı ve Allah'ın dünyadaki
- temsilcisiydi. Düşmanı, bir isyancı, bir muhalif ya da en fazla yerel bir
- hükümdardı.
- Halifeliğin ortaya çıktığı dönemde ilk Müslümanlar şu önemli sorularla yanıt
- aradılar: Kim Halife olacak? Nasıl seçilecek? Gücünün sınırlan ne olacak?
- Görevden alınabilir mi? Yerine kim geçecek? İlahiyatçılar ve hukukçular bu
- soruları derinlemesine tartışmışlar, din öğretisinin ve hukukunun ilkelerini ele
- almışlar ve ilk halifeliğin deneyimini örnek göstermişlerdir.Şiiler halifeliğin
- Peygamber soyundan babadan oğula geçmesi gerektiğini iddia ediyorlardı. Bu
- yüzden onlara göre Hz. Ali ile oğlu Hasan’ın kısa süreli hükümdarlıkları hariç
- diğer halifelerin tümü gaspçıydı. Sünni Müslümanlar ise halifeliğin seçimle
- olması gerektiğini ve Hz. Muhammed’in Kureyş aşiretinden olan herkesin halife
- olabileceğini ileri sürüyorlardı.Sünni hukukçular eski Arap aşiretlerinden yeni
- bir reisin seçileceği bir seçimi destekliyorlardı. Seçmenlerin kimler olacağı,
- sayılan ve seçim yöntemi kesin olarak tanımlanmamıştı. Kimi hukukçular da
- yeterliliklerinin ne olduğunu tanımlamadan yeterliliği olan seçmenlerin oy
- vermesini istiyorlardı. Bazıları da belirli bir seçmen sayısından, beş, üç, iki, hatta
- tek bir seçmenden söz ediyorlardı. Halifenin tek bir seçmenle belirlenmesinin
- sonraki aşaması halifenin kendisinin yerine geçecek kişiyi seçmesiydi.
- Tüm bu tartışma ve öğretiler, dindar hukukçuların siyasi gerçekleri
- istemeyerek de olsa kabul ettiklerini ortaya koymaktadır. Bir kurum olarak
- halifeliğin geçirdiği evrim dört dönemde incelenebilir. İlk dönem modem
- tarihçiler tarafından patriyar-kal olarak adlandırılır. Sünni Müslümanların “doğru
- yönlendirilmiş” halifelik dönemidir. 'Bu dönemdeki dört halifeyi önceki halifeler
- ya da meslektaşları seçmiştir. Ne var ki, patriyar-kal halifelik ve beraberinde de
- seçilmiş hükümdarlık, iç savaş ve hükümdarın öldürülmesi ile sona
- ermiştir.Bunun ardından halifelik, teoride değilse de uygulamada,Emevi ile
- Abbasi hanedanlarında babadan oğula geçmiştir.
- İlk halifelerin sahip oldukları güç, onlardan öncekilerin ve sonrakilerin
- despotluğundan oldukça uzaktı. Güçleri İslamiyet’in siyasi ahlakı ve eski
- Arabistan’ın otorite karşıtı töre ve gelenekleriyle sınırlıydı. İslamiyet öncesi
- şairlerden Abid ibn el-Abras bir şiirinde, aşireti için “lakah” sözcüğünü
- kullanmıştır. Eski yorumcular bu sözcüğün bir krala asla boyun eğmemiş
- aşiretler için kullanıldığını belirtmişlerdir. Abid’in halkını anlatırken duyduğu
- gurur,söylemek istediklerini açıkça anlatmaktadır:
- 4
- Kralların uşağı olmayı kabul etmediler, asla boyun eğmediler
- Ama savaşta yardıma çağrıldıklarında memnuniyetle gittiler.
- Hakimler ve Samuel kitaplarında anlatılan eski İsrailliler gibi, eski Araplar
- da krallık kurumuna ve krallara güvenmezlerdi.Etraflarındaki ülkelerin monarşi
- kuruntunu bilirlerdi, kimileri bunu uyarlamaya bile çalışmışlardı. Güney
- Arabistan devletlerinin ve kuzey sınır beyliklerinin kralları bulunuyordu. Ancak
- bunlar Araplar açısından çeşitli ölçülerde marjinal kurumlardı.Güneyin
- krallıklarının dilleri ve kültürleri farklıydı. Kuzeydeki sınır beyliklerinin
- kökenleri Arap’tı ama Bizans ve Pers imparatorluklarından etkilenmiş
- olduklarından eski Arap dünyasında yabancı bir unsur durumundaydılar.
- Suriye sınırlarındaki Namara’da bulunan ve en eski Arap yazıtı olan 328
- tarihli bir mezar taşında İmrül Kays ibn Amr için “tac giyen ve Asad ve Nizar ile
- krallarını boyunduruk altına alan tüm Arapların kralı” yazılmıştır.Söz konusu
- kral büyük olasılıkla sınır beyliklerinden birinde hüküm sürmüştür.
- Arabistan’ın İslamiyet’ten önceki tarihi hakkında oldukça az bilgi vardır ve
- çeşitli efsanelerde kaybolmuştur. Arap tarihinde bir monarşi kurma girişimine
- rastlanmaktadır.Bu da V.yy sonu ve VI. yy başında kurulmuş ve kısa sürmüş
- Kinda krallığıdır. Göçebe de olsa yerleşik de olsa monarşiye karşı Araplar
- düşmanca bir tavır takınmışlardır. Araplar, vaha şehri olan Mekke’de bile krallar
- tarafından yönetilmeyi değil, üzerinde fikir birliğine vardıkları reisler tarafından
- yönetilmeyi tercih etmişlerdir. Kral anlamına gelen Arapça "malik” sözcüğü ilahi
- bir unvandır ve kutsaldır ama insanlar için kullanıldığında genellikle olumsuz bir
- anlam içerir. Örneğin Kuran’da despot ve adaletsiz bir hükümdar örneği olan
- Firavun için sıkça kullanılmıştır (18:70, 79). Diğer bir kaynakta da Hz.Süleyman
- ile konuşan Saba Kraliçesi “Krallar girdikleri şehirleri yağmalayıp soylularını
- fakirleştirirler,” demiştir. İlk Müslümanlar İran ve Bizans’taki imparatorluk
- monarşisinin doğasını çok iyi tanıyorlardı. Peygamberin kurduğu, o ve ondan
- sonraki halifelerinin yönettikleri devletin yeni ve farklı olduğunu
- düşünüyorlardı. İslam’ın dini liderliğini yeni bir imparatorluk haline getirmek
- şeklinde algıladıkları girişimlere karşı çıktılar. IX. yy başlarında yaşamış olan elCahiz, Abbasiler’in Emeviler’in yerini almasını haklı bulduğu bir yazısında
- Muaviye’yi suçlamaktadır:
- 6
- “Sonra Muaviye başa geçerek "birleşme yılı" olarak söz ettikleri bir yılda
- Müslüman toplumunun, danışmanların, Medineliler’le Mekkeliler’in tek
- hakimi oldu. Ama birleşme olmadı, bunun yerine ayrılma, şiddet ve baskı yılı
- oldu. İmamlık Husrev'in krallığı, halifelik ise Sezar'ın despotluğu durumuna
- geldi."
- El-Cahiz bu değişikliklerden Muaviye’yi sorumlu tutarken zamanından önce
- karar vermiştir. Ancak son Emeviler dönemindeki durumu doğru
- değerlendirmiştir:
- Danışmanlar, yani Şura üyeleri için söylenenler önemlidir ve ilk İslamiyet’in
- hatta İslamiyet öncesinin geleneklerini düşündürür. İslamiyet’ten önce, Arap
- aşiretindeki seyyid ya da şeyh olarak adlandırılan reis, “bağlayan ve çözenlerin”
- onayı olduğu sürece makamında kalabilirdi. Söz konusu kişiler reisi göreve
- getiren ve görevden alan saygın kişiler ve aşiret büyükleriydi. Eşitler arasında
- birinci olan reis, tartışmalarda aracılık yapardı. Gerçek komutayı kullanmasına
- yalnızca savaş zamanında izin verdirdi. Gerek barış, gerek de savaş zamanında,
- görevlerini yaparken aşirete miras kalan gelenekleri yerine getirmesi gerekirdi.
- Yeni aşiret reisinin seçimi genelde aile üyeleri arasından yapılırdı ama
- babadan oğula geçme kuralı yoktu. Aşiret reisi genellikle soylu bir ailenin
- içinden seçilirdi ve bu aile soylu olduğu kadar da kutsal olurdu. Şeyh ailesinin
- soyundan olanlar, yerel bir ibadet yerini ya da kutsal bir şeyi babadan oğula
- saklarlardı.Aşiret reisi otorite de değil daha çok saygınlığı ile yerini korurdu.
- Hali hazırda bulunan monarşi ve hanedana karşı olan hareketler, İslamiyet ile
- birlikte İslami inancının müminlerin kardeşliği ve eşitliği ilkesiyle ortaya çıkan
- aristokrasi karşıtı görüşle de desteklenmişti.
- İlk Müslümanlar halifeliği, bir anlamda süper şeyhlik gibi aynı tür otoritenin
- genişletilmiş şekli olarak görüyorlardı. Şeyh artık tek aşiretin değil, birleşik
- İslam toplumunu meydana getiren tüm aşiretlerin reisiydi. Aşiret geleneğinin
- yerini de İslam dini ve hukuku alıyordu. Sürekli ve yaygın durumdaki savaş
- zamanları nedeniyle eski sistemde de var olan komuta görevinin artık yeni bir
- önemi vardı.
- Aşiret reisinin zaman zaman “cemaa”, yani aşiretin deri gelenlerinin
- oluşturduğu meclise başkanlık etmek görevleri arasındaydı. Meclis’in ilk anlamı
- oturulan yerdir, cemaa ise topluluk demektir. Meclis, eski Arabistan’da bir tür
- oligarşi konseyi gibidir. Reis, burada önde gelen diğer üyelerle beraber adalet
- dağıtır, siyasi kararlar verir, günün konularının tartışılmasına başkanlık eder,
- şairleri dinler ve misafir kabul ederdi.
- İlk halifelik dönemine dek bu uygulama sürmüş, sonra daha törensel hale
- gelmiştir. Halife imparatorluğunun genişlemesi ve siyasi yaşamının karmaşık bir
- duruma gelmesi sonucunda, artık eski meclis tarzı yeterli olmamaya başlamıştı.
- Halife Muaviye, kendi yerine oğlu Yezid’in aday gösterilmesine destek aramak
- için Arap aşiretlerinin önemli reislerine heyetler yollamıştır. Muaviye bu
- hareketiyle yerine Yezid’in geçmesinde bir derece başarı elde etmiş ama bunu
- gerçekleştirmek için de bir iç savaşı kazanmak zorunda kalmıştır. Hz. Ömer’in
- ölüm döşeğindeyken topladığı ünlü şura, yeni halifeyi danışma yöntemiyle
- seçmek için klasik süreçtir. Klasik olarak nitelendirilmesine karşın, bu süreç bir
- daha yinelenmemiştirDanışma görevinin hükümdarlara verilmesinin kanıtı olarak sıklıkla
- Kuran’daki iki ayet (3:153 ile 42:36) gösterilir. Müslüman yazarlar salık
- verdikleri danışmayı, kınadıkları keyfi kişisel yönetimle karşılaştırırlardı. Pek
- çok yerde danışma savunulmuştur. Bunlar arasında, Peygamberin uygulamalarını
- ve görüşlerini kaydeden hadisçiler, Kuran’daki danışma konularım
- yorumlayanlar, Farsça, Arapça, Türkçe yazan ve hem kalemiye hem ilmiye
- sınıfından olanlar bulunmaktadır. Kalemiyedekiler kendilerine danışmanın,
- ulema da ulema ile danışmanın gerektiğini belirtmiştir.Öte yandan, danışma salık
- verilirken zorunlu tutulmamış; keyfi yönetim de kınanırken,
- yasaklanmamıştı.Hükümdar ya da memurlarının kişisel otoritelerini daha az
- değil,daha çok kullanmaları doğrultusunda bir eğilim vardı.
- Hükümetin otoriter bir kimlik almaya başlaması ve başarılı devrimcilerin
- hayal kırıklıkları çeşitli klasik yazarların dile getirdiği bir metinde açıkça
- anlatılmıştır- Abbasiler’i destekleyen Sudayf, Abbasiler’in Emeviler’in yerine
- halifeliğe geçmesinin neden olduğu değişikliklerden yakınarak şöyle söylemiştir:
- “Paylaşılan ganimetimiz zenginlerin yan geliri haline geldi. Danışmanlık
- şeklindeki liderliğimiz keyfi bir hâl aldı. Başa geçmek için herkesin katılımıyla
- yapılan seçimlerin yerine veraset geldi.”En otokratik hükümdarlar zamanında
- bile bir tür halk meclisi bulunurdu. Bazı hanedanlardan halifelerce halk
- toplantıları düzenlenir, bu toplantılarda çeşidi toplumsal sınıflardan temsilciler,
- hükümdarın ya da onun yerine üst rütbeli bir memurun yanına çıkarılır ve
- dilekçe vermelerine izin verilirdi. Hamileri olunan bilginler ve şairler de huzura
- çıkarılır ve mesleklerinde ilerleyebilirlerdi. Bu toplantılara girişi kontrol edenler,
- süreçlerle etkinlik ve bazen de güç kazanırlardı. Divan-ı hümayun Osmanlı
- döneminde bir kurum haline gelmişti. Sultan XV. yy başlarında ya da daha
- önceki bir dönemde, paşalar divanına başkanlık yapardı. Bir sultan öldükten
- sonra, yerine yenisi gelene kadar geçen sürede paşalar kendi başlarına divan
- toplantısı yapabilirlerdi.
- II. Mehmed,bu divanlara başkanlık yapmayı bırakıp bu başkanlığı
- sadrazamına devreden ilk padişahtır. Osmanlı tarihçileri tarafından anlatılan bir
- öyküde bu durum şöyle açıklatmaktadır: “Bir gün bir köylü divana gelir ve
- heyete “Padişah hanginiz? Bir şikayetim var.” der. Padişah bu olaya bozulunca,
- sadrazam da padişaha divana katılmak yerine, bir kafesin arkasından toplantıları
- seyrederek bu tür sıkıntılı durumlardan da kurtulabileceğini söyler.’’
- 8
- Padişahın divandan çekilmesi, bu öykünün doğru olup olmamasından
- bağımsız olarak, sultanın bir kafesin arkasında oturduğu açıkça belirtilen II.
- Mehmed’in usul kurallarıyla da doğrulanmaktadır. Kanuni Sultan Süleyman
- dönemine dek bu uygulama sürmüştür. Kanuni divan toplantılarım kafes
- arkasından seyretmeyi bile bırakmıştır. XVI. yy'da divan haftada dört kez
- düzenli olarak toplanırdı. Toplantılara şafakta başlanır ve tüm devlet işleri
- görüşülürdü. Sabahlan çoğunlukla şikayetler dinlenir, dilekçeler kabul edilirdi.
- Divanın başında ya sadrazam ya da görevli vezir olurdu. Öğlen dilekçe verenler
- ve ötekiler gider, divandakilere yemek hazırlanır ve üyeler kalan işleri
- görüşürlerdi. Çağdaş belgelerde, divanın tamamen danışma niteliğinde olduğu ve
- son sözü padişahın verdiği .açık olarak belirtilmiştir. Belli konularda sadrazam
- divanın konuyla ilgili üyesinden bilgi alabilir, hatta fikir danışabilirdi, ancak
- divanın bütününe danışmazdı. Hukuki konular başkadılara, askeri konular
- yeniçeri ağasına, denizcilikle ilgili olanlar da kaptan paşaya aktarılırdı.
- Osmanlı divanı daha kurumsal ve gösterişli özelliği ile hem Osmanlı dönemi
- hakkında daha çok ve doğru bilgi vermekte, hem de genel bir değişikliği ortaya
- koymaktadır. İlk önce Türkler, sonra da Moğollar olmak üzere bozkır
- halklarının, Ortadoğu’ya gelmesinin ardından, İslam tarihinde ilk kez sürekli ve
- düzenli danışma kurullarının varlığı görülmektedir. İran’ın Moğol
- hükümdarlarının vezir başkanlığında topladığı üst düzey memurlardan oluşan
- büyük bir meclis olduğu bilinmektedir. Büyük divan anlamında Farsça divan-ı
- buzurg, olarak bilinen bu kurum, Moğollar’ın aşiret meclisi olan
- kurultaylarından gelmiş olabilir. Moğol sonrası İran hükümdarları zamanındaki
- benzer meclisin çalışmalarına hem İran’dan hem de dışarıda kaynaklar tanıklık
- ederlerdi.Mısır’da da Memlukler zamanında yüksek dereceli emirlerden oluşan
- bir meclis vardı, ancak bu meclisten daha sonraki Memlukler döneminde nadiren
- söz edilmiştir.
- Osmanlı İmparatorluğu’nda sabit bir toplantı saati ve çalışma düzeni olan
- divan-ı hümayunun yanı sıra, belirli üyeler tarafından Arapça şura kökünden
- gelen meşveret adlı başka toplantılar da düzenlenirdi. Meşveret, divan için değil,
- sadrazamın ya da padişahın belli bir sorunu görüşmek için topladıkları askeri ve
- diğer erkanın toplantıları için kullanılırdı.XV.yy’da Balkan savaşları sırasında bu
- tür meşveretlerden sıkça söz edilmiştir. Bunlar XVI.yy ve XVII.yy’da da
- sürmüş, XVIII.yy sonundaki krizlerde daha sık toplanmıştır. Osmanlı tarihini
- anlatan eski belgelerde Osmanlı hanedanının kuruluşu da bir meşverete
- bağlanmaktadır. Bu belgelere göre, bir lider seçmek için meşverette toplanan
- beyler uzun tartışmaların sonunda Osman Bey’i seçerek kendisinden reis
- olmasını isterler, o da kabul eder. Belki de bu Osmanlı devletinin gerçek doğuş
- öyküsüdür. Bir efsane bile olsa, ilk Osmanlı tarihçilerinin böyle bir efsaneyi
- seçerek hanedan tarihine mal etmeleri büyük önem taşımaktadır.
- Abbasi halifelerinin otokratik güçleri.artarken, Bağdat’taki halifelerin kişisel
- güçleri azalmıştır. X.yy’dan sonraki zamanlarda İslam dünyasının tamamının
- tartışmasız hükümdarları durumundaki Müminlerin Emirleri’nin kendi
- ülkelerinde, kendi başkentlerinde, en sonunda da kendi saraylarında
- komutanlıkları ellerinden alınmıştır.
- Bu süreç geniş İslam imparatorluğunun uzaktaki eyaletlerinde başlamış,
- sonunda da başkentin hemen dışındaki tüm eyaletlere yayılmıştı. Halifeler
- eyaletlerde bir süre merkezi hükümeti bir çeşit kuvvetler ayrılığı sayesinde
- devam ettirebilmişlerdi. Maliye, yönetim ve haberleşme doğrudan Bağdat’a karşı
- sorumlu olan reislere bırakılmıştı. Silahlı güçlerden, sınırlarda ve şehirlerde
- düzenin sağlanmasından eyaletin valisi, vergilerin toplanmasından, yerel
- giderlerden arta kalanının Bağdat’taki mâliyeye gönderilmesinden defterdar,
- imparatorluk kurye sisteminin yürütülmesi, olayların başkentteki posta ve haber
- alma müdürüne düzenli olarak rapor edilmesinden de posta kethüdası
- sorumluydu. Bunlardan biri, bu da genelde vali olurdu,ötekileri denetimine
- aldığında merkezi denetim zayıflar, çoğunlukla da sona bulur, valilik özerk, hatta
- babadan oğula geçen bir beylik haline gelirdi.
- X. yy başlarında eski İslam imparatorluğunun tamamını babadan ©ğula
- geçen beylikler oluşturuyordu. Bu beylikler, Cuma namazlarında Bağdat’ta
- bulunan halifenin adını anmak, bazen adına sikke yaptırmak dışında tüm önemli
- konularda bağımsızdılar. İslam dünyasının liderliğini almak üzere Abbasiler’e
- meydan okuyan ve kendilerine halife unvanını veren Fatimiler ile birlikte, bu
- sözde hükümdarlık bağlılığı da sona ermişti. Bu sözde bağlılık, Fatimiler’in
- düşüşünün ardından tekrar ortaya çıkmış, ancak Moğolların 1258 yılında Abbasi
- halifeliğinin kalıntılarını yok etmeleriyle tüm önemi yitirmişti. Mısır Memluk
- sultanlar bir süre devam ettirdiği gölge halifeler soyu,1517 yılında Osmanlı
- fethiyle son bulmuştur.
- Bundan sonra asıl hükümdarlar halife değil, emir olarak adlandırılan askeri
- komutanlardı, X.yy başlarından sonra da, Emirler Emiri anlamına gelen Emir ülümera olmuştu. Bu unvan, İslamiyet’ten önceki İran’da kullanılan başkomutan
- için komutanlar komutanı, başrahip için rahipler rahibi ve imparator için krallar
- kralı ya da şehinşah unvanlarına benzemektedir.X.yy ortalarında “kral” (malik)
- unvana hükümdarların kendilerini tanıttığı yazıtlarda ve sikkelerde rastlanır. Bu
- unvanı ilk kullananlar o dönemde başa geçen bazı yeni İran hanedanlarıydı.
- Bunların ardından Selçuklular, Selahaddin’in soyundan gelenler ve daha küçük
- hanedanlar gelmiştir. Bu unvan,halifeye, sonra da sultana eşit olmayı anlatmıyor,
- başka yerdeki üstün bir hükümdarın gevşek hakimiyeti altında olan yerel bir
- hükümdarı belirtiyordu. Bu açıdan, çağdaş Avrupa’da çeşitli hükümdarların
- Kutsal Roma İmparatoru’nun sözde üstünlüğü altında kendileri için “kral”
- unvanını kullanmalarına benzemektedir.
- Arap dilinin oldukça zengin dil varlığının sunduğu pek çok seçenek
- arasından bu unvanın tercih edilmesinin nedenini tahmin etmek zor değildir. Bu
- unvanı ilk kullananlar, İran kültürünün olduğu, eski İran'ın monarşi
- geleneklerinin yaşamaya devam ettiği topraklarda hüküm sürüyorlardı. İran’da
- görev yapmış üst düzey memurlar aracılığıyla ve saray adabı, törenleri ile ilgili
- eski İran yazılarının çevrilmesiyle, İran’ın saray adabı ve unvanları, Abbasi
- halifelerinin saraylarını etkilemişti. Eski İran’daki “şah" unvanı henüz
- Müslüman hükümdarların kabul etmeyecekleri kadar yabancıydı ama Arapça
- karşılığı olan “malik” kabul edilebilirdi. Sonraları kullanılan krallar kralı
- anlamındaki “malik el-mülk’’ün eski Farsça’daki “şehinşah”a benzediği açıktır.
- Hadislerde bu unvana karşı çıkılır ve Hz. Muhammed’in “krallar kralı’nın hiç
- kimseye denemeyeceğini, yalnızca Allah için kullanılabileceğini söylediği
- belirtilir. Yine de Büveyhiler, Abbasiler ve sonraki hanedanlar bu unvan
- kullanmışlardır. Bu unvanını çok açıktı, eyaletlerin hükümdarları kralsa,
- başkentin hükümdarı da krallar kralıydı.
- Bu değişiklikler sonucunda, taşradan merkeze doğru yeni bir imparatorluk
- otoritesi sistemi oluşmaya başlıyordu. Bu yeni sistem halifelerle ilişkili
- olmasının yanı sıra onun, askeri ve siyasi olaylardaki otoritesinin büyük
- bölümünü ele geçiriyordu. Selçuklu Türklerinin güneybatı Asya’nın büyük
- bölümünü hakimiyeti altına alarak “Büyük Sultanlık” adıyla bilinen devleti
- yaratmasıyla bu süreç XI.yy ortalarına doğru tamamlanmış oldu.
- Arapça’da “sultan” hükümdarlık ve otorite anlamına gelen soyut bir
- sözcüktür. Bu sözcük en başından beri hükümeti ya da daha genel anlamda
- otorite sahiplerini belirtmek üzere kullanılmıştır. Hükümdarın ve devletin
- genellikle aynı anlama geldiği bir toplumda bu terim hem siyasi otoritenin işlevi,
- hem de bu otoritenin sahibi için kullanılmıştır. Resmi bir biçimde olmasa da
- valiler, vezirler, kimi zaman da hem Abbasi hem de Fatımi halifeler için
- kullanılmıştır. X.yy’da bağımsız hükümdarların unvanı olarak ve hükümdarları
- bir üst makam tarafından göreve getirilen ve görevden alınabilenlerden ayn
- tutmak üzere kullanılmış ama bu kullanım resmileşmemiştir. XI.yy’da,
- Selçuklular tarafından benimsenmesiyle resmileşmiştir. Selçuklularda yeni bir
- anlam ve iddia içermeye başlamıştır. İslam ülkelerinin tümünün en üst siyasi
- hükümdarlığı ve halifenin dini birincilliği ölçüsünde, en az ona eşit bir otorite
- anlamım kazanmıştır. 1133 yılında Selçuk sultanı Sencer’in halifenin vezirine
- yazmış olduğu bir mektupta bu durum açık olarak belirtilmiştir:
- 10
- ‘Dünyanın efendisinden... Dünya krallığını aldık ve bunu inananların
- liderliğinde babadan ve dededen mirasla ve hakkımızla aldık..."
- Başka bir anlatımla, hakimiyet Selçuk hanedanına aitti, Tanrı tarafından
- verilmişti ve dini otorite açısından da halife tarafından onaylanmıştı. Sultanlık da
- tıpkı halifelik gibi evrensel ve benzersizdi. İslamiyet’in tek dini liderinin halife
- olması gibi, İslam imparatorluğunun yönetilmesinin, güvenliğinin ve düzeninin
- sorumluluğu da yalnızca sultana aitti. Sultan ile halifenin arasındaki otorite
- ayrımı çok kesindi. Öyle ki, Selçuklular’ın güçsüz olduğu bir dönemde halife
- siyasi otoritesini bağımsız;olarak uygulamaya kalktığında, sultan ve sözcüsü
- bunu sultanlık yetkilerine müdahale olarak kabul ederek protesto etmişlerdi.
- Halifenin görevlerin en iyisi ve dünyanın yöneticilerinin koruyuculuğu olan
- imamlık görevini yapmayı sürdürmesini, devleti yönetme görevini de bu görevin
- verildiği sultanlara bırakmasını belirtmişlerdi.
- 11
- Bu çifte hükümranlık durumu, siyaset ve devlet yönetimi hakkında yazan
- Müslüman yazarlar tarafından fark edilmişti. Bu fark ediş, pratik siyaset
- deneyimleri olanların yazılarında doğal olarak çok açıktır, bununla birlikte
- hukukçuların ve ilahiyatçıların eserlerinde de görülmektedir. İki grup da bu
- ayrılığı, eski Hıristiyan-Roma imperium sacerdotium ayrımında ve modem
- laiklik-din ayrımında da görmemişlerdir. Sultanlık,Şeriat’ı en azından halifelik
- kadar uygulayan ve Şeriat’ın koruduğu dini bir kurum olarak görülüyordu.
- Selçuklu sultanları ve halefleri zamanındaki ulema devlet ilişkisi, halifelerin
- zamanındakinden daha yakındı. Ne halife, ne de taraftarları bir ruhban sınıfı
- şeklinde tanımlanabilirdi. İranlı yazarlar başta olmak üzere Ortaçağ’ın
- Müslüman yazarları gerçek ayrımı, biri monarşik, öteki peygamberliğe ilişkin
- olan ama ikisi de dini iki otorite arasında görüyorlardı. Peygamber, Allah
- tarafından Allah’ın yasasını yerleştirmek ve yaymak üzere gönderilmişti.
- Peygamber semavi bir devlet kurmuştu, ancak insan yönetimini, otoritesini
- askeri ve siyasi yollardan elde eden, uygulayan ve devam ettiren bir hükümdar
- yapmalıydı. Otoritesi sayesinde, Allah kanunlarından bağımsız olan ama onların
- aksine olmayan emir verme ve suçluları cezalandırma hakkını kazanırdı.Her
- çağda bir peygamberin olması gerekli değildir ve Hz.Muham-med’den sonra
- başka peygamber gelmeyecektir. Ancak her zaman bir hükümdarın olması
- gereklidir, aksi halde düzen anarşiye dönüşür.
- Siyasi istikrar ile dini Ortodoksluk ilişkisi açıkça anlaşılmış ve sıkça dile
- getirilmişti. Müslüman yazarlar, bazen Hz.Muhammed’in bir deyişi, bazen de
- eski bir İran bilgeliği olarak bu ilişki şöyle ifade ederler: “İslamiyet (ya da din)
- ve devlet ikiz kardeştir, biri yokken diğeri gelişemez. İslam temeldir, devlet
- bekçidir. Temeli olmayan çöker, bekçisi olmayan da kaybolur.” Halifeyi Sultan
- seçer ve atar, sonra da Sünni birlik ilkesinin somutlaşması ve toplumun başı
- olarak onun egemenliğini kabul eder. İki makamın farkı Walter Bagehot’un
- ifadesiyle “hükümetin etkili ve onurlu parçalan” şeklinde açıklanabilir: “Halkın
- saygısını kazanan ve koruyan ile bu sayede yürüyen ve yöneten arasındaki
- ayrım.” Bagehot’un bu sözleri İngiliz anayasası ve Parlamento ile monarşi
- hakkındaydı ama Ortaçağ İslamiyeti’ne de uygundur. Güç sultan, otorite de
- Halife tarafından temsil ediliyordu. Sultan halifeye güç veriyor, karşılığında
- halife de ona yetki veriyordu. Halife hükmediyor ama yönetmiyordu, sultan ise
- ikisini de yapıyordu.
- Bir süre Selçuklu sultanlığı evrensel ve tek Sünni kurum olarak devam etti ve
- saygı gördü. Selçuklu sultanlığının parçalanmasının ardından “sultan” unvanının
- kullanımı sıklaşıp yaygınlaşarak bir devletin başı olduğunu ve üstünde bir
- hükümdarı tanımadığım söyleyen herkesin kullandığı bir Sünni unvanı oldu.
- Ortadoğu’da XVI. yy başlarında üç büyük devlet bulunuyordu. İkisi, sultanlar
- tarafından yönetilen Mısır ve Türkiye, üçüncüsü de şahlar tarafından yönetilen
- İran’dı. 1517 yılında Mısır’ın OsmanlIlar tarafından fethedilmesinin ardından,
- sonuncu Abbasi gölge halifesi Kahire’den İstanbul’a gönderildi ve birkaç yıl
- sonra da sivil bir yurttaş olarak geri döndü. Bundan sonra başka halife olmadı ve
- başka yerlerdeki küçük taklitleri gibi, Osmanlı sultanları da topraklarında tek
- başlarına, her sultanın kendi halifesi olduğu büyük hükümdarlar olarak hüküm
- sürdüler. Sultanların zaten çok fazla olan unvanlanna bir de “halife” unvanı
- eklendi. Halifelik, XVIII. yy sonlarında çok daha farklı şartlar altında yeniden
- canlanana dek eski önemini koruyamadı.
- Önceki çağlardan beri git gide artan karışıklık ve büyüklükte bürokratik bir
- mekanizma, sultanların ve halifelerin hükümetlerini destekliyordu. Erken
- halifelik dönemine ait belgeler, hâlâ fetihlerin öncesindeki gibi İran ve Irak’da
- Pers, Mısır ve Suriye’de Hıristiyan bürokrasileri tarafından en azından taşranın
- yönetiminin yürütüldüğünü, vergilerin salınıp toplandığını göstermektedir.
- Aradaki temel farklılık, şimdi gelirlerin yeni Arap hükümetine gönderilmesiydi.
- Hükümet uygulamasının Araplaştırılması, standartlaştırılması ve merkezi bir
- imparatorluk yönetiminin kurulması, ileride Emevi halifeler tarafından
- gerçekleştirilmiştir. Halife Hz. Ömer, Arap tarih geleneğinde temel amacı mali
- olan, gelen parayı kaydedecek, ondan yararlanacakların listesini yapacak, hemen
- ve adaletli bir biçimde dağıtacak merkezi bir yönetimi, divanı kurmuştur. Emevi
- halifesi II.Ömer’in bürokrasinin gelişimini geciktirmek istediği söylenir. Eski bir
- idari tarihçi, Hz. Ömer'den biraz çok papirüs isteyen katibine şunları söylediğini
- aktarır
- “Kalemini keskinleştirip daha az yaz. Bu daha iyi anlaşılır,“ Halife, çok az
- papirüsü kaldığı için biraz daha isteyen bir memura da şunları söyler:
- "Kalemini sivrilt, cümlelerini kısalt ve elindeki papirüsü idareli kullan. ”
- Bürokrasinin gelişmesi bu politikalarla geciktirilebildiyse de papirüsün
- yerine kağıdın geçmesiyle hızla yayılmaya başlamıştır. Arşivlerde yalnızca
- Osmanlı dönemine ait ayrıntılı kayıtlar olduğu halde, tarihçiler, bürokratik
- edebiyat ve bugüne kadar gelen pek çok belge bürokrasinin eski çağlarda nasıl
- işlediğiyle ilgili bilgiler vermektedir.
- Abbasiler çağında yönetim de modem devletlerde olduğu gibi her birinin
- kendine özgü görevi olan, divan adlı kısımlara bölünmüştü. En önemli kısım
- maliye, haberleşme, vergi salınması ve toplanmasıyla ilgiliydi. İç güvenlik, ordu,
- bayındırlık, haber alma, kraliyet köleleri ve kölelikten azat edilenler, dini
- vakıflar ve hayırsever kurumlar diğer önemli kısımlardandı.Bunlar farklı
- dönemlerde ve rejimlerde farklı biçimde düzenlenmiş ve genellikle üç ana
- başlıkta toplanmışlardı: Para, silahlı kuvvetler ve haberleşme. Bunların yanı sıra,
- diğer divanları denetlemekle görevli teftiş divanları bulunuyordu. Bunlar,tam
- olarak Şeriat ile ilgili olmayan konularda Ortaçağ İngilteresi’ndeki adalet divanı
- gibi görev yaparlardı.
- Halifenin, daha sonra da sultanın altındaki tüm hükümet mekanizmasının
- başında vezir bulunurdu. Büyük olasılıkla Arapça olan bu terim bir görev ya da
- yük almış kişi anlamını taşımaktadır. Terim, çok daha eski bir Pers sözcüğünden
- türemiş ya da etkilenmiş de olabilir. İlk kez Abbasiler’in kullanmış oldukları bu
- makamı Sasaniler’i örnek alarak ya da taklit ederek oluşturdukları
- düşünülmektedir. Vezir, halifeler döneminde mâliyenin, adaletin ve tüm
- yönetimin başıydı. Vezirler, ilk zamanlarda Doğu İranlı tek bir soylu aileden
- seçiliyordu, daha sonra çoğunlukla kalemiye sınıfından gelerek bürokratik
- hiyerarşi içinde yükseldiler. Yönetimin başı olarak vezir genelde divan reisleri
- içinden seçilirdi. Vezirlerin görevi sivildi ve askeri operasyonlara nadiren
- katılırlardı.
- Vezirlerin önemi, askeri emirlerin ortaya çıkmasıyla azaldı. Büveyhiler
- vezirlerini baş sekreter ve maliye nazın olarak korumalarının yanı sıra, o da tıpkı
- efendisi gibi bir subaydı. Sultanlar zamanında vezirlik yeniden ortaya çıkarak
- yeni bir öneme kavuşmuştur. Genelde sultanlar okuma yazmayı, hükümet
- işlerinin yürütüldüğü Arapça ve Farsça’yı bilmeyen asker olduğu için vezirlik
- makamı yeni bir önem kazandı. Vezirlik, Selçuklu sultanlığı ile sona erdi.
- Onlardan sonraki dönemde, askerler her şey gibi bürokrasinin denetimini de aldı.
- Memluk Mısırı’nda üst düzey bir asker olan davadar (mürekkepçi) bürokrasinin
- başıydı. Davadarın yönetiminde önemli ve yaygın bir bürokrasi oluştu. Memluk
- sultanları zamanında hükümeti yürütme sorumluluğunu da alan bu bürokrasi,
- sultanlığın uzun süre yaşamasında etkili olmuştur.
- Osmanlı sultanları tarafından askeri komutanlar içinden bir grup vezir
- seçilirdi. Avrupa’da başvezir olarak bilinen sadrazam, askeri, sivil, hatta hukuki
- alanlarda oldukça geniş yetkilere sahipti. Osmanlı sadrazamının maddi kazana,
- sorumlulukları ve gücü oranındaydı. Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamı Lütfi
- Paşa yıllık kazancının iki buçuk milyon akçe olduğunu belirtmiş ve şunları
- söylemiştir: “Şükür Allah’a, bu da Osmanlı devletinde yeterli bir miktardır.”
- 13
- Sadrazam Lütfi Paşa kazancının bir buçuk milyon akçesini mutfak gideri, yarım
- milyon akçesini hayır işleri için harcadığım, kendine de yarım milyon akçe
- kaldığını belirtir. İran’ın Safevi şahlarının da bunlarla kıyaslanabilecek önemli
- statü ve yetkilileri vardı.
- Hükümet yönetiminin büyük bölümü gelir ve giderlerle yani mâliyeyle
- ilgiliydi. Osmanlı dönemine, özellikle de XVI. yy ve sonrasına ait pek çok
- bölgesel ve merkezi arşiv belgesi bulunmaktadır. Bu belgeler Osmanlı mali
- yapısının aynntılı bir resmini çizmektedir. Ne yazık ki daha önceki İslam
- imparatorluklarına ait belge bulunmamaktadır. Dolayısıyla tarihçiler OsmanlI
- Ortadoğusu ve hatta Ortaçağ Batısındakilerle karşılaştırılabilecek gündelik
- kanıtlar elde edememişlerdir. Öte yandan kimi küçük arşivlerde bulunmuş, kimi
- tesadüfen ve rastgele toplanmış çok sayıda belge bulunmaktadır. Ortaçağ îslami
- mali kuruluşlarının işleyişinin izlenebileceği tarihi, coğrafi, hukuki ve
- çoğunlukla da bürokratik bilgiler vardır.
- Abbasiler’in ilk döneminde maliye de yönetimin diğer cepheleri gibi
- doğrudan vezirin sorumluluğunda bulunuyordu.Daha sonra, yalnızca mali
- konularla ilgilenen daha uzmanlaşmış bir memur olmuştur. Bu memur, Türk ve
- Pers yönetimlerinde defterdar olarak adlandırılmıştır.
- İslam hukukunun gerektirdiği ve pek çok Müslüman hükümetin uyguladığı
- gibi biri genel, diğeri özel (hassa) olmak üzere birbirinden ayrı iki maliye vardır.
- Bu ayrım bazen çok kesin olmasa da, zaman zaman birincinin açıklarının
- İkincisiyle kapatıldığını gösteren kanıtlar bulunmaktadır. Genel hâzinenin temel
- giderlerini başkentteki askeri birliklerin ve hükümdar sarayının harcamaları
- oluşturuyordu. Halife el-Mamun’un hükümdarlığına ait bir belgede günde altı
- bin dinar olduğu -yazmaktadır.
- Genel hazine hükümdarın siyasi ve askeri lider olarak harcamalarını
- karşılarken, “özel” hazine Müslüman toplumunun dini lideri olarak yaptığı
- harcamaları karşılamaktaydı. Buna göre, cihad için gerekli sınır kalelerinin
- bakımı, Mekke’ye hac masrafları, Şeriat'ı uygulamaktan sorumlu kadıların ve
- diğer din görevlilerinin maaşları, esirlerin kurtarmalıkları, ulak sistemi,elçilerin
- ağırlanması, şairlere ve gerekli kişilere verilen bahşişler “özel” hâzineden
- karşılanırdı.
- İlke olarak devletin geliri İslami vergilerden sağlanırdı. Bunlar, Müslüman
- olmayanlardan alınan kelle vergisi olan cizye, toprak vergisi olan haraç,
- Müslümanlar’dan alınan aşar ya da zekattı. Sağlanan gelir genel hâzineye
- aktarılırdı. Genel bir uygulama olarak, bu vergiler “Mukus” adı verilen başka
- vergi ve resimlerle desteklenirdi. Hukukçuların karşı çıkmasına karşın,tüm
- Müslüman hükümdarlar tarafından toplanmıştır- “Özel” hâzinenin geliri
- halifenin özel malikaneleri ve gelirlerinden sağlanır, el koymalar, devlete kalan
- mallar ve cezalarla da desteklenirdi.
- Vergiler mal olarak da, para olarak da alınırdı. Eski Sasani toprakları İran ve
- Irak ile daha doğuda Orta Asya ve Hindistan’daki uzantılarında para birimi
- olarak gümüş dirhem kullanılırdı. Eski Bizans toprakları Mısır ve Levant’ta, Batı
- ve Güneybatı Arabistan’da para birimi olarak altın dinar kullanılırdı. Dirhem ile
- dinarın kur farkı gümüş ve altın fiyatlarına göre değişirdi. Teorik olarak bir dinar
- on dirheme eşitti ama resmi hesaplardan anlaşıldığı kadarıyla uygulamada bu
- oran büyük ölçüde değişerek yirmide bire düşüyordu.
- Kaynaklarda yerel giderler yapıldıktan sonra imparatorluk başkentine kalan
- net gelirle ilgili pek çok liste vardır ve en eskisi el-Hadi’nin hükümdarlığı (785-
- 786) dönemindendir. Bir diğeri Harun Reşid dönemine (786-809) aittir. Daha
- sonraki halifeler dönemine ait olanlar da değişikliği ve sürekliliği
- göstermektedir. Bu verilere göre yaklaşık olarak batı eyaletlerinin geliri 5 milyon
- dinar, doğu eyaletlerinin geliri de 400 milyon dirhemdir.
- Günümüze dek kalan listelerde nakit gelirlerle birlikte mal olarak alman
- vergiler de yer almaktadır. Örneğin; Fars’tan 150.000 ratl ayva ile portakal,
- 15.000 ratl meyve konservesi ve 30.000 şişe gül suyu; Kumis’ten 40.000
- portakal ve 2000 külçe gümüş; Sind’den 1000 çift ayakkabı, 4000 kuşak, 3 fil ve
- 400 maund (Hindistan’da kullanılan bir ölçü, yaklaşık 37 kg.) ödağacı;
- İsfahan’dan 20.000 ratl bal ve balmumu; Ermenistan’dan 20.000 ratl tuzlu balık,
- 58 ratl çeşitli kumaş ve 20 halı; Sicistan’dan 20.000 ratl şeker ve 300 kareli
- kaftan alınmıştır. Roma, sonra da Bizans vergi yöntemlerine alışmış olan Mısır
- ve Suriye’den alınan vergilerin önemi daha azdır ve en çok gıda maddesi, sonra
- da giyim eşyası toplanıyordu, canlı mallar arasında,develer, atlar, şahinler ve
- köleler bulunuyordu.
- Sonraki listelerden gelirlerin azaldığı anlaşılmaktadır. Kaldırılan vergilerin
- yerini para ödemeleri almıştır. Para ödemeleri de ekonomik değişiklikler
- nedeniyle azalmıştır. Azalmanın başlıca nedeni ordu komutanlarının,
- mültezimlerin ve taşra yöneticilerinin aldıkları paylardır. Halife el-Muktedir’in
- 918-19 yılı gelir listesindeki gelir tüm eyaletlerden 14.501.904 dinardır.Bu
- listede, önceki listelerde olmayan rüsum ve el koymalar da yer almaktadır.
- Abbasi halifeliğinin gerilemesi ve yönetimin bölünmesinden sonraki listeler
- sayıca az olmakla birlikte, verileri açısından da güvenilir değildir. Bugüne kadar
- gelen kesin mali bilgiler Osmanlı döneminden ve Osmanlı toprakların dandır.
- Bunun bir örneği 1669-70 yılı bütçesidir. Rakamlar, başlardaki değeri klasik
- dirhem olan, sonradan döviz kurlarına göre değişen akçe ile verilmiştir. Bu
- bütçede Osmanlı devletinin tüm vergilerden toplam geliri 6l2.528.960 akçedir. O
- yılın toplam gideri 637.206.348 akçedir ve 398.392.602 akçesi silahlı
- kuvvetler ile savaş malzemesine; 180.208.403 akçesi saraylara; 5.032.512 akçesi
- sultanın ailesine ile merkezi hükümetin bürolarına 44.572.831 akçesi de çeşitli
- başka giderler için kullanılmıştır.Bu listeler de öncekiler gibi vergilere ve
- bölgelere göre ayrılmıştır, ama farklı olarak ayni malları vergi geliri içinde
- bulunmaz. Öte yandan “nakit ödemeler dışında” imparatorluk atölye ve
- mutfaklarına ayni olarak giren malzemelere ve gıda maddelerine ayrıntılı
- biçimde yer verilmiştir.
- Müslümanlar devlete karşı çelişkili bir tutum içindedirler. Devlet, bir
- taraftan, dini öğretilerine göre düzeninin korunması ve Allah'ın isteğinin yerine
- getirilmesi için gereken ilahi kökenli düzenli bir kurumken, diğer taraftan da,
- çalışmasına dahil olanları zehirleyen, bir şekilde içine girenler açısından tehlikeli
- olan kötü bir kurum olarak görülmüştür.Hz. Muhammed’e ait olduğu söylenen
- bir deyişe göre devlet ve cennet birleştirilemez. Bir başka deyişe göre hükümet
- etme işinde gerekli olarak günah ve kötülük vardır. Bazen bu görüşler hükümet
- içinde bulunanlar için de düşünülmektedir. IX. yy'da Bağdat’ta bir vezirin şunları
- söylemiştir: “Hükümetin temeli göz boyamadır. Eğer işe yarar ve ömürlü olursa
- politikaya dönüşür.” Bir öyküye göre, halife el-Mansur’un sarayında mutluluğun
- ne anlama geldiği hakkında konuşulurken, halifeye gerçekten mutlu bir insanın
- olacağı sorulmuş. Halife şöyle yanıtlamış: “Ne o beni tanır, ne de ben onu.”
- Açıkça görüldüğü gibi bunun anlamı,bir insanın hükümetle ne kadar az işi olursa
- o kadar mutlu olacağıdır. İslamiyet’in öteki dinlerle paylaştığı hükümetin kırsal
- görüntüsünde de bu çelişki söz konusudur. Bir tarafta sultan ya da halifeyi,
- sürüsü olan halkının çobanı olarak onlar adına Allah’a karşı sorumlu tutan pek
- çok dini metin bulunmaktadır.Kırsal görüntünün tam tersi de Mısır’ın Arap fatihi
- Amr ibn ül-As’ın söylediği belirtilen bir sözdür. Amr, onu Mısır askeri valisi
- olarak tutup gelirlerin başına da başkasını getirmek isteyen Hz.Osman’ı şöyle
- reddetmiştir: “Bu, biri ineği sağarken benim ineğin boynuzlarını tutmam olur.”
- 15
- IX. yy başında bir Arap edebiyatçısının bir derlemesinde Ortaçağ’da
- Müslümanların devletin doğası ve amacı ile ilgili farklı görüşleri açıkça ortaya
- konmuştur:
- 16
- "Devlete İslamiyet tarafından dört görev verilmiştir: Adalet, ganimet,
- Cuma namazı ve cihad. İslamiyet, devlet ve halk, çadır, çadır direği, ipleri ve
- çomaklarına benzer. İslamiyet çadır, devlet direk, halk ip ve çomaklardır.
- Hiçbiri ötekiler olmadan işe yaramaz. “
- “Husrev şunları söylemiştir: Bir ülkede şu beş şey yoksa, orada durmayın:
- Güçlü yönetim, adil yargıç, sabit pazar, bilge hekim ve bir akarsu.” "Ömer ibn
- el-Kattab da şunları söylemiştir: Güçsüz olmadan yumuşak, sert olmadan
- güçlü olanlar iyi yönetebilirler."
- Klasik İslam devlet ideali adı verilmeyen bir kralın tebaası ile ilgili söylediği
- şu sözlerle açıkça ifade edilmiştir. “Kalplerine nefretle kirlenmemiş saygı ve
- saygısızlıkla kirlenmemiş sevgi yerleştirdim.”
- 9. BÖLÜM
- EKONOMİ
- Modem çağlardan önceki toplumsal ve ekonomik tarihi ile ilgili yeterince
- araştırma olmadığı için Ortadoğu, çok az anlaşılır ve tanınır. Özellikle Ortaçağ
- Avrupa tarihi gibi başka alanlarla karşılaştırıldığında, Ortadoğu tarihi ile ilgili
- araştırmaların yetersizliğinin temel nedeni belge sorunudur. Ortaçağ Batı
- Avrupası’nın devletleri geçirdikleri evrimle modem Avrupa’nın devletleri haline
- geldiğinde de pratik amaçlar için gereken belge arşivleri modem çağlara dek
- korunarak tarihçiler açısından değerli bir kaynak olmuştur. Osmanlı
- İmparatorluğu dışındaki Ortaçağ Ortadoğu devletleri, dış istilalar ve iç
- karışıklıklarla yıkıldıkları için, açtık hiçbir gereksinimi karşılamayan arşivleri de
- korunmadığından dağılarak yok olmuştur.
- Osmanlı İmparatorluğu, 20. yy’da Batı etkisinin ve idari yöntemlerinin
- yaygınlaşmaya başlamasına dek, Ortaçağ sonlarından itibaren, idari ve siyasi
- açıdan kesintisiz olarak varlığını sürdüren tek devletti ve arşivleri de neredeyse
- tamamen el değmemiş haldeydi. Osmanlı arşivlerinde yapılan araştırmalar, o
- dönemdeki Ortadoğu tarihini önemli ölçüde aydınlatmış, hatta daha önceki
- yüzyıllara ait bazı karanlık noktalara bile ışık tutmuştur. Osmanlı arşivleri çok
- geniştir ve bir o kadar da güçlükler içerir. Ortadoğu tarihinin, özellikle de
- ekonomik ve toplumsal tarihinin, çok daha şanslı diğer alanların düzeyine
- ulaşabilmesi için yapılması gereken çok şey vardır.
- Yine de, eldeki verilerden hareketle Ortadoğu toplumlarının ve ekonomisinin
- evrimini ana hatlarıyla çizmek olasıdır. Bu sayede, bunlara paralel olarak
- değişen siyasi yapıların açıklanması da kolaylaşacaktır. Tarım, çok daha önceki
- çağlardan itibaren en önemli ekonomik etkinlik olmuştur. Bölge nüfusunun
- büyük çoğunluğunun geçim kaynağı tarımdır. Yakın zamana kadar devletin
- gelirinin önemli bir bölümü de tarımla geçinenlerin emeklerinden
- sağlanmaktaydı.
- Geleneksel olarak Ortadoğu tarımı iki türdür. İlki ve daha önemlisi nehir
- vadisi tarımıdır. Bu nehirler Fırat-Dicle, Nil ve Orta Asya’nın iki önemli nehri
- Amu Derya ve Siri Derya’dır. Ortadoğu’nun öteki yerlerinde, Suriye-Filistin
- kıyılarında, Suriye vadilerinde, bugünkü Türkiye’nin ve İran’ın bazı
- bölgelerinde de ikinci tür, yağmura bağlı tarım yapılır. Bu tür tarım daha zordur
- ve nehir vadisi türüne göre daha az ürün verir.
- Bölgedeki önemli bir sorun da orman azlığı, dolayısıyla kereste eksikliğidir.
- Eski çağlarda Kudüs tapınağının yapımında Lübnan’daki sedir ağaçlan
- kullanılmıştı. Ancak İslam Ortaçağı döneminde Ortadoğu’ya, Afrika’dan ve
- özellikle Hindistan ile Güneydoğu Asya’dan kereste ithal edilmekteydi.
- Bölgedeki en önemli ürün tahıldı. En eski tahılların ilkel buğday türleri, arpa
- ve dan olduğu bilinmektedir. Ortaçağ başlarında buğday daha çok önem
- kazanmıştır. Bugün de benzer durum söz konusudur. Tarihi bilinmemekle
- birlikte, Hindistan’dan pirinç getirildiği, tarımının İran ve Irak’tan Suriye ve
- Mısır’a kadar yapıldığı anlaşılmaktadır. VH. yy Arap fetihleri sırasında fatihlerin
- Irak’ta pirince rastladıktan ve bunun onlar için bir yenilik olduğu
- anlaşılmaktadır.
- Basra bölgesinin fethinde bulunan bir Arap tarafından anlatılan öykü
- ilginçtir:
- 1
- Bir Arap birliğince sazlık bir yerde pusuya düşürülen hanlı askerlerden
- birinde burma, ötekinde de daha sonra pirinç olduğu anlaşılan iki sepet
- kalmıştı. Arap komutan askerlerine, "Hurmaları yiyebilirsiniz ama diğerini
- yemeyin, o düşmanın bize hazırladığı bir zehir olabilir, "dedi. Askerler
- hurmaları yiyip diğer sepete dokunmadılar ama bir at pirinci yemeye başladı.
- Askerler atı zehirlenmeden yiyebilmek için kesmeyi düşünürlerken, atın sahibi
- acele etmemelerini, zamanı geldiğinde gerekeni yapacağım söyledi. Ertesi
- sabah atın ölmediğini gördüklerinde, ateşte pirincin kabuklarını yaktılar.
- Komutanları "Allahın adıyla yiyin,dedi. Askerler pirinci yediler ve çok lezzetli
- buldular.
- Pirinç tarımı ve tüketimi Arap yönetiminde batıya yayıldı.
- . Arşivlerde başka tahılların da adlan geçmektedir. Bunlar arasında, bugün de
- Ortadoğu’nun ve özellikle Mısır’ın başlıca besin maddelerinden olan bezelye,
- fasulye, mercimek ve nohut bulunmaktadır.
- İçinde yağ bulunan bitkiler çok önemliydi ve bu bitkilerin yağlan
- aydınlatma, sabun yapımı ve yemek için kullanılıyordu.Ortadoğu ve Kuzey
- Afrika bölgesinde, en önemli yağ kaynağı olan zeytin önde gelen ürünlerinden
- biriydi. Bölgeye doğudan gelen ve Arap-Müslüman yönetimi altında batıya
- giden bir başka besin maddesi de şeker kamışıydı. Şeker kamışı İran’da “Şeker”
- ve “Kand” olarak bilinirdi. Her iki sözcük de “sugar” ve “candy” olarak
- İngilizce’ye geçmiştir. Helen-Roma dünyasında pek tamnmayan şeker yalnızca
- tıp alanında kullanılırdı. İçecekler ve yiyeceklerin tatlandırılması için bal
- kullanılırdı. Ortaçağ’da üretimi Mısır’a ve Kuzey Afrika’ya dek yayılan
- şeker, Müslüman Ortadoğu’nün Hıristiyan Avrupa’ya ihraç ettiği başlıca
- maddelerden biri oldu. Şekerkamışı tarımı ve plantasyon sistemi Kuzey
- Afrika’dan Müslüman İspanya’ya, oradan Atlantik adalarına, sonra da Yeni
- Dünya’ya yayılmıştır.
- Baharat Ortadoğu’da çeşitli bölgelerde yetiştirilir, ayrıca Güney ve
- Güneydoğu Asya’dan da çok miktarda ithal edilirdi. Batı dünyasına
- Ortadoğu’dan yapılan bu önemli ihracat, Avrupalı denizci devletler tarafından
- Asya’ya bir deniz yolu açılarak denetim altına almasına dek sürdü. Sıcak iklime
- sahip bölgelerde yiyecekler, özellikle de et çabuk bozulmaması için tuzlanarak
- saklanırdı. Bu yöntemle korunan yiyeceklerin yenmesi için baharat çok
- gerekliydi.
- Hayvanların beslenmenin yanı sıra, ulaştırma için de yoğunlukla kullanıldığı
- bu toplumda hayvan yemi de önemli bir gereksinimdi. Soğuk iklimli bölgelerde
- giyim için başlıca malzeme olan deri ve yün,sıcak iklimlere uygun olmadığından
- ince giysiler için işlenebilir ürünler gerekiyordu. Özellikle üç tanesi çok
- önemliydi. Ketenin, Ortadoğu’da özellikle mumyaların sarıldığı bezlere bakarak
- Mısır’da antik çağlardan itibaren üretildiği anlaşılıyordu. Pamuk, Doğu
- Asya’dan gelmiş, ilk olarak İran’da rastlanmış, oradan da batıya taşınmıştır. Dut
- ağacıyla beslenen ipek böceğinin ürünü ipek VI.yy'dan sonra Ortadoğu’da
- üretilmeye başlamıştır. Özellikle Suriye ve İran ipeklileri çok beğenilirdi. Boya
- ve koku üretmekte kullanılan bitkiler de iyi giysileri tamamlarlardı.
- Papirüs, çok önemli diğer bir sanayi ürünüydü. Nil kıyıla-nnda büyüyen bir
- sazdan elde edilen papirüs önce parşömen, sonra da kağıt bulunana dek Doğu
- Akdeniz dünyasındaki temel yazı aracıydı.
- Sebze ve meyve yetiştiriciliği de oldukça yaygındı. Daha önceki dönemlerde
- başlıca meyveler hurma, incir ve üzümdü. Meyvesinin yanı sıra, şarap üretimi
- için de yapılan üzüm tarımı İslamiyet’ten önce çok daha yaygındı. Hurma ise
- zaten vaha ve yarı çöl iklimi bitkisidir. Kayısı ve şeftali gibi Ortadoğu’nun öteki
- meyvelerinin çoğu, İran ve doğu kökenliydi. Batı’da halen enginar, ıspanak ve
- patlıcan için ilk geldiklerindeki Arapça ve Farsça adları kullanılmaktadır.
- Narenciye tarımının ilginç tarihçesi çok net değildir. Birçok Ortadoğu dilinde
- portakal için Portekiz’den (Portugal) türetilerek Türkçe “portakal”, Arapça
- “bortakal” adı kullanılır ve Afganistan’a de benzer adlarla anılır. Aslında Çin ve
- Hindistan’da daha önceden tanınan portakalı Ortadoğu’ya, XVI. yy başlarında
- Portekizliler getirmiştir. Pers İmparatorluğu’nda narenciye meyveleri
- İslamiyet’ten çok daha önce tanınırdı. Tevrat ve Pers kaynaklarında “turunç"
- admda (Arapça “utruja”, İbranice “ethrog”) güzel çiçekleri olan küçük, ekşi,
- yenilebilir bir narenciyenin süs için kozmetikte ve şerbetlerde kullanıldığından
- söz edilmektedir. Farsça “narang” denilen bu meyve,. Arapça’ya da “naranç”
- adıyla geçmiştir. Portekiz’de ve Batı’daki başka ülkelerde buna benzer adlarla
- anılan yenilebilir tatlı bir meyve vardır. Bu meyve, IX.yy Arap şairi ibn alMutazz tarafından genç bir kızın yanaklarına benzetilmiştir. İbn al-Mutazz,
- büyük olasılıkla o dönemde Hindistan’dan gelen limondan da söz etmiştir.
- Ortadoğu’da hızla yaygınlaşan limon, Avrupa’ya gitmiştir. Avrupa’da bu iki
- meyve halen Pers-Hint adlan kullanılmaktadır. Şüphesiz Ortadoğu’ya bu
- meyveleri Uzakdoğu’dan Müslüman kervancılar getirmişler,Haçlılar da
- Avrupa’ya götürmüşlerdir.
- Ortadoğu’ya mısır, tütün, domates ve patates gibi hiç tanınmayan Amerikan
- bitkileri, Batı Avrupalılar, özellikle Portekizliler tarafından getirilmiştir. Türk
- tarihçisi İbrahim Peçevi 1635 yılında konuyla ilgili şunları söylemiştir:
- 2
- "İnsanın içini bulandıran dumanı ve kokusuyla tütünü 1009'da (miladi
- 1600-1601) kafir İngilizler getirmiş ve birtakım rutubet hastalıklarını
- iyileştireceğini söyleyerek satmışlardır. Kısa sürede zevk düşkünleri tütüne
- bağımlı hale gelmişler, zevk düşkünü olmayanlar bile içmeye başlamışlardır.
- Bu bağımlılığa kudretlilerin ve büyük ulemanın da çoğu tutulmuştur. ”
- Yakın zamanlarda, kökeni Ortadoğu olmayan iki bitki de bölgedeki
- ekonomik ve toplumsal yaşamı çok etkilemiştir. Ortaçağ başlarında bir Arap
- gezgini Çin’den ilginç bir öykü anlatır:
- “Kaynamış suyla içilen bir bitkinin ve tuzun tüm gelirinin sahibi kral.
- Sakh adındaki bu bitki her şehirde çok pahalıya satılıyor. Bu bitkinin yaprağı
- da, kokusu da naneden daha çok ve acımtırak bir tadı var. Kaynamış suya
- atılıyor. Tüm kamu mâliyesi geliri, bu bitkiden, tuzdan ve kelle vergisinden
- sağlanıyor. ”
- XI.yy’da ünlü yazar el-Biruni, Çin ve Tibet’teki çay tarımı ve kullanımı ile
- ilgili daha çok bilgi vermektedir. İran’a çay içme alışkanlığını XIII.yy’da Moğol
- fatihlerin getirdiği biliniyor ama fazla yaygınlaşmadığından buradan batıya
- ilerlemesi hakkında bir kanıt bulunmamaktadır. İran’da çayın yaygın olarak
- içilmeye başlaması, Rusya’dan getirildiği XIX.yy başına rastlar. XX.yy’da
- Türkiye ve İran’da devlet teşvikiyle çay tarımı yaygınlaştırılmıştır. Bunun bu
- ülkelerde yetişmeyen kahveye bağımlılığı azaltmak için yapıldığı düşünülebilir.
- Çay tarımı çok önemli olmamış, yalnızca yerel tüketim ve biraz da ihracat için
- yetiştirilmiştir. Çayla 1700’de tanışan Batı Mağrip, çayın çok tüketildiği bir
- yerdir. Buraya çayı Fransız ve İngiliz tüccarlar, Kuzeybatı Afrika’nın Avrupa
- pazarlarına katılması beklentisiyle getirmiştir.Fas’ın milli içeceği, nane
- yapraklarıyla yapılan çay olmuştur.
- Öte yandan kahve, bölgenin tamamında en önemli içecektir. Kahvenin,
- Habeşistan’dan çıktığı, adım bugün de yabani kahve bitkilerinin yetiştiği
- Kaffa’dan aldığı bulunan kanıtlar arasındadır. XIV. ya da XV.yy’da kahve
- Kaffa’dan Yemen’e getirilmiştir. Mısırlı bir yazar şunları söylemiştir: “Mısır’a
- Yemen’de adına “kahva" denen bir içkinin yayıldığı, Sofi şeyhlerinin ve
- başkalannın dua ederken uyanık kalmak için içtiği haberi geldi.” Yazar, Yemen’e
- kahveyi Habeşistan’a giden bir gezginin getirdiğini anlatır:
- 4
- “Aden'e döndükten sonra hastalanan adam getirdiği kahveyi içip iyileşti.
- Kahvenin halsizliği ve yorgunluğu giderip vücudu canlandırdığım fark etti.
- Kendisi bir Sofi olunca, öteki Sofiler de kahve içmeye başladılar. Ardından
- halkın tamamı, aydınlar da sıradan insanlar da içmeye başladılar ve kahve
- içme alışkanlığı yayıldı."
- Gerçekten de kahve içme alışkanlığı yaygınlaşmıştı. 1511’de kutsal Mekke
- şehrinde kahve içildiği belirlenmiştir. Büyük bir olasılıkla buradan da
- ülkelerine dönen hacılarla birlikte Suriye’ye, Mısır’a, İran’a ve Osmanlı
- topraklarına gitmiştir.XIX.yy başlarına dek kahve İran’ın en önemli içeceği
- olmuştur. Batı dünyası çayı Çin ve Hindistan’dan daha ucuz, daha kaliteli ve
- daha bol bulurken, kahve bir süre bir Ortadoğu tekeli olmuştur.
- Avrupa'da kahve, kahve içenler ve kahvehaneler küçümsenmiştir.
- İstanbul’daki Venedik elçilerinden Gianfrancesco Morosini 1585 yılında
- gittiği bir kahvehaneden şöyle söz eder:
- “Bu insanların tümü kötü giysili, işi gücü olmadığı için zamanlarını boşa
- harcayan kişilerdir. Sürekli bir yerde oturarak insanlar arasında,sokaklarda
- ve dükkanlarda, “Kavee" dedikleri bir tohumdan yapılan, oldukça sıcak kara
- sıvıyı içerler. “
- 1610’da Türkiye’yi gezen İngiliz George Sandys’in görüşleri çok daha
- olumsuzdur: “Tüm gün kahvehanelerde otururlar ve “Koffa” adım verdikleri çok
- sıcak içeceği içerler. İçtikleri is gibi kara renktedir ve tadı da ona benzer...” Ne
- var ki, kahvede de, kahvehanede de Avrupalıların hoşuna gitmişti. Üretimi
- çoğunlukla Yemen’de olan kahve, çok geçmeden Ortadoğu’nun Avrupa’ya ihraç
- ettiği başlıca ürün oldu. Eskiden çok kârlı olan baharat ticaretini kaptıran
- Mısırlılar için kahve, gittikçe büyüyen Avrupa pazarında, baharatın yerine
- geçecek bir üründü.Avrupa’daki ilk kahvehane, Viyana’da ikinci Türk
- kuşatmasından sonra açıldı. Bu hak isteği üzerine, Türk hatları gerisinde
- Avusturya istihbaratına yardıma olan bir Ermeni’ye ödül olarak verilmişti.
- Kahve ve çayın Ortadoğu’da bu denli popüler olmasının, kahvehane ve
- çayhanelerin önemli toplumsal merkezler olmalarının nedeni kolayca
- anlaşılmaktadır. Musevilik ve Hıristiyanlık’tan farklı olarak,İslamiyette alkollü
- içkiler yasaklanmıştır. Ama yasak tamamen de etkili olamamıştır. Şiirler’de ve
- başka yazılarda yoğun olarak içki içmenin ve hatta ayyaşlığın kanıtları bulunur.
- Ancak ya özel bir evin yüksek duvarları arkasında ya da bir İslam devletinin
- yasak kapsamına girmeyen Müslüman olmayan halkı arasında, içkinin gizli
- içilmesi gerekiyordu.Klasik Fars ve Arap şiirinde, meyhane ve meyhanecinin
- şiirdeki sembolleri, Hıristiyan manastırı, keşişler ve Zerdüştçü rahipler olmuştur.
- Hoş görüldüklerinde bile bunların gizli olması zorunlu olduğundan Ortaçağ
- İslam şehirlerinde Batı’daki meyhanelerine benzeyen hiçbir yer bulunmuyordu.
- Bu boşluk kahvehane ve çayhanelerle gideriliyordu.Kısa süre içinde
- kahvehanelerin ihanet ve dedikodu, en kötüsü de kumar yuvaları olduğu
- şikayetleri başlamıştı.
- Bölgede ilkel tarım teknikleri kullanılıyordu. Daha önceki çağlarda
- kullanılan basit tahta ve tekerleksiz saban, bölgedeki bazı yerlerde günümüzde
- de kullanılmaktadır. Genellikle sabana katır, öküz, çoğunlukla da at koşulurdu.
- Zengin nehir vadisi bölgelerindeki tarımda verimli ürün almak için çok çabaya
- gerek olmazdı. Bazen yılda iki üç ürün alındığı için daha sert ve zayıf olan
- iklimlerin teknolojik icatları gerektiren güçlükleri olmazdı.
- Bu ülkelerdeki iki karakteristik olgu, teknolojik gelişmelerin olmamasının
- başka bir nedeniydi. Manastırlarda ürün yetiştirmeye kendilerini adayan eğitimli
- kişilerin, eğitimli çiftçilerin, üniversite eğitimi almış, çiftliğini idare ederken
- eğitilen, karşılaştığı tarım sorunları için eğitiminden yararlanan İngiliz taşra
- beyinin karşılığı bu toplumlarda bulunmuyordu. Ortadoğu’nun birkaç istisna
- dışındaki eğitimli beyleri çiftçilikle uğraşmaz, çiftçiler de'eğitimli olmazdı.
- Genel olarak, tarımdaki teknolojik gelişmeyi sağlayan entelektüel disiplin,
- teknik beceri ve tarımla iç içe olma eksikliği söz konusuydu.
- Klasik İslam dönemi, sulama dışında tarım teknolojisine pek katkı
- sağlamamıştır ama Ortadoğu’daki tüccarlar ve çiftçiler özellikle gıda maddesi
- ürünlerinin çeşitliliğinin artmasını sağlamışlardır. Doğu ve güneydoğu Asya
- ürünlerinin batıya gidişi İslamiyetten önce başlamıştır. Eski Irak'ta ve İran’da
- Doğu Asya kökenli ürünler yetiştirilmiştir. Daha batıda bu ürünler, egzotik, lüks
- ve pahalı ürünler olarak görülmüştür. Örneğin eski Roma’da şeftali tanınan bir
- meyveydi ve bugünkü adı olan “peach” bir Roma terimi “persicum malum’dan
- (İran elması) gelmektedir. İlk kez İslami fetihlerle Batı’da Avrupa’dan,Doğu’da
- Çin ve Hindistan’a dek tek bir ekonomik ve siyasi birim oluşturulmuştu. Yeni
- ürünlerin keşfedilmesi ve yayılmasında, büyük olasılıkla Basra Körfezi’nden
- Hint Okyanusu’na ve daha ilerilere giden Müslüman denizcilerin, Orta Asya’da
- bulunan Müslüman gezginlerin ve askerlerin önemli etkileri olmuştur. İslamiyet
- döneminde İran’dan Mezopotamya’ya, Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya doğru
- gerçekleşen hareket, pamuk, enginar, pirinç, karpuz, muz, patlıcan, narenciye ve
- şeker kamışı gibi çeşitli gıda maddeleri, baharatlar, iplik yapımında kullanılan
- ürünler, hayvan yemi, tıpta ve kozmetikte yararlanılan bitkileri de içeriyordu.
- Ortaçağ Müslüman gezginlerince, her birinin çeşitli alt türleri bulunan oldukça
- geniş bir ürün çeşitliliği anlatılmıştır. 1400’de Kuzey Afrika kıyılarıyla ilgili bir
- yazıda,altmış beş çeşit ürün, otuz altı çeşit armut, yirmi sekiz çeşit incir ve on
- altı çeşit kayısı olduğu anlatılmıştır.
- Ortadoğu’da en büyük beceri, büyük nehirlerin sularım koruyarak dağıtmak
- üzere yapılan oldukça hassas kanal sisteminde, yani sulama alanında
- sergilenmiştir. Bu yalnızca çiftçilerle yapılmamış, bürokratların ve teknokratların
- da katkılarıyla gerçekleştirilmiştir. Kimi tarihçilere göre, nehir vadisi toplumların
- merkezi sulama işleri, modem bürokratik devletle güdümlü ekonominin
- çekirdeğini örneklemektedir.
- Tahıl kaybını önlemek üzere harman, çoğunlukla orak ile yapılırdı ve tahıl
- yük hayvanları ya da köleler tarafından döndürülen değirmenlerde ya da el
- aletleriyle havanda öğütülürdü. Bugün de bölgede bazı yerlerde bu yöntemler
- kullanılmaktadır.
- Mısır’da toprak her yıl Nil’in taşıdığı alüvyonlar sayesinde yeniden
- gübrelediği için gübreye gerek olmazdı.Genellikle de en çok gerek olan yerlerde
- gübrenin bulunmaması, toprağın tükenmesine neden olurdu.Bu durum Irak’ta
- nehirlerle gelen tuzlu birikintilerle daha da çoğalırdı.Düzenin ve barışın hakim
- olduğu zamanlarda buralar kurutulur ama karışık zamanlarda bu yerlerle
- ilgilenilmezdi. Çiftçiler, nehirlerin yeterli su bıraktıkları nehir vadileri dışındaki
- topraklan bir yıl ekerler, bir yıl da nadasa bırakırlardı.
- Antik çağlarda dahi erozyon sorunu yaşanmıştı.Ortaçağlarda ve günümüzde
- de durum değişmemiştir. Göçebelerin her sivil düzen bozulmasında, çölden
- tarım topraklarına gitmesi, çölün ekilen topraklar aleyhine genişlemesiyle
- sonuçlanmıştır.
- Çölün ilerlemesinin birkaç nedeni vardı. Çölün genişlemesinin önlenmesi
- için savunma hatlarına ihtiyaç vardı. Sivil düzen kesintiye uğradığında çöl
- genişliyordu. Daha somut bir neden de keçiydi. Otu kesip yiyen koyunun tersine,
- kopartıp yiyen keçi, otla birlikte toprağın üst tabakasını da kaldırdığı için toprak
- zayıflayarak rüzgarla uçuyordu. Bunun yanı sıra, keçiler ağaçların kabuklarını da
- yediklerinden ağaçları öldürüyordu.Bu nedenle rüzgara açık hale gelen ovalar
- yine toprak kaybına uğruyordu. Bölgenin büyük bir bölümünde bu ve başka
- etmenler -nedeniyle toprak kaybı meydana gelmiştir. Bu durum,modern çağların
- ekili topraklan, eski çağların arkeolojik buluntularıyla karşılaştırıldığında aradaki
- çarpıcı farkla açıkça görülmektedir.XIV.yy’da yazan ibn Haldun, “bina, heykel,
- şehir ve köy kalıntılarından geçmişte büyük bir uygarlığın var olduğu anlaşılan
- Kuzey Afrika’da yıkımın hüküm sürdüğünü” anlatır.
- 5
- Mali ve başka belgeler, tarım ürünlerinin ve onlardan sağlanan gelirlerin
- Roma’nın son çağlarından itibaren azaldığını göstermektedir. Bu durum Arap
- istilaları zamanında daha da artmış, kısa süreli bir düzelmenin ardından İslami
- Ortaçağ’da da sürmüştür. Bu gerilemenin pek çok göstergesi
- bulunmaktadır.Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki birçok bölgedeki terk
- edilmiş köyler, çiftlikler ve kuyular, üretimin dolayısıyla da gelirin azalmasının
- belgesel kanıtlarıdır. Bununla birlikte, genellikle vergi yükü, tefeciler ve benzeri
- sorunlarla köyden şehre göç ve nüfusta azalma olduğu da anlaşılmaktadır.
- Hükümetin, üst sınıfların ve bir ölçüde de dinin, toprağı işlemeyi ve
- işleyenleri aşağı görmesi, tarımsal üretimdeki düşüşün önemli bir nedenidir.
- İslamiyet bir kervan şehrinde doğmuştu.Hz.Muhammed’in ailesi tüccardı ve
- ölümünden sonra taraftarları fethettikleri büyük imparatorluğu tüm eyaletlerde
- bir garnizon şehirleri ağından yönettiler. Çok geçmeden bu garnizon şehirleri,
- İslami kültür ve öğrenimin merkezleri oldu ama kırsal kesim daha uzun süreler
- İslamiyetten önceki eski dinlere bağlı kaldı. Zaman içinde köylüler de
- İslâmlaştırıldı ama yine de eski izler silinmedi. Şehirli Müslümanların,
- Müslüman olmayan köylüleri yönetmesi örneği, Balkanlar’da ve Hindistan’da
- yeni Müslüman imparatorlukların kurulmasıyla yeniden yaşandı. Hz.
- Muhammed’in hadislerinde sıkça ticareti övdüğü görülürken, çok azında tarıma
- saygı görülür. Benzer biçimde, Şeriat da şehirlilerin yaşamlarına ve sorunlarına
- daha fazla ilgi göstererek bunları en ince ayrıntılarıyla inceler ve düzenler.
- Köylülerin durumuyla, vergilerin ödenmesi dışında, fazla ilgilenmez. Devletin
- ve tarım alanlarının, tarımdan anlamayan ve bölgelerinin uzun vadeli refahını
- pek düşünmeyen askerlerin denetimine giren ekonomi yüzünden durum çok
- daha kötü bir hâl aldı.
- Bölgedeki toprakların büyük bölümü yan kuraktır.Tarıma ve büyükbaş
- hayvanların otlamalarına uygun olmayan bu topraklar, keçi ve koyun
- yetiştirilmesi için yeterliydi. Bu hayvanlardan et, yün ve postun yanı sıra,
- Ortadoğu’nun başlıca besin kaynağı olan süt ve yoğurt elde ediliyordu. Bölgeye
- bin yıldır hakim olan göçebe hayvancılık kültürü ile ilk ilkel tarımın birleşmesi
- uygarlığın başlamasını sağlamıştır. Tarih öncesine dek giden deve göçerliği
- bedevilerin ekonomisinin ve yaşam biçiminin merkezi olmasının yanında, barış
- zamanında da,savaş zamanında da önemli bir ulaşım aracı olmuştur.Eski
- Arabistan’da çok at olmadığından, atlar adları ve soylarıyla anılırdı.
- İslamiyet yayıldıktan sonra İran, Bizans, sonrasında da Berberi hayvanları
- kullanan Arap yetiştiricileri sürülerini olabildiğince genişlettiler ve bozkırların
- otlaklarından fazlasıyla yararlandılar. Avrasya bozkırlarının göçerleri arasında da
- atın önemi büyüktü. Çalışması ya da eti için az sayıda çiftlik hayvanı beslenirdi.
- Öteki uygarlıklar için önemli olan domuz, İslamiyet’in Musevilikle paylaştığı bir
- tabu nedeniyle yasaktı. Kimi tarihçilere göre, Müslüman fatihler İspanya’ya,
- Balkanlar’a ve Batı Çin’e ulaştıklarında domuz, fethin coğrafi sınırlarını
- çizmiştir.Bu ülkelerde yüzyıllar boyu Müslüman egemenliğine sürdüğü halde,
- domuz yetiştiren ve yiyenler arasında İslamiyet kök salmamıştır. Kümes
- hayvanları et ve yumurtaları için beslenirdi.Mısır’da tavuk yetiştiriciliği,
- Batılılar’ın ilk gördüklerinde hayrete düştükleri bir teknikle yapılıyordu. 1655
- yılında Mısır’a giden Fransız gezgini Jean de Thevenot şöyle anlatır:-
- “Kahire'de rastladığım ilginç şeylerden biri de tavuklar kuluçkaya
- yatırılmadan yumurtalardan civciv çıkarılması,bu civcivlerin de kiloyla
- satılmasıydı. Burada yumurtalar ılık fırına konur ve fırının ısısı doğal ısıya
- çok yakın olduğundan civcivler oluşarak yumurtadan çıkarlar... Fırınları
- ağızlarına deve ya da öküz dışkısı koyarak ısıtırlar ve her gün eskisinin yerine
- yeni sıcak dışkı koyarlar... Bazıları bunun iklimi sıcak olduğu için Mısır'dan
- başka bir yerde yapılamayacağı görüşündeler ama Floransa Büyük Dükü
- bunu yapanlardan birini getirtip Floransa 'da da yaptırtmıştır.Bunun
- Polonya’da da yapıldığım duydum. ”
- Kuluçka makinesi adı verilen bu yöntem, Thevenot’nun da belirttiği gibi
- daha sonra Avrupa’ya da gitmiş ve çok yaygın biçimde uygulanmıştır. Batı
- Avrupa’da hayvancılık ile tarım yakın bir ilişki içindeydi ve genelde aynı ellerde
- bulunuyordu. Ortadoğu’da göçebeler ile köylüler arasında daha eski
- çağlardan gelen bir çatışma ve ayrılık söz konusuydu. Hayvancılık ile tarım
- birbirinden ayrıydı, çoğunlukla da karşıttı. Bir köylü gündelik işler için birkaç
- hayvana sahip olabilirdi ama taşıma için de, eti için de hayvan yetiştirmek
- göçebenin işiydi. Bu çatışma eldeki en eski Ortadoğu öykülerinden biri olan
- Habil ile Kabil öyküsünün başında da geçmektedir. “Bu kardeşlerden biri
- hayvancılık yapıyordu ve kurban olarak bir hayvan getirmişti. Öteki kardeş
- tarımla uğraşıyordu ve doğanın ürünlerini getirmişti.Allah göçebeleri seçerek
- hayvan kurbanı kabul etti ve doğanın ürünlerini reddetti. Bunun üzerine köylü
- Kabil, göçebe Habil’i öldürdü.” Ortadoğu’nun tarihinde genellikle bunun tam
- tersi gerçekleşmiş, yani göçebeler köylülere saldırmışlardır. Ortadoğu’da ekili
- toprakların tamamı göçebelerin yaşadıkları çöllerin çok yakınındadır. Göçebeler
- de sivil otoritenin savunmasının her zayıflayışında bu durumdan yararlanmaya
- hazır olmuşlardır. Uygar toprakların güney ve kuzey sınırlarında, Arabistan
- çöllerinde ve Avrasya bozkırlarında imparatorluk olmayı bekleyen göçebe
- krallıkları ve beylikleri bulunuyordu.
- Sanayi için özellikle de ortaçağların en önemli sanayii olan kumaşçılık için
- hem hayvancılık hem de tarım ham madde sağlıyordu. Avrupa’ya yapılan kumaş
- ihracatının önemini Ortadoğu kökenli kumaş adlan da göstermektedir:
- Musul’dan Muslin, Şam’dan “damask” (damascus) ya da teknik terimler olarak
- “taffeta” (Farsça taftah) ve “mohair” (mukhayyer) gibi. Minderler, duvar
- kaplamaları ve diğer döşeme eşyası da üretilen ve ihraç edilen kumaşlara dahildi.
- Deri ve yünü göçebeler, pamuk ve keteni köylüler sağlardı. Önemli ham
- maddelerden kereste,çok az bulunduğu ve pahalı olduğu için ithal edilirdi.
- Mineraller de çok önem taşıyordu. Metaller madenlerden çıkarılır, kil ve taş
- gibileri de toplanırdı. Tarih öncesi çağlardan beri Ortadoğu’da bakır, altın ve
- gümüş madenleri işletiliyordu.Bronz, milattan önce üç bin yıl önce Doğu
- Mezopotamya’da,iki bin yıl önce Mısır’da yapılıyordu.Kalay,uzaklardaki “kalay
- adaları’ndan yani ComwaU’dan, demir de kafkasya, Ermenistan ve bugünkü
- Doğu Türkiye’den getiriliyordu. Ortadoğu madenlerinin çoğu antik çağlarda
- tükendiği için birçok İslam devletinin güvencesi uzaklardaki ülkelerden ve uzak
- eyaletlerinden yaptıkları ithalattı.
- İran’da, Ermenistan’daki uzak bölgelerde, yukarı Mısır’da ve Sudan’da
- maden kalmıştı ama Ortadoğu’da, yani Mısır ve Mezopotamya’da neredeyse
- tümüyle tükenmişti. Gümüş ile altın başka yerlerden getirtiliyordu. Olayların
- akışnı bu madenlerin aranması ve getirtildiği yollar önemli ölçüde etkilemişti.
- Afrika;madenleri ve özellikle Sudan ile Mısır arasında kalan sınır bölgesinde
- Assuan'ın güneyinde Allaki, İslam dünyası için en zengin altın kaynaklarından
- biriydi. Altın ve köleler,Müslümanlar'ın Sahra’nın güneyine inme nedenlerinden
- biriydi.Gümüş,özellikle eski Sasani topraklarında olmak üzere birçok yerde
- bulunuyordu.
- Sanayi teknikleri ilkel haliyle kalmıştı. Bazı istisnalar dışında, insan ve
- hayvan gücü tek enerji kaynağıydı. İcat edilen ve kullanılan birkaç küçük
- otomatik makine daha çok oyuncak gibiydi.Mancınıktı ve değirmen, bunlar
- dışındaki tek makineydi. Bugün de kullanılan, hem su hem de rüzgarla çalışan
- değirmenler çok eski çağlardan kalmadır. Ancak değirmenlerin sayısı Ortaçağ
- başlarının Batısı ile karşılaştırıldığında bile çok azdı ve sınai amaçlı değil,
- yalnızca tahıl öğütme ve sulama amaçlı kullanılıyorlardı. Diğer makine de,
- savaşlarda tutuşturucu sıvılarla dolu kovalan düşman gemi ve şehirlerine
- fırlatmak için kullanılan mancınıklardı. Avrupa’dan top ve topçunun Ortaçağ’ın
- sonlarına doğru ithal edilmesine kadar, mancınıklar, bükmeyle, gerilimle ve en
- çok geliştirildiklerinde de bir dizi karşılıklı ağırlığın hareketleriyle kullanılırdı.
- Bu yöntemle, daha büyük gülleler, daha büyük bir kuvvetle, daha uzaklara
- fırlatılıyordu. Kalkan, kılıç, zırh ve hançer gibi öteki savaş araçları, sanayi
- üretiminde ve uluslararası ticarette mal olarak önemli bir yere sahipti.
- Uygun ham maddeler olmadığından enerji üretiminde ilerlenemiyordu.Batı
- Avrupa’daki odun ve kömürden ya da pek çok ırmak ve çağlayandan sağlanan su
- enerjisi ile karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktu. Petrol vardı ama çıkartılması ve
- kullanılması daha çok uzun çağlar sonra mümkün olacaktı. Petrol, eski ve
- ortaçağlarda ancak kendiliğinden yüzeye çıktığında kullanılırdı. Petrol, Zerdüşt
- İranı’nda tapınaklardaki kutsal alevi yanık tutardı. İslam ve Bizans
- imparatorluklarında ise petrol, savaş silahlan için patlayıcı karışım yapımında
- kullanılırdı.
- Giyinmekten sonra gelen en temel gereksinim barınmaktı. Özel ve kamuya
- ait binaların inşaatı, döşeme ve süslemesi için gereken malzemelerin üretimi için
- pek çok sanayi gelişmişti.Şehirlilerin gereksinimleri arasında kap kacak, başka
- eşyalar,kokular, sabunlar, yazı için mürekkep, parşömen, papirüs ve daha
- sonraları da kağıt yer alıyordu.
- Öteki uygarlıklarda sanayi üretimi için önemli bir itici güç olan ulaşım, İslam
- topraklarında o kadar önemli değildi. Büyük bir olasılıkla odunun ve madenin az
- olması nedeniyle tekerlekli araçlar çok az kullanılırdı ve onlar için çok az yol
- yapılmıştı. Kimi zaman tekerlekli arabaların varlığından söz edilir, hatta bazen
- anlatılır ve resimleri çizilir ama bunlar olağanüstü şeyler olarak görülmüştür.
- Fas'ın yerlisi olan ibn Batuta, XIV.yy’da Fas’tan Ortadoğu yoluyla Orta Asya’ya
- seyahatinde, bozkırın Türk halkları arasında gördüğü tekerlekli arabaları
- anlatacak denli önemli bulmuştur. XVIII.yy'da Fransız gezgini Volney şunları
- söylemiştir:
- 7
- “Suriye’nin hiçbir yerinde tek bir araba olmadığım belirtmem
- gerekir.Herhalde bu, hükümetin onlara el koyacağı için bir anda büyük bir
- kayba uğranılacağından korkulması yüzündendir."
- Genellikle ulaşım ırmak ve denizlerden ya da yük hayvanları ile
- sağlanıyordu. İlk olarak M.Ö ikinci bin yılda evcilleştirilmiş olan develer 600
- kilo taşıyor, günde üç yüz kilometre yürüyor ve su içmeden 17 gün
- gidebiliyorlardı. Ne var ki, develerin kullanımı her yere uygun değildi. Osmanlı
- malzemelerini taşımak için Suriye ve Anadolu’dan getirtilen çok sayıda deve
- Balkanların rutubetli ikliminde hastalanarak öldüğü için Osmanlılar’ın ilerlemesi
- aksamıştı. Öte yandan, kuru Ortadoğu ikliminde, develer gerçekten herhangi bir
- araba ve yol sisteminden çok dalla az masraflıydı. Kısa mesafelerde eşek ya da
- katır bile insan ve mal taşınması için yeterli oluyordu. Daha farklı bir konu olan
- su ulaşımı, çok eski çağlardan itibaren hem Akdeniz ve doğu denizlerinde, hem
- de iç sularda gerçekleştirilmişti.Roma tarihçilerince yapılan hesaba göre,
- buğdayı Roma İmparatorluğu’nda karayolundan 120 kilometre taşımak,
- Akdeniz’in bir ucundan diğerine denizden taşımaktan daha pahalıydı. İslam
- çağlarında da benzer durum söz konusu olmalı.
- Tekstil üretimi aile içinde yapılır, zanaatkarlar evlerinde aileleriyle ya da
- küçük atölyelerde çalışırlardı. Üretim öncelikle topluluk, aile ve yerel
- gereksinimleri karşılamak için yapılırdı.En başta halı olmak üzere, birkaç ürünün
- uluslararası ticareti yapılırdı. Sanayi kuruluşları bazen daha büyük ölçekli
- olurdu.Örneğin, Ortaçağ Mısırı’na ait belgelerden bir girişimci tarafından
- gündelik ücretle keten işçilerinin tutuldukları anlaşılmaktadır. Mısır sanayinde
- önemli bir yeri olan şekerin rafine edilmesinde de benzer uygulamalar vardı.
- Devlet, bazen teşvik sağlama, bazen hükümdarların para yatırımları, bazen de
- tekeller oluşturma gibi yollarla sanayiye müdahale ederdi.
- “Tiraz” büyük bir öneme sahipti.Klasik Arapça’da tiraz, kral tarafından
- giyilen ya da giyilmesine izin verilen bir çeşit işlemeli brokar kumaş anlamına
- gelmektedir. Onu yalnızca hükümdarlar ve hükümdarın özel olarak
- onurlandırmak istediği kişiler giyebilirdi. Tirazın bir tür şeref ve madalya sistemi
- özelliği taşıması nedeniyle üretimi ilk yüzyıllarda kıskançlıkla korunan bir
- devlet tekeliydi.Tiraz atölyeleri devlete aitti, yöneticileri de devlet memurlarıydı.
- Zamanla bu sanayi de yaygınlaştı.Kimi zaman devlet, savaş gemisi ve bazı silah
- türlerinin yapımı gibi savaş üretimlerini de denetim altına alırdı.
- Devlet fiyatları belirlemek için ekonomik yaşama müdahale ederdi. Bu
- müdahale antik çağlara, özellikle de büyük çaplı olarak bunu ilk kez yapan
- Roma imparatoru Diocletian'a dek uzanır.Hz. Muhammed’in bir hadisinde
- “Fiyatları yalnızca Allah belirler.” (Bu da laissez-faire ekonomisinin açık bir
- ifadesidir) denilmesine karşın Müslüman yetkililer, çoğunlukla Ortaçağ
- ekonomistlerince “adil bir fiyat” olarak adlandırılan fiyat belirlemesi yapmaya
- çalışmışlardır. Ancak bu politikaların neredeyse tamamı başarıya ulaşamamıştır.
- Bazı hükümdarların fiyat belirlemesinden de öte, tekelleşme girişimleri
- olmuştur. Mısır’da Memlukler’in son döneminde, biber ticaretinden vergi alarak
- kazandığı paraları gören hükümetler, bu kadarı yerine tüm kârı elde etmek için
- biber ticaretini tüccarlardan almışlardır. Mısır Memluk Sultanı Baybars'ın (1422-
- 38) devlet tekellerinde aşırılığa gitmesi, transit ticaretinin bozulmasına neden
- olmuş ve Portekizliler, Afrika'nın çevresinden dolaşmak zorunda kalmışlardır.
- İslami dönemin diğer alanlardakine benzer biçimde, sanayide de
- gerçekleştirdiği önemli bir gelişmesi, çeşitli bölgelerin, bir tarafta Doğu Akdeniz
- dünyasının eski uygarlıkları ile öteki tarafta İslam çömlekçiliğinde yeni bir
- güzelliği keşfeden İran dünyasının gelenek ve tekniklerini büyük bir uyumla bir
- araya getirmesidir. Doğu ve Batı Asya, XIII.yy’daki büyük Moğol istilalarıyla
- ilk kez tek bir hükümdarın yönetimine girmiş ve Ortadoğu, özellikle de İran,
- Uzakdoğu’nun stil ve zevklerine açık duruma gelmiştir.
- Değerli madenleri arama ve çıkarma çalışmalarıyla yaygın bir dağıtım ve
- değiş tokuş sisteminin gelişmesi teşvik edilmiş,aynı zamanda da kolaylaşmıştır.
- Eski Bizans topraklarında altın, eski Sasani topraklarında da gümüş olmak üzere
- aynı anda iki ayrı paranın kullanılması, iki madenli bir ekonominin ve bir para
- değişim sisteminin gelişmesini sağlamıştır.Büyük yerlerdeki büyük ölçekli
- ticaret gereksinimiyle sarraf sınıfı oluşmuştur. Giderek her ticari merkezde görev
- alan sarraflar, daha sonraları gelişmiş bir bankacılık sistemi kurmuşlardır.
- Kuran'da “Allah almaya ve satmaya izin vermiş, ancak faizi yasaklamıştır.
- Faize başvuranlar cehennem ateşinde yanacaklardır...”' denilmektedir (2:275).
- Faiz yasağı, Kuran'da açık bir şekilde dile getirildiği gibi hadislerde ve fıkıhta da
- vurgulanmıştır ve bir yerde bir tek faiz işleminin otuz üç zina suçundan daha
- kötü olduğu yazılmıştır. Faiz yasağı Müslümanlar tarafından daima ciddiye
- alınmıştır. Günümüzde de hâla bankacılık ve yatırım konusunda gerçek
- müminler sıkıntı çekmektedirler.Pek çok hukukçu ve ilahiyatçıya göre bu yasak,
- , yalnızca aşırı faiz değil, her türlü faiz için geçerlidir. Kuralın böyle katı bir
- biçimde uygulanması kredinin, böylece de büyük ölçekli ticaretin gelişimini
- önleyecekti. Ancak hukukçular ve tüccarlar başka konulardaki gibi bu konuda da
- bir yol buldular. Bu yol ile, teknik adıyla “hile-i şeriye” ile yasaları çiğnemeden
- kredi,ortaklık,yatırım, hatta bankacılık işlemlerini düzenlediler.
- İslamiyetin başlıca yükümlülüklerinden biri Mekke’ye hacca gitmektir ve her
- Müslüman’ın en az bir kez gitmesi gereklidir. Bu yolla uzun mesafeli ticaret
- gelişmiştir. Her yıl gerçekleşen hac ile İslam dünyasının her bölgesinden çok
- sayıda Müslüman’ın bir araya gelerek aynı kutsal yerlerde aynı töreleri yerine
- getirmeleri, ortak bir kimliğin yerleşmesi ve sürdürülmesi açısından oldukça
- önemlidir.
- İslam dünyasında çoğunlukla çok güçlü olan yerel gelenekler olduğu halde,
- hemen hemen başlangıçtan itibaren şehirlerin uygarlıklarında, standartlar,
- toplumsal adetler ve değerler açısından Ortaçağ Hıristiyan dünyasında benzeri
- olmayan bir birlik derecesi vardır. Raşid el-Din, “Frenkler yirmi beş dil konuşur
- ve hiçbiri diğerinin dediğini anlamaz.” demektedir.Müslüman dünyasındaki dil
- birliğine, yani iki üç dilin, Batı Avrupa’daki Latince gibi yalnızca küçük bir
- ruhban sınıfının dili olarak kalmasına değil, pek çok düzeyde yerel dil ve
- lehçelerin yerini almasına alışmış olan bir Müslüman açısından bu olağan bir
- yorumdur. İslam dünyası, fiziki olduğu kadar eski ve orta çağlarda eşi
- görülmeyen kültürel ve toplumsal bir hareketliliğe sahip olmuş ve hem denizde
- hem de karada uzun mesafelere kadar giden bir haberleşme ağı oluşturmuştur.
- Ancak bu yolların biri korsan, diğeri eşkiya tehdidi ile tehlikeliydi ve her
- ikisi de çok ağır ve zahmetliydi. Deniz yolu, kara yolundan biraz daha ucuzdu
- ama yine de ikisi de pahalıydı.Tüm bu nedenlerden dolayı, uzaklara yapılan
- ticaret, bu bir girişimin tehlikelerini haklı kılacak derecede pahalı ürünlerle
- sınırlıydı.
- Bu açıdan, modern ticaretin önemli ürünlerinden besin maddeleri, eski
- zamanlarda kısıdı bir öneme sahipti. Besin maddeleri çok yer kapladığı ve ucuz
- olduğundan, ticareti zahmetine değmezdi. Çok masraflı, az kârlı ve fazla
- riskliydi. Tüketim için besin maddesi üretimi neredeyse tamamen yereldi.Az
- bulundukları ve pahalı oldukları için kara ve deniz yolu ile nakliyenin risklerine
- değen ve uzun mesafeli ticareti yapılan üç mal, köleler, lüks eşya ve önemli
- madenlerdi.İthalata dayanmadan yerel olarak besin maddesi üretilebiliyordu.
- Ancak demir, altın ve gümüşün ne pahasına olursa olsun ithal edilmeleri
- zorunluydu.
- Uzun mesafeli ve geniş boyuttaki insan ticareti temelde İslami dönemdeki bir
- gelişmeydi ve tarihin acı bir cilvesiyle kaynağı İslami hukukun insancıl
- etkisiydi. Köle nüfus, eski imparatorluklarda, hatta Hıristiyanlığın ilk çağlarında
- genellikle yerel kaynaklardan sağlanırdı. Borçlu ya da suçlu olanların köle
- olması, aileleri tarafından terk edilen çocukların “köle olarak”evlat edinilmeleri
- ve kendilerini ya da çocuklarını köle olarak satanlar köle kaynaklarının
- sürekliliğini sağlardı. İslami fetihlerle ve İslam yasalarının uygulanmaya
- başlamasıyla tüm bunlar son buldu.
- İslam hukukçularının biçimlendirdiği ve Müslüman hükümdarların 'çoğunun
- kabul ettiği ilkeye göre her insan özgürdü.
- Müslüman devletin özgür doğan vatandaşları, Müslüman olsalar da, kabul
- edilen diğer iki dinden birine inanıyor olsalar da, silahlı isyan dışındaki bir
- suçlan ya da borçlan olduğu için köle olamazlardı. Terk edilmiş olan çocuklar,
- köle oldukları ispat edilene dek özgür olurlardı. Anne ve babaları köle olan
- çocuklar da köle doğmuş olurlardı ve özgürlükleri verilinceye dek köle
- kalırlardı. Özgür insanlar, yalnızca bir cihadda yakalanan kafirler olduklarında
- köle yapılabilirlerdi. Bu koşulda kendileri de aileleri de yasal ganimet kabul
- edilerek onları ele geçirenlerin malı olurlardı. Köle ailelerden doğan kölelerin
- sayısı Ortadoğu'nun giderilemeyen gereksinimlerini karşılamada yetersiz olduğu
- için imparatorluk sınırlarına çok uzaklardan getirtilen dinsiz yeni köleler, çok
- önemli bir ticaret konusuydu. Bu köleler, özellikle de genç kadın köleler çok
- pahalıydı ama ticaret zahmetine değiyorlardı. Saraylarda, zengin evlerinde ve
- bazı dini kurumlarda çalışacak hadımlara çok rağbet gösterildiği için genç erkek
- köleler hadım edilerek fiyatları artırılıyordu. İslami hukuka göre bedensel zarar
- vermek yasak olduğu için bu köleler İslam topraklarına girmeden sınırlarda
- hadım ediliyordu.
- Köleler çoğunlukla Avrupa, Avrasya bozkırları ve Afrika olmak üzere üç
- bölgeden getiriliyordu. Çin, Hindistan ve diğer yerlerden getirilmiş köle kayıtları
- olsa da sayılan oldukça azdı. Köleler Ortaçağ’dan modem çağlara dek düzenli
- bir biçimde bu üç kaynaktan geliyordu. Kuzey Afrika ve Müslüman İspanya’nın
- önemli köle nüfusu, kölenin İngilizce karşılığı olan “slave” sözcüğünün türediği
- Doğu ve Orta Avrupa’daki Slavlar’dan oluşuyordu. Ortaçağ’da bunları
- genellikle Batı Avrupalı köle tüccarları ve aracıları sağlıyordu. Osmanlılar
- Balkanlar’a girdikten sonra, Doğu Avrupa’daki aracıları devreden çıkararak
- köleleri kaynağından sağlamaya başladılar.Batı Avrupalı kölelerin daha az ama
- önemli bir bölümü de Berberi korsanlar tarafından sağlanıyordu. Berberi
- korsanlar 1627 yılında İzlanda’yı basarak Cezayir’deki köle pazarına 242 köle
- getirmişlerdi. Bu korsanlar, 20 Haziran l631’de İrlanda’daki Baltimore „ balıkçı
- köyüne de baskın yaptılar. Döneme ait Londra’ya gönderilen bir raporda
- korsanların eşleri, çocukları ve kadın hizmetçileri ile beraber toplam 107
- Baltimore’luyu kaçırdığı belirtilmiştir. Olaya şahit olan Peder Dan adlı bir
- Fransız papaz kölelerin limana götürülüşünü şöyle anlatmaktadır-.
- 9
- “Onların Cezayir’de satıldığını görmek çok acıklıydı. Baba çocuğundan,
- kadın kocasından ayrılıyordu. Baba bir tarafta satılıyor, kadından da bir daha
- hiç göremeyeceği çocuğu çekip almıyordu. “
- Aynı dönemde Doğu Avrupa'daki Tatar hükümdarlar da her yıl Polonya,
- Ukrayna ve Rusya köylerine baskın yaparak binlerce genç köleyi İstanbul’a
- götürüyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nun şehirlerinde satıyorlardı.Bu ticaret
- XVIII.yy sonuna dek sürmüş ve 1783 yılında Ruslar’ın Kırım’ı ilhak etmeleriyle
- sona ermiştir.
- Avrasya bozkırlarındaki Türkler, ikinci büyük köle grubuydu. Bu köleler,
- İslamiyet’in ilk çağlarından itibaren Karadeniz’in kuzeyinden Çin ve
- Moğolistan'a dek uzanan topraklardan yakalanmaya ya da satın alınmaya
- başlanmıştı. Ortaçağ’da Doğu İslam dünyasındaki beyaz kölelerin büyük bölümü
- bunlardan oluşur ve özellikle askeri hizmetlerde kullanılırlardı. Türk bozkırının
- Müslüman olmasının ardından bu kaynak kuruyunca, Kafkasya’da yeni bir
- kaynak bulundu. Osmanlı ve Pers topraklarına buradan erkek ve kadın, Çerkez
- ve Gürcü köleler getirildi. XIX.yy’ın ilk çeyreğinde Ruslar’ın Kafkasya’yı ele
- geçirmesiyle birlikte bu kaynak da kurudu.
- Üçüncü ve en uzun süreli köle ticareti Sahra’nın güneyindeki Afrika’dan
- getirilen zenci kölelerle yapılmıştır. Roma çağında da zenci kölelere rastlanmıştır
- ve Mısır’da antik çağlardan itibaren bulunmuşlardır. Ancak bunlar genellikle
- istisna olmuşlardır. Müslüman ordularının Afrika kıtasına girmeleriyle çok
- sayıda zenci köle ithali başlamıştır. Köleler üç önemli yoldan gelmekteydi:
- Deniz yoluyla Doğu Afrika’dan, Kızıldeniz veya Basra Körfezi’nden
- Arabistan’a, İran’a ve daha içerilere; kara yoluyla Sudan’dan Nil Vadisi’nden
- Mısır’a; Batı Afrika'dan kuzeye doğru Sahra’dan geçerek Fas’tan Mısır’a dek’
- Akdeniz kıyısının tamamına. Bir süre bu ikmal yolu da tropik Afrika’da kurulan
- Avrupa sömürge yönetimiyle önlenmiştir. Zenci köleler, sanayide, ticarette,
- tarımda ve çoğunlukla da ev işlerinde kullanılıyordu. Zenci köleler,Irak’taki
- bataklık kurutma çalışmalarında, madenlerde ve özellikle Nubia ve Sahra’nın tuz
- ve altın madenlerinde ve bazı üretim alanlarında kullanılmışsa da, Ortaçağ’ın
- İslam ekonomisi, eski dünyadaki gibi temel olarak köle emeğine dayalı değildi.
- Çok değerli ve pahalı olan ve az yer tutan lüks malların ticareti de
- yapılıyordu. Tekstil, özellikle de ipekli ve brokar en önemli mallardı. İpekli,
- Roma’nın son döneminde ve Bizans,Pers ve İslamiyet’in ilk çağlarında, ticari
- değeri kadar siyasi önemi de sahipti. İpeklinin ithalatı, sonraları da üretimi
- genellikle krallığın tekelindeydi. Zaman zaman Barbar prenslere ipekli kaftanlar
- hediye verildiği için ipekli ticareti diplomatik bir önem taşıyordu. Bir süre,
- ipeğin doğudan ithal edilmesi, geçtiği yerlerin askeri ve siyasi tarihlerinde
- önemli bir yere sahip olmuştur.
- Güney Arabistan’dan ve daha doğudan gelen günlük ve başka kokulu
- maddeler diğer ticari ürünlerdir. Günlük, Helen-Roma tapınaklarında, sonralan
- da Hıristiyan kiliselerinde kullanıldığından çok önemi bir üründü. Bazı modem
- tarihçilere göre günlük, bir bakıma eski dünyanın petrol ticaretidir.
- İslamiyet’te tapınma ve dua için günlük gerekli olmadığından, bu dinin
- yayılmasıyla birlikte günlük, îslami dünyada değerini kaybetti. Günlük
- ticaretinin azalmasının ardından, baharat ve özellikle Malabar kıyılarından
- getirilen biber en önemli ticaret ürünü oldu. Müslüman topraklarında ve ötesinde
- baharat ile biber için önemli bir pazar vardı. Bu ürünlerin ticareti ile uğraşan
- tüccarlar çok zengin ve saygın bir topluluk olmuşlardı.
- Hafifliklerine karşılık pahalı olan değerli taşlar da avantajlıydı.Benzer
- durum, fildişi, değerli ağaçların kerestesi ve Romalılar döneminde sirkler için
- çok sayıda ithal edilen hayvanlar için de söz konusuydu.
- Ortaçağ’ın doruk noktasında, İslami Ortadoğu’daki ticaret, Avrupa’dakinden
- daha zengin, daha ileri, daha düzenli ve daha kapsamlı durumdaydı. Satacak
- daha çok ürünleri, satın alacak daha çok paralan ve oldukça gelişmiş bir ticari
- ilişki ağlan bulunuyordu. Ancak Ortaçağ’ın sonuna gelinirken roller
- değişti.Eskiden sanılanın aksine, Ortadoğu ticareti keşif seyahatleri ve
- Portekizliler’in Asya’ya gelmeleriyle sona ermemiştir. Bu ticaretin Vasco de
- Gama’nın Hindistan'a gitmesinden yüz yıl sonra bile sürdüğü artık bilinmektedir.
- Okyanus ötesi keşifler de,Ortadoğu ticaretinin azalma nedeni değildir. Keşiflerin
- ekonomik sonuçlan, Ortadoğu’daki değişikliklerin nedeni değil sonucudur.
- Portekiz’in Batı Avrupa’da küçük bir ülkeyken, Doğu'da denizci bir ülke olarak
- ticari varlık gösterebilmesi ve bir süre egemenlik kurması ilginçtir. Öte yandan,
- Osmanlı Türkiye'si, Memluk Mısın ve Safevi İranı gibi büyük Ortadoğu
- devletlerinin Portekiz ile rekabet edecek ekonomik gücü ya da onu alt edecek
- deniz gücünü bulamamış olmaları çok daha ilginçtir. Ortadoğu ticaretinin
- gerilemesini keşifler hızlandırmış olmalıdır, ama ona neden olmamıştır.
- Tarihçiler nedenleri başka yerlerde ’ aramalıdır.
- Gerileme yalnızca İslami topraklarla sınırlı olmamıştır. Benzer durum,Bizans
- topraklarında ve daha az oranda olmakla üzere Akdeniz Avrupası’nda, özellikle
- de büyük ticari devletlerin kuzeybatı Avrupa’nın kalkman ekonomilerinin
- gölgesinde kaldığı İtalya da da gözlenebilir. Gerileme yalnızca İslam dininin
- davranışlarına ya da Şeriat’a da bağlanamaz çünkü varlıkları daha önce ticaretin
- gelişimine engel olmamış, yoklukları da İtalya ve Bizans’ı kurtarmamıştır.
- Birtakım maddi nedenler açıkça görülebilir. Avrupadaki rakiplerinin
- Amerika’da yeni altın ve gümüş kaynaklan buldukları bir sırada, değerli
- metallerin ve madenlerin bitmesi ya da istilacılara kaptırılmasıyla İslam
- devletleri maddi sıkıntıya düşmüştür. Doğal felaketler ve veba, İslam
- topraklarını olduğu kadar Hıristiyan topraklarını da etkilemesine karşın, İslam
- toprakları özellikle Doğu’da Moğolların ve Batı’da Kuzey Afrikayı yerle bir
- eden Hilali Bedevilerinin istilaları yüzünden fazlasıyla harap olmuştu.
- Uzun vadede, dış etkilerden daha yıkıcı olan şey belki de, ülkedeki siyasi
- değişiklikler ve ticaretle ve üretimle ilgisi olmayan askeri aristokrasilerin devlete
- egemen olmasıdır. İtalya herhangi bir fetih ya da baskı olmaksızın yalnızca daha
- etkili ve aktif ticari yöntemlerle Akdeniz deniz ticaretini ele geçirmişti.Ortadoğu
- tarım ve sanayisi şeker ve kahve gibi birkaç ürün hariç, artık ihraç edilebilir bir
- ürün fazlalığına sahip değildi. Artık Ortadoğu tüccarları, Avrupa ile Doğu
- arasındaki transit ticarete bağlanıyorlardı. Bu yüzden bu ticaretin başka yollara
- kaydırılması çok öneli bir darbedir. Öte yandan, Batılı tüccarlar,Batı
- Avrupa’daki, mali, ticari ve teknolojik ilerlemeler sayesinde,Ortadoğu
- pazarlarında egemen olacakları kaynak ve beceriye sahip oluyorlardı. Osmanlı
- İmparatorluğu’nun sağladığı birlik ve istikrar sayesinde de bu pazarlara kolayca
- ulaşabiliyorlardı. Karaya Osmanlı orduları, denizlere de Osmanlı donanması
- hükmederken pazarları da sessiz ve sakince Avrupalı tüccarlar ele geçiriyorlardı.
- 10. BÖLÜM
- SEÇKİNLER
- İslâmî uygarlıkta da tarihte bilinen tüm uygarlıklardaki gibi az ya da çok
- ayrıcalıklı bazı sınırlı gruplarla halkın geri kalanı arasında farklar olurdu. Bu
- duruma Klasik Arapça’da özel ve genel anlamında “hassa ve amma” adı verilir.
- İslamiyette eşitlik ilkesi vardır. Bir müminin başka bir mümine doğum, soy,ırk,
- milliyet ve toplumsal duruma göre herhangi bir üstünlüğü olamaz. Diğer kardeş
- dinleri gibi klasik İslamiyette de kadın ile erkek, köle ile özgür, kafir ile mümin
- arasında temel bir eşitsizlik kabul edilerek daha aşağı olanların statüleri Şeriat’la
- belirtilmiştir. İslami hukuk ve doktrin, müminler arasında, kabul edilen bu
- yerleşik eşitsizliklerden başka hiçbir ayrımı kabul etmez. Dindarlık ve hayır
- işleri, güç, servet ve soyluluktan daha üstündür ve insana onur duyurur.
- Öte yandan, uygulamada burada da tüm toplumlarda kaçınılmaz olan,
- varlıklarını çocuklarına bırakmak isteyen, güce ve servete hatta öğrenime sahip
- şanslı soydan gelen ayrıcalıklı gruplar oluşmuştur. Osmanlılar’a dek bir
- aristokrasinin kurulup yerleşebilmesine yetecek kadar uzun süren çok az sayıda
- siyasi rejim olmuştur. Ortaçağ’ın İslami rejimlerinin çoğunluğu iç karışıklıklar,
- daha çok da dıştan gelen fetihlerle sona ermiştir. Yeni hükümdarlar, destekçileri,
- akrabaları ve adamları ile yeni bir güç ve servet aristokrasisi kurmuştur. Her
- fetih, fatihleri ile aynı etnik kökenden gelenlere belli bir ayrıcalık sağlamıştır
- ama bu ayrıcalık, iki istisna dışında, kısa süreli olmuştur. İstisnalardan biri,
- İslami devleti oluşturup bir süre yönetmiş Araplar, diğeri de Ortaçağ sonlarından
- modern çağlara dek neredeyse tamamen bir siyasi egemenlik ve askeri
- komutanlık tekeli oluşturmuş Türkler’dir. Araplar yerli halkın Araplaşmış
- nüfusu ile, Türkler de Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten çok uluslu seçkinler
- ile olmak üzere, ikisi de zaman içinde çeşitli yollarla özgün etnik kimliklerini
- birleştirmişlerdir.
- Doğumda eşitlik ve evlilikte toplumsal statü anlamına gelen “kafaa” ilkesi,
- toplumsal sınıflanma da şeriat bilimciler tarafından tartışılan tek konudur. Ancak
- bu ilke aristokratik bir ayrıcalığın tanınması değildir. Eşit olmayan evlilikler
- yasaklanmaz ve fıkıh uzmanları arasında eşitsizliğin ne olduğuyla ilgili bir ortak
- bir görüş yoktur. Bu ilke ile saygın ailelerin, isterlerse uygun olmayan evlilikleri
- önleyerek onurlarını korumaları amaçlanmaktadır.Kafaa ilkesi, bir kadının
- izinsiz evlenmesini önlemek için babası ya da yasal hamisi tarafından veya
- çocuk ya da hamilelik yoksa izinsiz bir evliliği iptal etmek için kullanılır. Bir
- kadının toplumsal statüsünden düşük bir evlilik yaparak ailesinin onurunu
- kırmasını önlemek için başvurulur. Fıkıhçılar göre kadın zaten alt statüde olduğu
- için bir erkek bu tür bir evlilikten toplumsal bir zarar görmeyeceğinden,
- kendinden aşağı sınıftaki bir kadınla evlenmesine itiraz edilmezdi.
- Fıkıhçılar eşit statünün belirlenmesi ilgili çok farklı görüşler savunurlarKimilerine göre bu kural yalnızca dinle ilgilidir ve dindar bir kadını kendi
- isteğine karşın dindar olmayan bir erkekle evlendirilmesinden korumak içindir.
- Büyük fakıh Malik ibn Anas, tüm başka açılardan “Müslümanların Allah’ın
- vahiylerine göre birbirlerine eşit olduklarını” belirtmiştir.Öte yandan
- İslamiyet’ten önceki İran’ın hiyerarşik fikir ve uygulamalarından etkilenmiş
- olabilecek diğer bir fakıh ekolüne göre kafaa,karakter ve dindarlık dışındaki
- konulara ilişkindir.Soy,meslek,mali statü ve ihtida etmişler ya da azat edilmiş
- kölelerin çocukları ve torunları için ailelerinin Müslüman ya da özgür oldukları
- tarih bu konulardan bazılarıdır.
- Hassa ile amme arasında yalnızca ekonomik bir farklılık yoktu, başka bir
- deyişle farklılık sahip olanlarla olmayanların arasındaki fark değildi. Öteki
- edebiyatlarda olduğu gibi İslami edebiyatta da yoksul bey ile sonradan görme
- zengin kavramı bulunuyordu. Ancak aynı derecede kesin olan, nesiller boyu
- süren yoksulluğun hassa üyeliği ile uyumlu olmamasıdır. Aynı şey doğumda,
- kökende ve statüdeki farklılık için de geçerlidir.Hassa bir babanın çocuğu olmak,
- hassa bir evde büyümüş olmak en azından bir hassa statüsünün varlığını
- getiriyordu. Başka yerlerde ve zamanlarda da olduğu üzere toplumsal
- farklılıklar, onları oluşturan siyasi ve ekonomik gerçeklerden daha uzun ömürlü
- olabilirdi. Asıl güç ve servet yok olduğunda bile, ardında toplumsal üstünlük
- duygusu bırakır. Meslek de önem taşıyordu ve Ortaçağ Müslüman yazarları
- çeşitli meslekleri ve zanaatları dikkatle sınıflandırarak toplumsal düzendeki
- yerlerini belirlerlerdi.
- Belirleyici bir öğe sayılabilecek eğitim, Kuran’a ilahi bir statü veren, onun
- yazılı olduğu dile ve o dili zarafetle kullananlara saygı gösteren bir toplumda
- önem taşıyordu. Önce bir, sonra iki ve sonra da üç dil (Arapça, Farsça ve
- Türkçe) Ortadoğu İslamiyeti’nin önemli' bölgelerinin kültürel kimliğini
- tanımlıyor ve eğitilmiş sınıflara büyük ölçüde kültürel ve moral birlik
- sağlıyordu. “Genel” nüfus pek çok farklı yerel dil ve lehçe ile konuşuyordu.
- “Hassa” ise ortak bir edebi dil, bir klasik gelenek ve bunlar aracılığıyla da ortak
- adetlere, davranış ve saygı kurallarına sahipti. Daha eski dönemlerde, özellikle
- Abbasi Bağdatı’nda ve Fatımi Kahire’sinde seçkinler sınıfına girmek için hakim
- olan dinden olmak gerekli değildi; aynı çevrede Hıristiyan ve Musevi şairler,
- bilim adamları bulunmaktaydı ve bunlar yalnızca meslektaş değil, aynı zamanda
- arkadaş, ortak ve öğretmenlerdi. Ancak yurt içi ve yurt dışında dini mücadeleler
- yüzünden davranışlar giderek sertleşmeye başladı ve Müslüman hukukunun
- öngördüğü hoşgörüye sahip olmakla birlikte, Müslüman olmayan toplumlar,
- gerçek Müslüman toplumundan ayrılarak tecrit edildiler. Ortaçağ sonu ve
- modem çağ başlarında genellikle Müslüman olmayan hekimler ve başka
- uzmanlar en üst düzeyde yer alırlarken, farklı dinden olanlar arasında toplumsal
- ve hatta entelektüel iletişim önemli oranda azaldı.
- Eski çağlardan bugüne gelen belgeler neredeyse tamamen hassa’dan
- kaldığından, tarihi kayıtların ve bunu temel alarak yazılan modem tarihin
- hassa’nın ilgi alanlarını, etkinliklerini ve endişelerini yansıtması olağandır. Bilim
- adamları ancak son yıllarda ayrıcalıksız toplum, köylü, esnaf ve şehirli fakirlerin
- yaşamlarını incelemeye başlamışlardır. Ortaçağ’dan birtakım ilginç belgeler
- kalmıştır ama bu çalışmaya yalnızca ayrıntılı arşiv kayıtlarının bulunduğu
- Osmanlı dönemi konu olacaktır.
- İslam tarihi araştırmalarında kullanılan kitap, mektup ve başka belgeler gibi
- edebi kanıtlar, bürokrasi ve din adamları olmak üzere genellikle başlıca iki
- kaynaktan sağlanmaktadır.Bürokrasi kurumu çok eski zamanlardan gelmektedir;
- belki de Ortadoğu’dan çıkmış olabilir. Bürokrasi belli pratik gereksinimlere,
- özellikle nehir vadisi toplumlarındaki sulama sistemlerinin oluşturulması ve
- devam ettirilmesine dayanır. M.Ö. 4000. yılın ikinci yarısında eski Mısır
- krallığında firavunlar bataklıkları kurutmuş, sulama kanallarını yaygınlaştırmış,
- şehirler kurmuş, Mısır’a gerekli olan kereste ve madenleri getirmek için kara ve
- deniz ticareti yapmışlardır. Hükümetin ve yönetimin gelişmesi ve tapınaklar ile
- sarayların yapılması için bir muhasebe ve defter sistemi gerekliydi. Bu yeni
- gereksinimle yazı, beraberinde de yeni bir bürokrat toplumsal sınıfı oluşmuş ve
- kayıt tutma, hesap yapma ve bilgiyi aktarma devrimci olasılıkları ortaya
- çıkmıştı. Mısır’da bürokrasi, firavunlar, Helenist hükümdarlar, Romalılar,
- Hıristiyan Bizanslılar, Araplar ve onların çeşitli Müslüman halefleri gibi değişik
- rejim ve de uygarlıklar boyunca sürmüştü. Bürokratik geleneğin Babil’e kadar
- dayandığı Irak ve İran'da da benzeri bir süreç yaşanmıştır. Onların prototipi
- görev ve yetenekleri Tevrat’ta kendi adını taşıyan katip Ezra’dır.
- Tüm bu bürokrasiler bazı karakteristik öğeler taşımaktadır. Belki de en
- önemli ve kalıcı olanı, bu hükümet biçiminin sürekli olması ve yazı ile
- yapılmasıdır. Mektup ve hesaplar, yönetimde önemli bir gerekliliktir ve yazı ile
- hesap bilgisi çalışanların sahip olması gereken özelliklerdir. Klasik îslami
- edebiyatın önemli bir çoğunluğu bürokratlarca, bürokratlar için yazılmıştır ve
- kendilerinin mesleki özellikleriyle mesleki endişe ve ilgilerini yansıtmaktadır.
- Bu edebiyatta hiyerarşik bir düzen içindeki bir bürokrasi resmedilir. Her memur,
- daha üst bir makamdan aldığı yetkiyle bir göreve sahiptir ve görevi tanımlı,
- yetkisi sınırlıdır. Sistemde emir komuta zinciri denebilecek bir durum söz
- konusudur ve bu durum aynı zamanda terfi merdiveni olarak kullanılır. Herkes
- önünde nelerin olduğunu ve istediği terfi için yapması gerekenleri bilin Böyle bir
- hiyerarşide denetim ve kontrol bulunur ve bundan da. hesap verme önemli ilkesi
- doğar.
- Bürokrasinin istihdam ve ödeme yöntemleri belirleyici özelliklerindendir. Bir
- bürokrat, bir memurdur. Para geliri mirasla ya da gelir getiren bir varlığa sahip
- olmasıyla ya da statüsüyle olmaz. Gelir kaynağı olmadığı gibi, herhangi bir
- İhsan da almaz. Bir iş karşılığı ücret alır. Daha iyi örgütlenen, daha başarılı
- bürokrasilerde nakit para alır. Hükümdarlar, mali sıkıntı olan dönemlerde ihsan
- biçiminde ödeme yapmışlardır ve bu da idari bozulmanın garantili bir yolu
- olmuştur.
- Bin yıllık süreçte pek çok hükümet, din, kültür, yazı ve dil değişikliklerine
- karşın Ortadoğu bürokrasileri şaşırtıcı bir süreklilik göstermişlerdir.
- Hıristiyanlığın doğuşu ile İslamiyetin doğuşu arasındaki dönemde, yönetim
- sistemi bölgenin doğu yansında Pers, batısında Helenistik’ti. Irak’ın batısında,
- önce Roma, sonra da Bizans hakimiyetindeki topraklarda yönetim dili Latince
- değil, Yunanca idi. Bunun Helen monarşilerinin uygulamasının devam ettirilmesi
- olduğu anlaşılmaktadır.Mısır’daki merkezi yönetimin, bir ölçüde istikrarlı,
- sürekli olması ve kuru iklim sayesinde çok sayıda idari belge bugüne kadar
- gelebilmiştir.Bunların yardımıyla, tarihçiler başka yerler için olanaksız olan
- ayrıntı çokluğu sayesinde Roma, Bizans ve İslami Mısır idari süreçlerini
- izleyebilmekte, bürokrasinin nasıl işleyip değiştiğini görebilmektedirler.Suriye
- bölgelerinden kalmış bunlarla karşılaştırılabilecek belge olmasa da, eldeki
- bulgulardan buralarda da durumun Mısır’dan pek farklı olmadığı
- anlaşılmaktadır. O bölgelerde de günlük idari işler, önce Roma, sonra da Bizans
- bürokrasisi tarafından Yunanca yürütülmüş, hesaplar ve yazışmalar genellikle
- Yunanca yapılmıştır. Yunanlılar’dan çok, Helenleşmiş yerliler memurların
- çoğunluğunu oluşturuyordu. İslami fetihler geldiğindeyse, bunların pek çoğu
- Hıristiyanlaşmıştı.
- Pers İmparatorluğu’ndan benzer bir belge birikiminin kalmamasının nedeni
- iklim şartları ve siyasi kesintiler olmuştur. Öte yandan, hem Tevrat hem de
- Yunanlı yazarlardan edinilen bilgilere göre, Pers imparatorları zamanında
- profesyonel bir bürokrasinin var olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonraki
- Müslüman kaynaklan da oldukça ayrıntılı bir mali kayıt sisteminin olduğunu
- doğrulamaktadır. Gelecekte işe yarayacağı düşünülerek kayıtların toplanarak
- sistemli bir biçimde ciltlenmesi Pers yönetimi döneminde başlamış olabilir.
- Roma ve Bizans bürolarında kullanılan papirüs ciltlenmeye elverişli
- olmadığından, kitaplar gibi papirüs kayıtlan da çoğunlukla rulo olarak saklanırdı.
- Daha dayanaklı olan deri ile parşömen, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde artık
- modem bir şekil almaya başlayan kitaplarda kullanılırdı. İslam topraklarında
- kağıt kullanılmaya başlandığında, kayıt defterleri genel olarak tutulmaya
- başlandı.
- VII.yy’da Arap Müslüman fetihlerinden sonraki durum, bürokratik
- sürekliliğin belki de en ilginç örneğidir. Pers İmparatorluğu yıkılmış, Bizans’ın
- elinden alınan geniş topraklar, yeni bir Arap İslam imparatorluğunun olmuştu.
- Ancak Mısır papirüslerindeki bilgilere göre, bu değişikliklere karşın hükümetin
- günlük işlerinde bir değişiklik olmamıştı. Mısırlı Hıristiyan memurlar aynı
- kurallara göre aynı vergileri toplamışlar, aynı idari belgeleri yazmışlar ve eskisi
- gibi eski Mısır Hıristiyan dönemi tarihlerini atmışlardı. Her şey eskisi gibi
- kalmış, yalnızca gelirlerin son hedefi değişmişti. Bürokrasideki asıl değişiklik
- ancak yüz yıl sonra gerçekleşmiştir. Hem Yunanca hem de Arapça olarak iki
- dilde yazılmış papirüsler çok daha sonra ortaya çıkmıştır. Daha sonra da giderek
- Arapça belgeler artmış, Yunanca belgeler azalmıştır. VIII.yy’ın sonunda da
- Yunanca yok olarak, yalnızca Arapça papirüsler kalmıştır. Irak ile Suriye’de ve
- eski Pers yazısıyla dilinin yerini Arapça'nın aldığı Doğu’da da aynı durum
- yaşanmıştır.
- Bu değişiklik bile, eski bürokratların atılarak yerlerine yenilerinin
- getirildiğini göstermemektedir.Araplar’ın gelişinden çok sonra bile, eski
- bürokrat aileleri mesleki sırlarım, özellikle de hesap tutma gizli sistemlerini
- korumayı sürdürmüşlerdir.Arap tarihi belgelerine göre, muhasebecilerden başka
- kimse muhasebe kayıtlarını okuyamadığı ve memurlar dışında kimse yazışmaları
- anlayamadığı için fatih olarak gelen Araplar, hükümeti devir almak isteyip
- alamamışlardır. Bu yüzden Araplar,imparatorluğun kesin askeri ve siyasi
- efendileri oldukları halde, eski memurları yerlerinde bırakmak zorunda
- kalmışlardır. İslamiyet döneminin ikinci yüzyılında Arap yöneticilerin
- kadrolarına Arapça öğretmeleriyle sonunda imparatorluk eyaletleri arasında bir
- ölçüde birlik sağlanmıştır. Ama bu durum bile eski bürokrat ailelerin yerlerinden
- atılması anlamına gelmez, yalnızca Arapça öğrendiklerini gösterir. Yeni dille
- beraber birçoğunun İslamiyeti benimsemiş olması da kesinlikle herkesin
- Müslüman olduğunu göstermez.Mısır’da XIII-XIV.yy'da bile dindar
- Müslümanlar Kıptiler’in, yani Hıristiyanlar’ın yönetimde olmalarından ve vergi
- toplamalarından yakınmış ve namuslu bir Müslüman’ın vatanında adil bir
- olanağı olamadığını dile getirmişlerdir.
- Bürokratik geleneğin bu ilginç ısrarı, büyük bürokrat ya da katip ailelerin
- varlığının hem nedeni hem de sonucudur. Geleneksel tarihte genellikle halifeler,
- sultanlar, askeri komutanlar, eyalet valileri, büyük politik ve askeri kişilerden söz
- edilir.Ama tarihçilerin nadiren değindikleri ve ancak belgeler çok ayrıntılı
- incelendiğinde görülecek kişilere de en az diğerleri kadar önem vermeleri
- gerekmektedir. Bu kişiler, genellikle nesilden nesile ve yüzyıldan yüzyıla
- hükümet işlerini yürüten, bürokrasi soyluları ya da aristokrasisi olmalarını
- sağlayan hanedanlık geleneği oluşturan daire müdürleri, maliye denetçileri, vergi
- salanlar ve toplayanlar gibi kişilerdir.VIII.yy’ın başında bir bürokratın başka
- bürokratlara yazmış olduğu bir mektupta, devlet ve toplumun devam
- ettirilmesine katkılarını gururla anlatmaktadır:
- 2
- “Allah, sizleri en seçkin yerlerde olacak, erdem, kültür, sağduyu ve bilgi
- sahipleri olarak yaratmıştır. Sizin sayenizde halifeliğin düzeni ve işlerinin
- doğru yürümesi sağlanmaktadır. Allah ‘m devleti insanlara benimsetmesi ve
- ülkenin gelişmesi sizin sayenizde olmaktadır. Hükümdar sizsiz yapamaz ve
- sizden başka yetenekti bir kişi bulunamaz.Siz,hükümdarların duyan kulaktan,
- gören gözleri, konuşan dilleri ve vuran ellerisiniz."
- Doğal olarak, bürokratların da makam ve güce sahip olan herkes gibi
- avantajlarını çocuklarına bırakmak istemeleri eğitim alanında önemli sonuçlara
- yol açtı. İslam imparatorluklarında genel bir sınavla memur alma sistemi
- kurulmamıştı, matbaa ve barut gibi bu sistem de bir Çin icadıydı ve İslam
- dünyasına Batı’dan germişti. Çıraklık yöntemiyle memur olunuyordu. Bir
- bürokrat uygun zamanda oğlunu, yeğenini ya da himayesindeki birini makamına
- getiriyor, sıradan bir görevle, başlangıçta herhangi bir ücret almadan işe
- başlıyordu. Sonra o kişi yavaş yavaş merdivenleri çıkıyordu. Bu uygulama
- modem çağlara kadar sürmüş ve bölgede memurluğa aday gösterme, atama ve
- önerme gücü önemli bir silah olmuştur.
- Bürokraside de başka etkinlik biçimlerinde olduğu gibi koruma ve hamilik
- yeterli olmuyordu. Çırağın bir eğitim düzeyine ve özel uzmanlıklara sahip
- olması gerekiyordu. Bu nedenle toplumda bürokrat ve eğitimli kişiler arasında
- önemli bir bağ bulunuyordu.Ortaçağ Hıristiyan Avrupası’ndaki kadar sık bir bağ
- olmasa da, önemsiz değildi ve ortaçağlar boyunca artmaya devam etti.
- Ortaçağ’da İslam dünyasında iki farklı ve okumuş sınıfla beraber iki farklı
- öğrenim ve edebiyat türü ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan “adab” tarih,
- edebiyat, şiir ve kültürlü bir kişinin bilip takdir etmesi gereken çeşitli eserlerden
- oluşurdu. Diğeri ise bilgi anlamına gelen “ilm” idi. Kuran ve yorumu,
- Peygamberin hadisleri, Peygamberin ve kendisinden öncekilerle sahabının hayatı
- ve bunlardan doğan ilahiyat ve hukuk kardeş bilimleri gibi dini bilimlerden
- oluşuyordu ve ulema sınıfının egemenlik alanıydı.
- Zamanla Bizans ve Pers yönetimleri değiştirilerek, uyarlanarak ve
- hazmedilerek Araplaştırılmış ve İslamlaştırılmıştır. Bozkırdan gelen istilalarla,
- önce Türkler’in, daha sonra Moğollar’ın Ortadoğu İslam dünyasına hakim
- olmaları, sonra da İslam dünyasının Şiiler ile Sünniler, Fatımiler ile Abbasiler ve
- bu grupların içinde radikaller ile ılımlılar arasındaki dini
- çatışmalarla parçalanması sonucunda yeni bir dönem başladı. Yeni dönemde
- bürokratların eğitimi ve genel görüşlerinde dikkatte değer bir değişiklik
- meydana gelmiştir. İslamiyetin ve özellikle de İslam hukukunun ve
- uygulamasının, bürokratların yetişmesinde ve eğitimindeki önemi daha çok
- artmıştır. Zamanla bürokratlar ulema sınıf tarafından sağlanan dini eğitimin
- ürünleri haline gelmişlerdir.
- Katip olarak bilinen bürokratlar, İslam toplumu içinde güçlü, ukala ve
- kalabalık bir grup olarak bulunuyorlardı. Katipler, “darraa” adında bir tür kaftan
- olan özel giysiler giyerlerdi ve sultanın ya da halifenin altında yönetimin başı
- olan kendi vezirleri olurdu. Hükümet askerileşmeden önce, makamı ötekilerden
- üstün olan bu vezirin makamının simgesi olan mürekkep hokkası törenlerde
- kendisinden önce gelirdi.
- İslamiyet’te bir ruhban sınıfın bulunmadığı sıkça belirtilir ve teolojik açıdan
- da doğrudur. İslamiyet’te yalnızca kutsanmış bir din adamı tarafından
- gerçekleştirilebilecek özel törenler yoktur. Gerekli bilgisi olan herkes imam
- olabilir, camide vaaz verebilir ya da evlilik ve cenazelerde görev yapabilir.
- İlkesel anlamda Allah ile inanana aracılık edecek bir ruhban sınıf bulunmaz ve
- din adamları hiyerarşisi de yoktur. Yaşamlarını dini amaçlara harcayan kişilerin
- de geçimlerini zanaat, ticaret gibi onurlu mesleklerle başka bir yoldan
- sağlamaları beklenir. Bu açıdan Hıristiyanlık’tan tümüyle farklı olan
- Müslümanlık, Tapınağın yıkılması ye ruhban sınıfın dağıtılmasıyla yeni bir
- ruhban sınıfı kabul etmeyerek hahamları yalnızca hukukçu ve öğretmen olarak
- kabul eden Museviliğe yakındı. Tahminen III.yy’da derlenmiş bir eserde Tevrat’ı
- öğrenip öğretenler “Onu parlayacak bir taç veya kazacak bir kazma yapmayın.”
- şeklinde uyarılmıştır.Müslüman yazılarında da bu türde uyarılar yer almaktadır.
- Ne var ki gerçek farklıydı, hahamlar da ulema da giderek amatör statülerini
- yitirdiler. Zamanla hukukun yaygınlaşması ve karmaşık bir duruma gelmesi, onu
- yönetecek ve ona göre hüküm verecek tam zamanlı çalışacak uzmanları
- gerektirdi.Bunun için Müslümanlar da, Müsaviler de bir sistem kurdular; belirli
- bir eğitim alan bir öğrenciye öğretmen ya da öğretmenleri tarafından onun dini
- bilimlerde uzman olduğunu belirten bir belge verilmeye başlandı. Din
- bilimcilerinin ve din öğrencilerinin maddi gereksinimlerini karşılayacak bir
- sistemin kurulması gerekti. İslamiyet’te ruhban sınıfı olmamasına karşın, ruhban
- sınıfı olarak adlandırılması yanlış olmayacak profesyonel ve akademik açıdan
- nitelikli din adamları ortaya çıktı. Onlara özel kıyafetlerinin en önemli öğesi
- sarıklarıydı. Sarık onların simgesi ve ayrıcalıkları haline geldi ve böyle de sürdü.
- Ulema, bir köydeki sıradan bir görevliden ya da mahalle camisinin
- imamından, müftü ve kadı gibi önemli hukuk adamlarına kadar gidiyordu. İlke
- olarak İslamiyet’te Allah tarafından vahiy yoluyla gönderilmiş olan tek bir yasa
- olduğundan, hukuk, dini bilim olarak kabul ediliyor ve uygulayıcıları da ulema
- arasında bulunuyordu. Aralarında Şeriat’ı uygulamaları için hükümdarın atamış
- olduğu kadılar, yasanın tartışılan bir noktasında görüşüne başvurulan müftüler ve
- devlet tarafından atanan ve görevi, Kuran’ın bütün Müslümanlara emri olan
- “iyilik yapmak ve kötülükten kaçınmak” ilkesiyle tanımlanan ticaret ve ahlak
- müfettişleri yer alıyordu.XIX.yy’a dek avukatlık Müslüman hukukunda
- bilinmeyen meslekti;
- İslamiyetin eski dönemlerinde ulema ile devlet ilişkisi uzak ve bazen de
- karşılıklı şüphelerle doluydu. Devlet, gerçek dindarlara göre, iyi insanların asla
- karışmamaları gereken bir kötülüktü. Gelirini zorla elde eden devlet için
- çalışmak aşağılayıcı ve bir bakıma da günah olarak görüldüğü için devletten
- ücret alanlar bu günahı paylaşırdı. Dindar ve okumuş kişilere ait biyografilerde,
- o kişinin devletin teklif ettiği bir görevi kabul etmediğinin yazılmasına çok sık
- rastlanırdı. Teklif o kişinin ününü, kabul etmemesi de dürüstlüğünü gösterirdi.
- Kadıyı devlet atardı. (İslam folklorunda kadı alay konusu olmuştur.)
- Müftü bağımsızdı ve daha çok saygı görürdü. Müftüye görevi, daha önceki
- müftülerin ortak görüşleriyle verilirdi ve gelirini aldığı ücretlerden ya da dini
- vakıflardan elde ederdi. Ulema ve kurumlan büyük oranda dini vakıflara
- dayanırdı.
- Ulema ve devlet arasındaki resmi olmayan ve yazıya geçmeyen güçler
- ayrılığında, Şeriat ile ilgili her konuda ulemanın ayrıcalıklı yetkisi devlet
- tarafından kabul edilirdi. Devlete uzak durmalarına karşın, devletin bu kabulü
- ulemaya, özellikle de kamu görevlerinde olmayanlara önemli ölçüde otorite
- sağlardı. Şeriat, İslamiyet’te pek çok kişisel ve toplumsal ilişkiyi düzenlediği
- için Şeriat’ın yetkili yorumcuları toplumda geniş ve üstün bir rol kazanırlardı.
- Halk rehberlik, evlilik, boşanma ve miras gibi pek çok konuda onlara güvenirdi.
- Devlet ve din adamlarının bu ilişkisi, daha doğru bir deyişle bu ilişki
- eksikliği uygulamada önemli sorunlara yol açmıştır. Ulemanın oluşturduğu kendi
- siyasal haklar ve görevler doktrini, imparatorluk yöneticileri tarafından
- genellikle siyasi olarak uygulanamaz bulunmuştur. Hükümdarlar sık sık
- ulemanın desteğine ihtiyaç duymuşlardır ve kimi zaman bu desteğe
- karşılık kendilerinden kutsanmış ve efsaneleşmiş bir geçmişe dayanan ideal bir
- sistem uygulamaları beklenmiştir. Sünni ulema için bu dört halife ile Emevi
- halifesi II.Ömer’in, Şii ulema içinse yalnızca Hz. Muhammed’in ve halife Hz.
- Ali’nin uygulamalarıydı.
- Ulema hiçbir zaman tam olarak siyasi yaşamdan çekilmemiştir ancak
- zamanla iki taraf arasında bir barış sağlanmıştır. Hükümdarlar tarafından Şeriat
- ilke olarak kabul edilmiş, özellikle töresel ve toplumsal ahlakla ilgili
- hükümlerini açıkça çiğnenmemiş ve bazen de ulemanın görüşlerine başvurulmuş
- ve onlara yetkili makamlar verilmiştir. Diğer taraftan ulema da kamu
- otoriteleriyle çok yakın ilişkilerden kaçınmaya özen göstermiştir. Aralarından bir
- makam kabul eden olursa da, bunu isteksiz kabul etmiş ve daha dindar olanlar
- ona şüpheyle bakmışlardır.
- Bu ilişki, ulemayı iki gruba bölmüştü. Gruplardan biri aşırı dindardı; gerek
- meslektaşları gerek halk onları gerçeğin yozlaşmayacak namuslu bekçileri kabul
- ediyorlardı. Diğer gruptakiler gerçekçi ve itaatkardı. Bu grupta kamu görevi
- kabul eden ve böylece ahlaki otoritelerinin çoğundan fedakarlık edenler yer
- alıyordu. Ulemanın aşırı dindar ve vicdan sahibi olanlarının devlet hizmetinden
- kaçınmaları devlet ve din üzerinde zararlı etkilere neden olmuştur. Popüler
- sempati-devlet hizmetine girmeyenlerden yanaydı ve dini edebiyatta yer alan
- görüşlerin çoğunluğu kamu hizmetinin boykotu lehinde olmuştur.
- XII-XIII.yy önemli değişikliklere sahne olmuştur. Bu dönemde, İslam dini ve
- toplumunun varlığına karşı tehditlerle büyük dini mücadeleler verilmiştir.
- İslamiyet içteki ve dıştaki düşmanlarının saldırısına uğruyordu. Bu tehlikelerden
- önce saflar sıklaşmış, Müslüman toplumundan önceden ayrılmış ve muhalif
- öğeler bir araya gelmişlerdir. Devletin sivil ve askeri görevlileri gittikçe dinle
- daha fazla ilgilenmeye başlamışlar ve dini sınıfların devlet düşmanlığı azalmıştır.
- Müslüman yüksek eğitiminin ana merkezi durumundaki medreselerin,
- hükümet, din ve buralardaki görevlilerin bir araya gelmelerinde önemli bir rolü
- olmuştur. Başlangıçta ilk ye orta dereceli eğitim, camilerde ya da camilere
- bağımlı yapılmıştı. IX-X.yy’da camilere bağlı dini bilimlerin yüksek eğitim
- programları bulunuyordu. Bu merkezleri hükümdarlar ve şahıslar vakfetmişti.
- Kimi büyük merkezlerde öğrenciler ile araştırmacılar için kütüphaneler vardı;
- aynca da kimya, matematik, tıp,müzik ve felsefe gibi din dışı alanlarda kitaplara
- yer verilen yarı resmi kütüphaneler bulunuyordu.Abbasi halifesi el Mamun
- tarafından, IX.yy başında ilk yüksek eğitim akademilerinden biri olan
- Bağdat’taki ünlü “bilgelik evi” açılmıştı. Bu akademinin kuruluşunda büyük
- olasılıkla, Bizanslıların dini baskılarından kaçıp Sasaniler’e sığınan Nasturi
- Hıristiyanlan’nın, İran’da Helenistik bilim, özellikle de tıp merkezi olan
- Gondeşapur akademisi örnek alınmıştı.
- Medresenin klasik biçimiyle ortaya çıkışı XI.yy’da olmuştur. Medrese bazen
- bir camiye bağlı olur, bazen de öğrenci ve öğretmenlere kolaylık olması
- açısından kendi içinde mescidi bulunan bağımsız bir yer olurdu. Medrese
- sonraları programı ve müfredatı, ücretli ve sürekli öğretmen kadrosu, öğrencilere
- destek fon ve kolaylıklarıyla örgütlü bir kolej halini almıştır.Medreseler tıpkı
- Ortaçağ Avrupası’ndaki katedral okulları gibi temel din ve hukuk öğretimi
- veriyorlardı ve bu ikisi de İslamiyet’te aynı bütünün parçalarıydı. Ancak ileride
- onlar da Batı’daki kolej ve üniversiteler gibi öğrenim almış sınıfın oluşması
- sürecinde önemli bir rol üstleneceklerdi.
- Devlet memurları yeni ve daha derin bir dini dürüstlük sergilemeye başlamış,
- profesyonel din adamları da devlette hizmet almak-konusunda daha istekli hale
- gelmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam din adamları, hiç şüphesiz
- fethettikleri ülkelerde gördükleri Hıristiyan dini örgütlerinden esinlenerek,
- hükümet sisteminin bir parçası halini almışlardır. Müftüler ile kadılar, devletin
- atayıp ve kendilerine bir yetki alanı verdiği memurlardı. Din adamları, bu
- noktada askeriye ve bürokrasinin yanı sıra imparatorluk hükümetinin üçüncü
- kolu durumundalardı ve başta şeyhülislamın yer aldığı kendi hiyerarşileri
- bulunuyordu.
- Ulemanın devlete yaklaşması kaçınılmaz olarak halktan uzaklaşmasına yol
- açıyordu. Bu durum da daha önce sahip oldukları etkinliği büyük ölçüde
- kaybetmelerine neden olmuştur. Sıradan Müslümanlar için ulemanın yerine çok
- daha farklı bir dindarlığın temsilcileri olan Sofiler geçti. Ortaçağ sonlarında
- sofiler, her birinin kendi mistik yolu olan tarikatlar halinde örgütlenmişlerdi.
- "Derviş” olarak da bilinen tarikat liderleri ve üyeleri konvansiyonel İslamiyet’in
- birçok eksikliği gideriyorlardı. Derviş törenleri ile toplantıları manevi bir
- beslenme kaynağı ve bazen de insani gereksinimler için mücadelede yardım
- ve dayanışma sağlıyordu.
- Ortaçağ Müslüman yazarları, büyük olasılıkla toplumu yönetenleri
- kastederek, genellikle toplumu iki ana gruba ayırırlar: Askerlerden oluşan ehli
- kılıç ve bürokrat ile dini sınıfları içeren ehli kalem. Öte yandan edebi
- becerileriyle ya da entelektüel yaşayan ama her iki grupta da yer almayan kişiler
- de vardır. Örneğin biyografik ve tarihi literatürde, hükümdarın tıbbi
- danışmanlığını yapmış, İslam dünyasının her yerindeki hastanelerde çalışmış ya
- da araştırmaları ve kitaplarıyla ön sıralara çıkmış kişiler de vardır. Ortaçağ İslam
- tıbbı aslında Helenistik kaynaklara dayanmaktadır ancak Müslümanların
- katkıları da oldukça önemli olmuştur. Ortaçağ’da İslam dünyasının tıbbi bilgisi
- ve uygulama düzeyi Avrupa’ya kıyasla çok üstündü.
- Ne var ki modem çağların başında tıpta epeyce gerideydiler. Avrupa, tıp
- kitaplarından yalnızca birkaçı çevrilmişti. Çoğunluğu Musevi olan bazı Avrupalı
- mülteciler,XV-XVI yy’da hekimlik yapmak için İslam topraklarına
- gitmişlerdir.XVII-XVIII. yy’da Osmanlı Hıristiyanlarından tıp eğitimi almak
- için Avrupa’ya gidip daha sonra memleketlerine dönerek hekimlik yapanlar
- olmuştur. Kimi reformcu hükümdarlar tarafından Avrupa tıp okullarına öğrenci
- gönderilmesi ve ülkelerinde tıp okulları açılarak yabancı öğretmen
- getirilmesiyle, tıbbın ortaçağlardan beri çok az değişen eski Helenist-İslam
- geleneğinden kurtarılmasına ancak XIX. yy’da başlanabilmiştir..
- Ehli kalemden, daha doğru bir deyişle “ehli sözden” olan önemli bir başka
- grup da şairlerden oluşuyordu. En küçük hükümdarların dahi kendisiyle ilgili
- övgülerin kolaylıkla ezberlenip dilden dile yayılmasını sağlayacak en az bir
- şairleri olurdu. Daha büyük hükümdarlarınsa bir tür propaganda bakanlığı olarak
- kullandıkları bir şair orduları olurdu. Bu övgücü şairler, özel zengin kişiler için
- de çalışırlar, düğünleri, doğumları ve başka olaylan kutlarlardı. Şair ve şiir, kitle
- medyasının olmadığı bu çağda, haberlerin yayılması ve olumlu imaj
- oluşturulması için ciddi bir görevi yaparlardı.
- Hükümdarın günlük imajım şairler yerleştirir, geleceğe yansıyacak imajını da
- tarihçiler üstlenirdi. Ortaçağlarda çoğu bürokratik ya da ilmiyye sınıfından olan
- tarihçiler, şairlerin tersine ne yazar ne de serbest saray hizmetlileriydi. Belki de
- halifeler döneminde sahip oldukları bağımsızlıktan ve ifade özgürlükleri bu
- yüzdendi. Sonraları Osmanlı İmparatorluğu’nda hükümdarlar saray şairleri gibi
- saray tarihçileri atamaya başladılar ve böylece İmparatorluk Tarihçisi makamı
- oluşturuldu. Sultan tarafından bu makama atanan kişinin temel görevi
- seleflerinin imparatorluğun tarihini yazmaya devam etmekti. Varlığı yüzyıllar
- boyu süren bu makam, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına-dek korunarak
- sonuncu imparatorluk tarihçisi Osmanlı Tarih Cemiyetinin ilk başkanı olmuştur.
- Ressamlar ve hattatlar, astrologlar ve gök bilimciler, mühendisler ve
- mimarlar gibi başka meslekler de vardı ama bu mesleklerin çoğu son yıllarda
- onları istihdam eden kuruma bir şekilde bağlanmışlardı. Mühendislik ve
- mimarlık, Osmanlı zamanında neredeyse tamamen askeriyeye aitti.
- Ortadoğu’daki hükümdarların da, dünyada başka yerlerde olduğu gibi, bazen
- istilacıları kovmak ama daima ülkede düzeni korumak ve devlet otoritesini
- savunmak için bir orduları vardı.
- Roma İmparatorluğu’nda polis görevleri ve savunma yerel yedek güçlerce
- desteklenen Roma lejyonlarıyla sağlanırdı. Lejyoner sayısı oldukça azdı ve
- imparatorluk barış zamanında İran sınırına en yakın Suriye’de dört lejyondan
- fazla bulundurmamasına karşın Avrupa’da Alman sınırlarında sekiz lejyon
- bulundururdu. Bu lejyonların sayıları savaş döneminde
- fazlalaştırılır,gerektiğinde lejyonlar kaydırılır ya da takviye güçlerle
- desteklenirlerdi. 58-66 yıllarındaki Ermeni savaşları ve 66-70 yıllarındaki
- Musevi isyanı çok önemli değişikliklere neden olmuştu. 10.lejyon olan
- Fretensis’in kuzey Suriye’den Kudüs’e kaydırılması ve bu birliğin yeni kurulan
- Roma Yahuda eyaletinin sürekli garnizonu olması bunlardan en önemlisiydi.
- Yalnızca Roma vatandaşları lejyonlara almıyordu ancak zamanla
- vatandaşlığın eyaletlere de verilmesiyle oralardan da asker alınabiliyordu. Var
- olan kaynaklardan, İmparatorluğun her yerinde olduğu gibi, Küçük Asya ve
- Levant’tan toplanan askerlerin, doğdukları yerde olmamak şartıyla bölgede
- görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Takviye birlikler, lejyonerlere özellikle polislik
- konusunda yardım edebilirdi ve bazıları Roma’ya bağımlı hükümdarların bir
- ölçüde Romalılaştırılmış askerleriydi. Alae Dromedariorum (deve süvarileri) ya
- da süvari okçular gibi özel birlikler Romalılar’dan meydana gelirdi. Çöl
- bölgelerinden olan Araplar, bu birliklerde hizmet ederek, İslami fetihler sırasında
- çok işlerine yarayacak askeri beceri ve yöntem deneyimine sahip olmuşlardı.
- Polislik işleri genellikle bir yedek birliğe verilirdi. Halifelik ve sonraki İslami
- rejimlerin döneminde polis birliklerine verilen Arapça “şuna” adı bugüne dek
- gelmiştir.
- Pers İmparatorluğunun askeri gücü oldukça büyüktü ve Roma’ya ciddi bir
- rakipti. Romalı düşmanları, feodal beylerce sağlanan köylü erleri çok ciddiye
- almazlardı ama süvari paralı askerler ve savaşçı sınır halklarından oluşan yedek
- birlikler epeyce ciddi konuydu. Ordunun temelini soylular oluştururdu ve
- mızrakla, okla silahlı Pers zırhlı süvarileri dönemin en önemli askeri gücüydü.
- Parthlar’ın ünlü okçu süvarileri ve vur kaç taktikleri Roma’da tanınır ve
- korkulurdu. Atlı mızrakçının vuruş gücünü arttıran ve bir ölçüde onu Ortaçağ
- başları savaşların tankı yapan üzengi, Pers ordularındaki diğer bir önemli
- yenilikti.
- Pers İmparatorluğunda, I. Husrev’in (531-579) hükümdarlığı sırasında,
- özellikle askeri alanda olmak üzere önemli değişiklikler olmuştu. Ordu daha az
- feodal, daha fazla profesyonel hale gelmişti. Askerler ücret ve teçhizat parası
- alıyorlar, uzun süreli sıkı bir eğitimden geçiyorlar, çok disiplinli bir biçimde
- yetişiyorlardı. Tek başkomutan yerine, Savunma Nazın, Başkomutan ve
- gerektiğinde barış elçisi olan Eranspahbadh yönetimindeki orduda, artık
- generaller, valiler ve subaylar hiyerarşisi bulunuyordu. Husrev’in orduları,
- ülkedeki iç savaşa son verilmesi, sınır bölgelerinin yatıştırılması, Habeşlerin
- Yemen’den atılması, Hun tehdidinin sona erdirilmesi ve Bizans’a karşı savaşta
- Suriye’nin işgal edilip Antakya'nın yağmalanması gibi birtakım başarılar
- kazandılar ama Pers orduları Müslüman Araplar’ın karşısında tutunamadılar.
- İslamiyetten önceki Arabistan’da yetişkin erkekler topluluğu dışında
- profesyonel sürekli bir ordu, tıpkı onunla ilişkilendirilen monarşi düşüncesi gibi
- itici ve uzaktı. Kuzey sınır bölgelerindeki küçük beylerin halkları zaman zaman
- Pers ya da Bizans takviye birliklerinde çalışırlardı. Güneyin daha sakin gelişmiş
- devletlerinde bir tür profesyonel orduların varlığı olasıdır ama orta ve kuzey
- Arabistan'ın büyük bölümünde ordu savaş ya da için seferber edilmiş silahlı
- kabile halkı anlamına geliyordu.
- İslam tarihinin çok daha eski zamanlarında başka bir durum dikkat çeker.
- Ayrı kökenlerden ve çoğu zaman daha önce çatışan bağlılıklardan gelen kişilerin
- oluşturduğu bir dini-siya-si toplumun reisleri olan Hz. Muhammed ve halefleri,
- bir kabileden daha fazla bir şeye hükmetmişlerdir. Önce putperest Kureyşliler
- ile, daha sonra da Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki fetih savaşlarıyla
- sürekli.savaş halindeydiler. Uzun süre devam eden ve çok geniş bölgelere
- yayılan fetih savaşları sonunda kaçınılmaz olarak uzmanlaşma ve profesyonellik
- sağlamıştır. Arap kaynaklarından savaşanlar ile savaşmayanlar ve savaşanlar
- arasında uzun dönem uzmanlar ile kısa dönem askerler arasında orta ve kuzey
- Arabistan’da o zamana dek rastlanmayan bir farklılığın olduğu anlaşılmaktadır.
- Sonralan İslam hukukçularının formüle ettiği bir ilkeye göre cihad görevi
- savunma yapmak için sağlıklı Müslüman erkeklerin tamamına,
- saldırı durumundaysa toplumumun tamamına düşer. Fetihler sırasında her
- kabileden, savaşabilecek erkeklerinden çoğunu vermesi istenir ve genellikle de
- kota gönüllülerle dolardı.
- Henüz Müslüman ordularının uzun süreli çekirdeğini oluşturanlar dahi tam
- zamanlı çalışan profesyonel askerler değillerdi; savaşmadıkları zaman başka
- işlerle uğraşırlardı. Birkaç istisna hariç ailelerinden uzakta kışlalarda
- yaşamazlardı ama ana işleri, geçim kaynaklan savaştı ve geçimlerini fetih
- savaşlarında kazandıkları ganimetle sağlarlardı.
- Arap orduları, Emevi halifeler zamanında imparatorluğun metropoliten
- eyaleti Suriye’nin dışında, sonraları garnizon şehirleri olan kamplarda yaşarlardı.
- Bu garnizon şehirleri arasında Irak’ta Basra ve Kufa, Mısır’da Fustat, Tunus’da
- Kayrevan ve İran’da Kum yer alıyordu. Arap askerler Suriye’de bir ordu
- birliğinin olduğu askeri bölgelere, kuzeyden güneye Hums, Şam,Ürdün ve
- Filistin’e yerleşmişlerdi. Bu bölgeler, eski Bizans toprak bölünmesi temeli
- üzerine kurulmuşlardı. Suriye Arap birlikleri hem Bizans sınırlarına düzenlenen
- mevsimlik seferlerde hem de Konstantinopolis’e düzenlenen büyük seferlerde
- kullanılırdı. Giderek yüksek deneyimleri, ustalıkları ve daha düzenli ücret
- almalarıyla, Emeviye halifelerinin Suriye temelli sürekli orduları niteliğini
- kazanmışlardı.Irak ve Mısır’da yerleşmiş olan Arap askeriyesinde bunlarla
- karşılaştırılabilecek bir örgüt bulunmuyordu.Onlar aşiret milisleri statüsünde ve
- askerliğe karşı aşiretten süregelen bir hoşnutsuzluğa sahiptiler.
- Abbasiler, iktidara yükseldikleri ve uzun bir süre askeri destek sağladıkları
- Horasan’dan getirdiklerini sürekli Suriye ordusunun yerine yerleştirmeleri
- dışında aynı sisteme devam ettiler.
- Bu önemli bir değişikliğe neden olmuştu. İlk zamanlarda Halife ordularının
- neredeyse tamamını Araplar oluşturuyordu, Mısır’ın ya da Suriye’nin yerli
- halkım askere alma uygulaması yoktu. Bu halklar Roma ve Bizans hakimiyetinin
- sürdüğü uzun yüzyıllar boyunca askerlik yetenek ve isteklerini yitirmişlerdi.
- Durum İmparatorluğun doğusundaki eski İran eyaletlerinde daha başkaydı. Batılı
- komşuları gibi İranlılar yalnızca yeni bir imparatorun hakimiyetine
- girmemişlerdi. Kısa süre öncesine kadar bir imparatorluk geçmişleri ve
- kendilerine has bir askeri gelenekleri vardı. Müslümanlığı kabul ettikten sonra,
- İslami ordu ve hükümette önemli bir yere sahip olmaya hakları olduğunu
- düşünüyorlardı. Ufak tefek farklarla benzer bir durum, artık Arap yönetiminde
- olan Kuzey Afrika’daki eski Roma eyaletlerinin Berberi halkı için de söz
- konusuydu.
- Aşiretlere bağlı Arap olmayan mühtediler, aşiretlerin Arap savaşçı reisleri
- tarafından askere alınmaya başlandı. Alt düzeylerde kullanılıyor ve daha az ücret
- alıyorlardı. Bu askerlerin özellikle sınır boylarında önemli rolleri oldu.
- İspanya’yı fetheden Müslüman Arap ordularının büyük bir bölümü Kuzey
- Afrika Berberilerinden oluşuyordu. Orta Asya ve Kuzey İran halkları daha ihtida
- etmemiş imparatorluk sınırları dışındaki akrabalarına yeni dini yaymaya çok
- çaba harcadılar.
- Bu askerler, alınan ilk büyük zaferlerde bile imparatorluk ordusunun asli
- üyeleri değillerdi. Geri hizmetlerde ve sınır boylarında görevliydiler ve
- başkentten uzak tutuluyorlardı. Irak’a Abbasi Horasanı güçlerinin gelmesiyle
- önemli bir değişiklik oldu. Nesiller boyunca Horasan’da yaşayan Horasaniler,
- ilke olarak Arap’lardı. İranlı kadınlarla evlenip İran göreneklerine sahip
- olmuşlardı. Kısa süre sonra, doğu İran’dan gerçek İranlılar da onlara katılmaya
- başladılar.
- Abbasiler listelerde adları olan Araplar’a otomatik ödenen askeri aylıkları
- zamanla kaldırdılar.X.yy’dan itibaren orduya gerçekten hizmet edenlere aylık
- verilmeye devam edildi. Aylık alarak tam zamanlı çalışan profesyoneller ve tek
- bir kampanyaya katılarak ganimetten pay alan gönüllüler olmak üzere iki tür
- asker vardı.
- Aradan yüz yıl bile geçmeden, Emevi seleflerinin sürekli Suriye ordusundan
- daha fazla dayanamayan Abbasi halifelerinin Horasani muhafızları, yerlerini
- başka bir esasa göre toplanan ve İslam devletlerinin bin yıl süresince askeri ve
- siyasi geleceğini şekillendirecek yeni bir orduya bıraktılar.
- Yedek birlikler olarak kullanılan barbarlar da, silahlı köleler de yeni değildi.
- Eski Atina bir süre şehrin malı olan İskitli silahlı kölelerce korunmuştu. .
- Roma'nın ileri gelenlerinden bazıları barbar kökenli köle muhafızlarını
- silahlandırmışlardı. Müslüman hükümdarlar, onlardan önce Romalılar’ın,
- Persler’in ve Çinlilerin yaptıkları ve Batılı imparatorlukların yüzyıllar sonra
- yapacaklarını yaparak İmparatorluk sınırlan dışındaki “savaşçı ırklar” arasından
- da asker toplamışlardı. Ancak İslam devletlerinin askeri tarihi, kölelerden
- oluşan, başlarında köle generaller olan, sonunda da köle krallar ve hanedanlar
- için hizmet edecek bir orduyla yeni ve özel bir duruma sahne olmuştur.
- İngiliz Paul Rycaut,XVII.yy ortalarında yaptığı Türkiye ziyaretinde sistemin
- mantığını şöyle ifade etmiştir:
- 3
- “Türkler kendi cinslerinden, kendilerinin yetiştirdiği ve eğittiği insanların
- kendilerine hizmet etmelerini severler.Onları kendi erdem ve bilgelikleriyle
- erişkin olana dek yetiştirip beslerler. Onları kıskanmadan yetiştirip tehlikesizce
- de yok edebilirler.İmparatorluğun yüksek makamlarına çıkarılacak gençleri ya
- savaşlarda elde ederler ya da uzak ülkeler hediye gönderirler. Bu politika çok
- açıktır ki, bu gençler farklı gelenek ve göreneklere göre yetişmiş anne ve
- babalarından nefret edecekler; uzaklardan gelmeleri nedeniyle hiçbir
- tanıdıkları olmayacak; devlet okullarına girdikten sonra kendisine sadık
- olmak zorunda yetiştirildikleri efendileri dışında hiçbir akrabaları,çıkar ilişkisi
- içinde bulundukları hiç kimse olmayacaktır. ”
- Bu sistemin kurulma nedeninin, her otokrat hükümdarın önemli bir
- sorunu olan devlet içinde kendi gücünü engellemeyecek güvenilir askeri ve
- sivil memur bulmayı sağlamak olduğu anlaşılmaktadır. Bu sonra, başka
- yerlerde, başka yüzyıllarda, başka hükümdarlar tarafından farklı şekillerde
- çözülmüştür.İlk zamanlardan başlayarak Müslüman hükümdarlarca
- bulunan çözüm, yabancı kökenli çocukları devşirme olarak alıp, onları
- yetiştikleri kurumdan başkasına sadakat ve bağlılık duymayacakları uzun
- süreli profesyonel askerler yapmak olmuştur. Bu kişiler uzaktaki eyaletlerden
- ya da sınırların dışından getirilen yabancılar oldukları için yerel halk ya da
- tebaa ile herhangi bir akrabalık ve yakınlıkları olmadığı gibi, onlarla
- konuşamazlardı bile. Ailelerinden ve geçmişlerinden zorla koparılıp kültürel
- olarak uzaklaştırıldıkları için görüşebilecekleri akrabaları da yoktu. Her yeni
- köle asker kuşağı kendi çocukları yerine, uzak yerlerden getirilen kölelerden
- oluştuğu için, bir gün bir aristokrasi kurarak otokrat hükümdarın
- hakimiyetine baş kaldırabilecek yeni bir askeri güç doğuramazlardı.
- Ne var ki, sistem kusursuz işlemiyordu. Zaman zaman köleler etnik
- dayanışma grupları ve hatta geldikleri yer ya da aşirete dayalı alaylar
- oluşturuyorlardı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda, köleler aileleri ve
- memleketleriyle ilişkilerine devam ederler, para ve güç elde edecekleri bir
- makama geldiklerinde,bu olanaklardan yararlanmaları için akrabalarını
- getirtirlerdi. Diğer erkekler gibi, oğullarına miras bırakmak isteyen köle
- askerler, oğullarım askerliğe alamazlar ama her zaman bir bürokratik ya da
- dini bir iş ayarlayabilirlerdi. Bu sayede, Ortaçağ sonlarındaki büyük kalemiye
- ve ilmiyye ailelerinin temelleri atılmıştır.
- Öte yandan sistem oldukça başarılıydı. Ortadoğu İslam dünyası, yaratılan
- güçlü ordular sayesinde Haçlılar’ı alt etmişler ve çok daha fazla tehlikeli olan
- Moğollâr’ı durdurmuşlardır. Köle orduları onlara sahip olan hükümdarlarına
- bir tek açıdan hayal kırıklığı yaşatmışlardır. Teorik olarak köle askerler
- hükümdarın dan başkasına sadakat göstermezlerdi ama uygulamada
- alaylarına ve komutanlarına gösterirlerdi. Kölelikten gelen komutanlar, kısa
- bir sürede eyaletlerin, başkentin bile gerçek efendileri haline gelmişler ve artık
- güçsüz kalan halifelere egemen olmuşlardı.Daha sonra da hükümdar olan
- bazı köle komutanlar, çoğu kısa süren hanedanlarını oluşturdular.
- İslamiyetin ilk çağlarında da köle askerler olmuştur ama genellikle onlar
- özgürlüklerine kavuşmuş kölelerdir. Abbasi halifesi el-Mutasım’ın
- (hükümranlığı 833-842) köle ordusunu kuran ilk kişi olduğu bilinmektedir.
- Ordusu İslamiyet’in doğu sınırlarının dışındaki bozkırlarda küçük yaşta
- yakalanıp askerlik eğitimi verilen Türk kölelerden oluşuyordu. Çoğu
- Müslüman hükümdar savaşan askerlerini ve garnizon güçlerini kısa bir süre
- içinde kölelerden oluşturmuştu. İslamiyet’in uzak batı bölgelerinde, Kuzey
- Afrika ve İspanya’da, uygun olduğunca, Avrupa’dan Slav köleler alınmıştı.
- Özellikle Fas ve Mısır’dan da askerlik için ara sıra zenci köleler alınırdı.
- Türkler’in İslamlaştırılmasından sonra artık hukuken mümkün olmayıncaya
- kadar, köle askerlerin çoğunluğu Türk’tü. Türk hükümdarlar ise köle
- askerlerini Kafkaslar ve Balkanlar’ın Müslüman olmayan halkları içinden
- alırlardı.
- Savaş tekniklerinin değişmesi ve ateşli silahların kullanılmaya
- başlamasıyla eski biçimiyle köle ordusu artık geçersiz olmuştu. En sonuncu
- büyük köle ordusu olan Osmanlı Yeniçerileri XIX. yy’a kadar sürdürmüştür
- ama XVII.yy’ın başından itibaren devşirme yöntemi bırakılmıştır. Ancak bu
- eski gelenek tamamen ortadan kalkmamıştır. XIX.yy’da da Mısırlı
- hükümdarlar yaygın olarak zenci' asker köleleri kullanmışlardır.1863 yılında
- Mısır hükümdarının, arkadaşı Fransız imparatoru III. Napolyon’a yardım
- için Meksika’ya gönderdiği birlikteki askerlerin çoğunluğu Yukarı Nil
- havzasından yakalanan zenci kölelerdi.
- Ekonomik açıdan servetin temel kaynaklan ve servetin sağlayacağı gücün
- kaynağı ticaret ile topraktı. Bürokratik, askeri, dini ve hatta krallık gibi farklı
- yönetici seçkinler genellikle sermayelerini ikisinden birine ya da her ikisine de
- yatırırlardı.
- îslami öğretide başlangıçtan beri ticaret olumlu görülmüştür. Kuran’da
- faiz yasaklanırken, ticaret onaylanır. Başka ayetlerde de ticaretin hukuka
- uygun ve namuslu yapılması; ağırlık ve ölçülerde hile olmaması;
- sözleşmelerin yerine getirilmesi; borçların ödenmesi konularına yer
- verilmiştir. (Kuran 2:194, 275, 282; 4:33; 6:153; 42:9-11). Ticaretin Kuran’ın
- tarafından bir yaşam biçimi olarak onay görmesi hadisler ile de
- doğrulanmıştır.Kimi hadisler daha da ileri giderek namuslu bir tüccarın alıp
- satabileceği ipekliler, mücevherler, erkek ve kadın köleler gibi lüks eşyayı da
- savunur.Hz. Muhammed bir hadisinde, '‘Allah bir kişiye servet verince onun,
- üzerinde görünmesini ister.” demiştir. Eski bir Şii eserinde imam Cafer elSadık ile ilgili olarak anlatılan bir öykü daha ilginçtir “İmama, atalarının
- basit ve kaba giyinmesine karşın onun neden süslü giyindiği sorulmuş.İmam,
- atalarının yaşadıkları dönemin kıtlık zamanı olduğunu ama onun bolluk
- zamanında yaşadığını ve insanın zamana göre giyinmesinin doğru olduğunu
- söylemiş.”
- 4
- Kesinlikle sonradan uydurulmuş olan bu hadisler, İslami metinlerde sıkça yer
- verilen sofuluk gerekliliğine karşı lüks yaşamı ve lüks eşya ticaretini kabul
- ettirmek içindir. Muhammed el-Şeybani bir yazısında (ölümü 804) Müslümanlar
- için geçimi kazanmanın yalnızca izin verilmiş bir şey olmadığım, aynı zamanda
- bir yükümlülük olduğunu belirtmiştir. Şeybani’ye göre insanın ilk görevi Allah’a
- hizmet etmektir ve bunu doğru bir şekilde yerine getirebilmek için yeterince
- beslenmeli, giyinmeli ve barınmalıdır. Bunu sağlamanın tek yolu da çalışıp para
- kazanmaktır.
- 5 Sonra da, insanın ancak yaşayacak kadarla kısıtlanmayacağını,
- lüks eşya da satın alıp kullanmasına izin verildiğini ekler. El-Şeybani, sonra da
- başkaları, Allah'ın gözünde ticaret ya da zanaat ile kazanılan paranın, sivil ya da
- askeri hizmet için devletten alınan paradan daha iyi olduğunu savunmuşlardır.
- Önemli klasik Arap yazarlarından el-Cahiz (ölümü 869) daha da ileri giderek
- “Tüccarlara Övgü, Memurlara Yergi” adlı yazısında hükümdara hizmet edenlerin
- küçüklük, dalkavukluk ve kararsızlıklarıyla, tüccarların güvenilirlik, onur ve
- bağımsızlıklarını karşılaştırmış ve onları kötüleyenlere karşı tüccarların
- dindarlıklarını ve bilgililiklerini savunmuştur. Allah'ın vahiy göndermek için
- tüccar bir topluluğu seçmesinin, ticareti bir yaşam biçimi olarak onayladığını
- gösterdiğini belirtmiştir. Ortaçağlarda İslam ilahiyatçılarının önde gelenlerinden
- el-Gazali (ölümü 1111) yazılarında ideal bir tüccar portresi çizmiş ve ticaretin,
- insanın kendini öteki dünyaya hazırlama yollarından biri olduğunu anlatmıştır.
- Yüksek oranda tarım ekonomisinin egemen olduğu bir yerde, toprak
- sahipliğinin ya da denetiminin siyasi ve kültürel önemi büyüktü. Gerçekten de
- klasik İslam toplumunda toprak sahipleri önemli bir grup oluştururlar. Ancak
- bunun Ortadoğu bağlamına göre tekrar tanımlanması gereklidir.Batı Avrupa’daki
- ve diğer yerlerdeki küçük ve bağımsız toprak sahibi türü, Ortadoğu’da da vardı
- ama pek azdı ve tipik değildi. Bağımsız küçük mülkiyetler, tarımın büyük oranda
- yapay sulamayla yapıldığı, merkezi denetimin gerekli olduğu, böylece de
- kolayca merkezi denetime alındığı yerlerde, rahatça gelişmezler.Bölgenin büyük
- bölümünde pek çok türde büyük toprak sahipliği vardır. Geçmişte de, bugün de
- Ortadoğu’nun tarım koşullarını yazanlar sıkça “feodal” ve “tımar” gibi terimleri
- kullanırlar ama bunlar Batı Avrupa’ya ait terimlerdir ve anlamları Batı
- Avrupa’nın yerel tarihinden gelmektedir.Ortadoğu’nun çok farklı toplumsal ve
- ekonomik olguları için bu terimlerin benzetme olarak kullanılması yanıltıcı
- olabilir.
- Bir toprak sahibi için toprağa sahip olmanın çeşitli hukuksal yolları vardı.
- İslam yasalarına göre bu yollardan biri “mülk”idi. Ayrıntılı belgeler bulunan
- Osmanlı döneminde, buna genellikle şehirlerde ve şehirlerin yakınlarında
- rastlanır.Mülk,inşaat arsası dışında, genellikle meyve bahçelerini,bostanları ve
- bağları içerir.
- Kuramsal olarak devletin bir çeşit bağışıyla çoğu tarım arazisinin büyük
- toprak sahiplerinin elinde bulunduğu kırsal yerlerde ya da köylerde bu türde bir
- sahipliğe, rastlanmaz. İslam döneminde yapılan bu tür en eski bağış, halifeler
- tarafından kamu arazisinin, başka bir deyişle yeni kumlan Arap devletinin
- fetihlerle ele geçirdiği toprakların ilke olarak Müslüman kişilere verilmesiydi.
- Bu topraklar, eski devletlerin, yani Bizans ve Pers rejimlerinin eski devlet
- toprakları ve eski sahipleri tarafından terk edilen topraklar olmak üzere iki türdü.
- Araplar’ın Kuzey Afrika’yı, Levant’ı ve Mısır'ı fetihlerinin ardından Bizanslı
- büyük toprak sahiplerinin çoğunluğu malikanelerini terk ederek kaçmışlar ve bu
- topraklar devlet malı olmuştu. Ekilmeyen ve kullanılmayan “ölü arazi” de bağış
- konusu olabilirdi.
- Tamamı devletin elinde olan bu toprak türleri geri alınamayan bir bağışla
- sürekli kişilere veriliyordu. Hizmet ya da duruma bağlı olmayan, yaşam boyu
- olan bu bağış devredilebilirdi ve miras bırakılabilirdi. İslami yasalara göre, bu
- tür bir bağış alan kişi, kendi yerel halktan vergi aldığından, toprağı için kamu
- mâliyesine vergi vermek zorundaydı. Bağıştan kazandığı gelir, köylülerden
- aldığı ve devlete verdiği vergi arasındaki farktı.
- Bizans'tan alınmış olabilecek bu sistem, bir süre devam etti ama fetihlerin
- kesilmesiyle sona erdi ve yerini daha yaygın bir düzenlemeye bıraktı. Yeni
- sistem toprak bağışı değil, devletin toprak üzerindeki mali haklarının
- devredilmesiydi. Bu sistemde devlet kişiye bir bölgeden vergi toplama hakkını
- vererek karşılığında genelde askeri bir hizmet isterdi. İlke olarak subaylar ve
- diğer devlet çalışanlarına aylık ücret ödenirdi ancak devlet hazinelerinde nakit
- para azaldıkça subaylara bu biçimde ödeme yapılmaya başlandı. Artık bir vergi »
- toplama sistemi oluşturulması gerekiyordu. Subaylar bu vergileri devletin borcu
- karşılığında alıyorlardı.
- İlke olarak bu tür bir bağış bir hizmete karşılık olurdu. Bağışı alan herhangi
- bir nedenle bu hizmeti yerine getirmezse, mali hakların devri sona ererdi. Bu
- bağışlar, geçici ve sınırlıydı, kendisini yaratan neden sona erdiğinde geri
- alınabilirdi, yani daha önceki halifelerin bağışları gibi geri alınamaz ve sürekli
- değillerdi, devredilemez ve miras bırakılamazdı. Daha sonraları bunların dışına
- çıkılarak sürekli, devredilebilir ve miras bırakılabilir hale gelmiş, hizmet
- verilmediği halde toprak elde tutulmaya devam edilmiştir.Bu noktada, sistem
- bazı açılardan Ortaçağ Avrupası’nın feodal düzenine benzerlik göstermeye
- başlamıştı.
- Ne var ki farklılıklar benzerlikten daha büyüktü. Bağışı alan kişi Ortaçağ
- Avrupası feodal baronunun haklarına sahip değildi. Tımar topraklarının halkı
- üzerinde vergi toplamaktan başka bir hakkı yoktu ama bu da vergiyi toplamak
- için gereken gücü kullanma hakkını veriyordu. Ancak Batılı toprak sahipleri
- gibi adalet dağıtmazdı. Tımar topraklan içinden daha küçük tımarlar veremezdi.
- Özel ordu kuramazdı ama son dönemlerde bu da yapılmıştır. Batılı feodal
- barondan farklı olarak genellikle tımar topraklarında yaşamaz ve onu yarı
- bağımsız bir beylik gibi yönetmezdi.Bağıştan çok sözleşmeye benzeyen başka
- tür bir sisteme göre, devlet bir malikane ya da bölgeden alınacak vergileri
- önceden kararlaştırılan toplam bir tutara satardı. Böylece artık devlet ve
- memurları vergi salma ve toplama işiyle uğraşmazlardı.
- Bu iş, bir aşiret reisi, dini bir topluluğun başı ya da kazanç elde etmek için
- işe talip olan bir girişimciye verilirdi. Bu tür iltizamlar devlet ya da devlet
- gelirlerini toplama yetkisi olanlardan satın alınabilirdi. Mültezim hâzineye ya da
- anlaşmayı yaptığı kişiye, anlaşmaya varılan tutan vermekle yükümlüydü, vergiyi
- toplama yolu kendine bırakılmıştı. Tüm bu süreçte devlet, katılımcı değil,
- denetleyici olan bir vergi müfettişiyle yer alırdı. Toprağın uzun vadeli refahında,
- özel mülkiyet sahibinin ya da devletin doğal bir çıkan olurdu. Mültezim
- öncelikle kendi yatırımını geri almaya, sonra da kâr sağlamaya uğraşırdı.
- Genellikle iltizamlar yıllık verilirdi.
- Şiddetin ve kararsızlığın sürdüğü hiç de az olmayan değişim zamanlarında,
- toprak bağışı ya da gelir biriminin daha çok artırılması eğilimi olurdu. Bu
- durum, büyük ve güçlü bir toprak sahibinin sıkıntılı zamanlarda korumasını daha
- küçük ve zayıf komşuları üzerinde yaygınlaştırmasıyla görülürdü. Bu, bazen
- gönüllü bir biçimde olur, iç savaş, istila ve düzenin bozulma zamanlarında küçük
- toprak sahibi güçlü komşusundan yardım ister ve güvence verilen bir gelir
- karşılığında haklarını ona devre derdi. Zamanla bu koruma uygulaması, büyük
- toprak sahiplerinin küçüklerin topraklarına el koymalarına dönüştü. Bir rejimi
- destekleyenlerin devrilmesi ve yerlerine yenilerinin geçmesi kimi zaman çok
- daha köklü değişikliklere yol açtı. Böyle bir durumda, toprak ve mali birimler,
- yeni sahipleriyle devam edebiliyordu. Genellikle tüm birimler tekrar
- devletin denetimine giriyor, sonra da başka yollarla yeni kişilere
- tekrar dağıtılıyordu.
- Kiralanan devlet topraklarıyla özel mülkiyet arasındaki ayrım çok net
- değildi. Devlet denetiminin güçlü olduğu zamanlarda devletin gücünün
- genişleme yönü özel mülkiyet sahibimin aleyhine olurdu. Siyasi zayıflık ve
- bundan kaynaklı olarak merkezileşmenin bozulması sonucunda bireyin, devletin
- gücünü, hatta toprağını gasp etme eğilimleri artmıştı. Örneğin XVII.yy
- sonlarında ve XVIII.yy’da olduğu gibi, böyle zamanlarda iltizamlar dahi özel
- mülkiyet gibi soydan gelen bir sahiplik yapılabiliyordu. “Gasp” ifadesi hem
- devlet topraklarının özelleşmesi, hem de özel toprakların devletleşmesi durumu
- için uygundu.
- Ortadoğu toplumu bağlamında kullanıldığında “feodalizm” gibi “soyluluk”
- ve “toprak ağalığı” da farklı bir biçim almaktadır. Öte yandan ara sıra kuramsal
- açıdan bağış, tımar ya da iltizam yoluyla toprak elde eden ve bunu babadan
- oğula devreden toprak sahibi bir sınıfın oluştuğu da net olarak görülmektedir.
- İslam hükümdarlarının genel eğilimleri, bu durumu engelleme, önleme, geri
- çevirme hakkı ve tüm gücün, servetin, otoritenin kabul edilmiş bir toplumsal
- durumdan ya da mirastan çok doğrudan devletten alınması yönündeydi. Otokrat
- hükümdarlar sıkça kendi iyi niyetleri yerine, toprak sahipleri gibi miras kalan
- servete ya da ulema gibi halkın onayına dayanan bu durumları ortadan
- kaldırmaya çalışmışlardır. Hükümdarlık otoritesinin bir şekilde gücünü
- kaybettiği dönemlerde, varlıklarını bu şekilde devam ettiren gruplar oluşmuş ve
- ayakta kalmış ama özellikle yeni bir fetihin ardından otoritenin
- yeniden güçlenmesiyle birlikte bu gruplar genelde ortadan kaldırılmış ya da
- statülerini kaybetmişlerdir.
- Bu mücadele İslam tarihinde süregelmiştir. Modem çağlara gelindiğinde bu
- mücadele, otokratik devletin lehine ve onu sınırlayabilecek toplumsal güçler
- aleyhine bir gelişim izlemeye başlamıştır. Bu durum, teknolojinin, özellikle de
- modern iletişim ve silahların gelişmesiyle olmuştur. Bu sayede merkezi
- otokrasinin karşısındaki engeller de yıkılmıştır. Teorik olarak geleneksel
- sistemlerde hükümdarın gücünün mutlak olmasına karşın, uygulamada çeşitli
- aracı otorite ve güçlerle sınırlanırdı.
- Modernleşme sonucu bu güçlerin sınırlanması ve otoritelerin yok olmasıyla,
- hükümdar sınırsız güce sahip olurken, modern diktatörlerin en küçükleri bile,
- Arap halifelerinin,Pers şahlarının ve Türk sultanlarının en büyüğünden daha
- güçlü bir denetime sahiptirler. Tiranlık konusundaki geleneksel sınırlar ortadan
- kaldırılmıştır. Yeni ya da yenilenen bir tür sınırlama yolunun arayışları henüz son
- bulmamıştır.
- 11. BÖLÜM
- HALK
- Sıkça İslamiyet’in eşitlikçi bir din olmasından söz edilir ve bu büyük ölçüde
- de doğrudur. İslamiyet’in ilkeleri ve başlangıçtaki uygulamaları, İran'ın sınıflı
- feodalizmi, Hindistan'ın kast sistemi, Bizans ve Latin Avrupa'nın ayrıcalıklı
- aristokrasileri gibi çevresindeki ülkelerdeki uygulamalarla kıyaslandığında
- gerçekten de İslam dininin eşitlik ilkesi taşıdığı söylenebilir! İslamiyet bu gibi
- toplumsal ve aşiret farklılıklar sistemlerini benimsememekle kalmayarak bunları
- kesin ve net olarak reddetmiştir. Bu konuda Kuran çok nettir:
- “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve
- birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki,
- Allah nazarında en değerli olanınız Ondan en çok korkandır. ” (Kuran 49:13)
- Hz.Muhammed’in sözleri, hareketleri ve hadislerle korunan İslamiyet’in ilk
- hükümdarlarının örnekleri doğum, soy, toplumsal statü, servet ve ırk
- ayrıcalıklarına karşı çıkarak rütbe ve şerefin ancak dindarlıkla ve İslamiyet’te
- erdemle kazanılacağını belirtmişlerdir.
- Bu düşünceler bir geçmişe sahipti. İncil’deki iyi bilinen bir paragrafta şöyle
- söylenir: “Ne Yahudi ne Yunanlı vardır, ne kul ne azatlı vardır, ne erkek ne dişi
- vardır, çünkü Mesih İsa’da tümünüz birsiniz.” (Gal. 3:28) Daha önceki Eyub
- Kitabı’nda da efendi ve kölenin ortak insanlığından söz edilmiştir. (Eyub 3115)
- Ne var ki Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar açısından ortak insanlık,
- insanlar arasında belli başlı farklılıkların gözetilmesine engel değildir.
- Yukarıdaki Galatyalılar bölümünden alınmış cümle etnik, toplumsal ve cinsel
- ayrımların küçültücü olduğunu ya da yok edilmesi gerektiğini değil, bunların
- herhangi bir dini ayrıcalık sağlamadığım anlatmaktadır. Cümlenin son üç
- sözcüğü inananlar ile inanmayanlar arasındaki dini ayrımı açıkça ortaya
- koymuştur. Üç din de bireyin değeri, özerkliği ve her ruhun Allah için önemi
- konularında ısrar eder.Üçüne göre de dindarlık ve hayır işleri servet, rütbe ve
- soylu doğumdan daha üstündür. İnsanların eşitliği ilkesindeki görüşleri ortak
- olsa da, tarihsel süreçte üçü de bu eşitliği dindar, özgür, yetişkin ve erkek olmak
- gibi gerekli özellikleri taşıyanlarla sınırlamışlardır. Başka bir deyişle, her üçü de
- pek çok önemli açıdan köleyi, çocuğu, kadım ve inanmayanı aşağı görmüştür.
- Üçünün de bu aşağı durumun ortaya çıkması ve sonlandırılması ile ilgili
- kuralları vardır. Köleyi efendisi azat edebilir; inanmayan gerçek dini kabuk edip
- inançsızlığından kurtulabilir; çocuk nasılsa zamanı geldiğinde yetişkin olacaktır.
- Geleneksel din dünyasında bir tek kadın aşağı durumundan kurtulamaz.
- Üç dinin inananları açısından inanmayanların durumu kendi tercihlerinin
- sonucudur. Üç dinde inanmamanın ne olduğu ve algılanması ile ihtida etmeyen
- inanmayanın durumu arasında önemli farklılıklar bulunur. Başka konular
- hakkındaki farklılıklar daha azdır. Kadın ve çocuklar doğuştan böyle oldukları
- için statülerinin değişmesi mümkün değildir. Üç din de köle anne babanın
- çocuğu olarak köle doğmayı ve kölelik durumunu kabul ederler. Bu konuda eski
- kanunların uygulandığı Musevilik ve Hıristiyanlık’ta özgür insanların köle
- yapılabilecekleri bazı yollar vardır. Daha ilk başlarda İslam hukukunda ve
- uygulamasında özgür insanların köle yapılması kısıtlanmış ve bunlar savaşlarda
- ele geçirilen gayrimüslimlerle sınırlanmıştır.
- Her üç dinde de bu dört toplumsal eşitsizlik durumundan farklı tanımlanan
- ara durumlar bulunur. Köleyle özgür arasında azatlılar bulunur, başka bir deyişle,
- sahibi tarafından azat edilerek hukuken özgür olan kölenin eski sahibine karşı
- bazı görevleri ve yükümlülükleri olur. Yetişkinle çocuk arasında yeni yetmelik
- adı verilen hukuken sınırlı olup toplumsal bir önem taşıyan ara bir durum vardır.
- Kadınla erkek arasında hadım denilen ve serbestçe her iki durum arasında gidip
- gelebilen ara bir durum vardır. İnanmayanla gerçek inananlar arasında Allah’ın
- gerçeğinin tamamına olmasa da bir bölümüne sahip olanlar bulunur.
- Sonuncu durumda üç din arasındaki en önemli farklılıklar ortaya çıkar.
- Musevilikte öteki, dışarıdakidir (gentile). Bu kategoride Hıristiyanlığın ve
- İslamiyetin inanmayan kavramından çok Yunan barbar kavramı vardır. Engel
- aşılamaz değildir. Barbar Helenleştirilebilir, dışarıdaki (gentile)
- Musevileştirilebilir ve bu koşulda toplumun üyesi olarak benimsenirler (Levtiler
- 19:33-4). Ancak bu beklenen bir değişiklik değildir ve çok da gerekli olmaz.
- Museviler ve Helenler için yabancılar Musevi ya da Helen olmadan da faziletli
- olabilirler. Musevi öğretisi dürüst olan tüm insanların Cennet’te bir yeri
- olduğunu kabul eder. Öteki tarafta Müslümanlar ve Hıristiyanlar açısından
- onların inançlarından olmayanlar ve onları ihtida etme çabalarına karşı koyanlar
- Allah’ın sözünü ya da önemli bir bölümünü inkar etmiş olduklarından bu
- dünyada cezalandırılır, öteki dünyada da cehenneme giderler.
- Köle, kadın ve inanmayan olmak üzere üç yetişkin aşağı sınıf, kadınının
- durumu şüpheli görülmekle birlikte, zorunlu görevleri olan insanlardır ve
- aralarında çok önemli farklılıklar bulunur. İnanmayanın aşağı sınıftan olması,
- kendi tercihidir ve İslamiyet’i kabul ederek bu duruma son verebilir. Bu
- koşulda ona tüm-kapılar açılır. Azatlı olarak kölenin durumu da değişebilir ama
- bunun için hukuki bir süreçle gerekir ve en' önemlisi de, bunun olması köleye
- değil sahibine bağlıdır. En kötüsü, cinsiyetlerini kendilerinin de hiçbir gücün de
- değiştiremeyeceği kadınların durumudur.
- Bu üç durum arasında önemli bir başka fark daha bulunuyordu. İslam
- ülkelerindeki kölelik daha çok aileviydi, ekonomik değildi. Kölelerin ev ve aile
- yaşamı içinde bir yerleri vardı. Kölelikle ilgili kurallar Şeriat’ın iç kalesi
- niteliğindeki kişisel durum kanununun bir parçasıydı. Öteki tarafta gayri
- müslimin durumu kişisel değil, kamusal olduğu için çok daha farklı görülürdü.
- Buradaki sınırlama, kadın ve köledeki gibi, Müslüman evinin kutsallığını
- korumak için değil, İslamiyet'in üstünlüğünü Müslümanlar tarafından yaratılan
- toplumda ve devlette sürdürmek içindi. Bu grupların hukuki tabiyet durumuna
- itiraz etmek ya da değiştirmeye çalışmak özgür ve erkek Müslüman’ı Müslüman
- evinde kişisel otoritesi ile Müslüman devletteki komünal önceliği olmak üzere
- iki hassas konuda tehdit edecekti. Asil ve normal doğanlar, zengin ve fakir
- doğanlar, Arap ve Arap olmayanlar, beyaz ve siyah olanlar arasında kimi
- zaman tırmanan ve İslam kardeşliğinin gerçek ruhuna ters düşen gerilimi yok
- etmek için Ortaçağ’ın başlarından itibaren İslam dünyasında bir dizi dini ve
- toplumsal radikal hareket olmuştur. Ancak bu hareketler kadının, kölenin ve
- inanmayanın tabi durumlarını belirleyen kutsal ayrımları sorgulamamıştır.
- İki gelişme, İslami öğretinin insancıl etkisini bazı açılardan azalmıştır. Bu
- gelişmelerden biri Araplar’ın fethettikleri ülkelerde gördükleri Pers ve Roma
- uygulamalarının etkisi, daha güçlü olabilecek diğeri de haraç, fetih ve satın alma
- yollan ile elde w edilen köle sayısındaki hızlı artıştır. Köleler için önemli
- hukuki sınırlamalar vardı. Özgür insanlar için yetkili olan bir
- makama gidemezler, şahit olamazlardı. Bir köleye karşı işlenen suçun cezası, o
- suç özgür birine karşı işlendiğinde verilecek cezanın yarısı olduğu için köleler
- özgür insanlardan daha az sayılıyorlardı. Köleler az da olsa miras ve mülkiyet
- konularında birtakım medeni haklara sahipti. İslam hukukunda köle de
- beslenme, tıbbi bakım ve yaşlılıkta bakım haklarına sahiptir. Kadı, bu
- yükümlülüklerini yapmayan köle sahibine kölesini azat etmesini emredebilirdi.
- Köle sahipleri kölelerini aşın çalıştırmazlardı ve onlara insanca davranmak
- zorundaydılar. Sahibinin izniyle bir köle de evlenebilirdi. Teorik olarak özgür bir
- kadınla evlenmesi mümkün olmasına karşın, bu pek olmamıştır. Sahibi
- tarafından azat edilmedikçe kadın kölesiyle evlenemezdi. Kölelerin azat edilmesi
- için kanunlarca belirlenen pek çok yol vardı.
- Hicri 31 yılında (miladi 651-652) Mısır’daki Arap orduları ile güneydeki
- Nubyalılar savaştıktan sonra imzaladıkları bir ateşkesle birbirlerine baskınlar
- düzenlememeyi taahhüt ettiler. Antlaşmaya göre Nubyalılar, Müslümanlar’a
- yılda 360 köle, Müslümanlar da onlara mercimek ve et vereceklerdi.
- Antlaşmanın son maddesi şöyleydi:
- 1
- "Müslümanlar'ın imamına yılda 360 köle verilecektir. Bu köleler,
- ülkenizin iyi kalitedeki köleleri olacak, kusurları olmayacak; hem kadın hem
- erkek olacak, ne çok yaşlı ne de küçük çocuk olacaktır. Köleler Assuan
- valisine teslim edilecektir. Bir Müslüman'ın kaçak bir kölesini barındırır ya da
- bir Müslüman i veya bir zimmiyi (korunan gayri müslim) ya da
- Müslümanlarla şehrinizde kurduğu camiyi yıkmaya ya da 360 köleyi
- vermemeye kalkışırsanız antlaşma geçersiz olacak. En iyi yargıç olan
- Allah aramızdan birini seçene dek savaşmayı sürdüreceğiz."
- Kimi kaynaklarda bu antlaşmada valinin özel kullanımı için kırk köle daha
- eklendiğinden söz edilir. Antlaşmanın gerçekliği şüpheli olmakla birlikte,
- antlaşma pek çok hukukçu tarafından geçerli kabul edilerek Nubya’nın
- Müslüman imparatorluğu dışında -haraç vererek- kalması için karşılıklı çıkarları
- gözetmek için kullanılmıştır. Müslüman topraklarına köle alınması ve kölelere
- bedensel zarar verilmesi Müslüman kanunlarınca yasakladığı için ülke içinden
- elde edilebilecek köle ve hadım sayısı sınırlıydı ama Müslüman topraklan
- dışından ikisini de ithal etmek mümkündü. Nubya bunun için iyi bir kaynaktı.
- Köleler birçok amaçla kullanılırlardı. İslam dünyasında ekonomi, HelenRoma dünyasındaki gibi öncelikle köleliğe dayalı değildi. Tarım büyük oranda
- özgür ya da yarı özgür köylülere, sanayi de özgür zanaatkarlara dayalıydı. Ancak
- birkaç istisna vardı. Bazı ekonomik projelerde çoğunluğunu siyah Afrikalılar’ın
- oluşturduğu kölelere çok sayıda rastlanırdı. İslami-yetin başlangıç yıllarında
- Güney Irak’tâki tuz havzalarının kurutulmasında siyah kölelerin kullanıldığı
- anlaşılmaktadır. Kötü koşullar nedeniyle bir dizi köle isyanı çıkmıştır. Siyah
- köleler, Sudan ve Yukarı Mısır’daki altın, Sahra’daki tuz madenlerinde de
- kullanılmıştır.
- Kölelerin kullanıldığı başlıca yerler ev işleri ve askerlik olmuştur. Evlerde,
- saraylarda, camilerde çoğunlukla siyah köleler hizmet etmişlerdir. İslam
- ordularında asker olarak genellikle beyaz köleler hizmet etmişlerdir. İslam
- dünyasının haremlerinde cariye ya da hizmetçi olarak her etnik kökenden çok
- sayıdaki köle kadın iki görev arasında her zaman açık bir fark olmaksızın hizmet
- etmişlerdir. Köle kızlardan bazdan eğitilmiş, bir bölümü şarkıcı, müzisyen,
- dansöz olarak yetiştirilmişlerdir. Bunlar çoğunlukla sıradan halka değil,
- seçkinlere ait olmuşlardır. Hükümdarın hareminde bulunanlar ve gözde olanlar,
- hatta hükümdarların anneleri olanların perde arkasında da olsa zaman zaman
- devlet işlerinde önemli rolleri olmuştur.
- Modem çağlara kadar süren kölelik kurumu, XIX. yy’da sömürge
- imparatorluklarında ve XX. yy’da bölgedeki egemen devletlerde ortadan
- kalkmıştır.
- İslamiyet ile birlikte kadınların eski Arabistan’daki genel durumlarında pek
- çok iyileşmeler olmuş, mülkiyet ve başka haklar kazanmışlar, kocalarının ya da
- sahiplerinin kötü davranıştan karşısında bir ölçüde korunma elde etmişlerdir.
- İslamiyet, putperest Arabistan’da geleneksel bir uygulama olan kız çocukların
- öldürülmesini yasaklamıştır. Öte yandan kadınların durumu güçsüz kalmış,
- davranışlar ve göreneklerle değişip itici gücünü kaybeden İslamiyet'in özgün
- mesajı, başka açılardan olduğu gibi bu konuda da kötüye gitmiştir. Kanunen
- geçerli olan çok eşlilik, dört kadınla sınırlanmıştır ama güçlü ve zengin olanlar
- dışında nadiren uygulanmıştır. Ancak evlilik genellikle kanunen cariyeyle
- tamamlanmıştır. Evlenmemiş olan köle kadınlar sahibinin emrinde olurdu. Özgür
- olan bir kadın, erkek köle sahibi olabilir ama üzerinde herhangi bir hakka sahip
- olamazdı. Fıkıhçılar tarafından kadın, kendi haklan olan bir birey gibi değil, aile
- içinde sahip olduğu rolleriyle, anne, kız kardeş, kız çocuk ya da eş olarak
- tanımlanmıştır. Kadına birtakım haklar tanınmış, mülkiyetle ilgili bazı
- konularında erkekle eşit olmuştu. Kadına dini suçlar için verilen cezalar biraz
- daha hafif olur, örneğin dinden çıkarılma suçuna idam değil hapis ve
- kırbaçlanma cezalan verilirdi. Ama kadınların bu durumu fıkıh uzmanları
- açısından ayrıcalıklı değil, aşağı konumda olduklarını gösterirdi. Kadın da köle
- ile zımmi için olduğu gibi kanunlarca bazı alanlarda küçük görülürdü. Örneğin
- bir kadın dava için şahitlikte ya da mirasta bir erkeğin yansına eşdeğer kabul
- edilirdi.
- Hoşgörüye sahip inanmayanlar, İslam devletinde hoşgörü-len ve korunan
- gayri müslim tebaa için kullanılan hukuki terimlerle zımmi ya da ehl-i zimma,
- “anlaşma insanı” olarak aldırılırdı. Bu kişiler, Hıristiyanlar, Museviler ve
- Doğu’da Zerdüştiler idi. Bu kişilerin statülerini belirten zimma, Müslüman
- hükümdar ile gayri müslim toplumlar arasındaki bir anlaşma sayılırdı ve bu
- anlamda aslında bir kontrat idi. Kontrata göre zimmiler, bazı toplumsal
- sınırlamaları ve Müslümanlar’dan alınmayan cizye vergisini kabul ederek
- İslamiyet’in üstünlüğünü ve Müslüman devletin hakimiyetini tanımışlardı.
- Karşılığında da can ve mal güvenliği, dış düşmanlardan korunma, ibadet
- özgürlüğü ve işlerini yürütmek için oldukça geniş bir iç özerklik kazanmışlardı.
- Bunların sonucunda zimmilerin durumları kölelerden oldukça iyi ancak önemli
- açılardan özgür Müslümanlar’dan oldukça kötüydü. Zimmi toplulukları
- kadınlarla ilgili kendi kurallarına sahipti. Musevi hukukunun İslam
- topraklarındaki yorumu ve uygulamasında çok eşlilik kabul edilmiş, ancak
- cariyelik durumu yasaklanıp cezalandırılmıştır. Bütün topluluklardaki
- uygulanışıyla, Hıristiyan hukukunda ikisi de yasaklanmış ve bu suçları işleyenler
- aforoz edilmiş ya da başka cezalar almışlardır.
- Kadın, köle ve inanmayanların aşağı statülerini düzenleyen hukuk kuralları
- daima İslamiyet’in yüksek ahlaki ve dini ilkelerine uygun olurdu. Toplumsal
- gerçekleri açısından her üçü de çoğunlukla hukuk kurallarından oldukça iyi
- durumdalardı. Müslümanlar’dan aşağıda olmalarına karşın, büyük
- servetleri, ekonomik güçleri ve nadiren de olsa siyasi güçleri olan zimmiler
- vardı. Erkeklerden aşağıda olmalarına karşın, evlerinde, pazarda ve sarayda
- otoriteleri olan kadınlar vardı. Özgür insanların altında olmalârına karşın,
- yüzlerce yıllık İslam tarihinde köle askerler, köle subaylar, köle valiler, köle
- hükümdarlar bile olmuştur.
- İslam tarihinde, modem çağ öncesindeki dönemde gayri müslim tebaanın
- durumu hukuk kurallarının tanımladıklarından oldukça iyiydi. Hukuk kuralların
- sıklıkla tekrar düzenlenmesinden sınırlamaların kesin ya da düzenli olarak
- uygulanmadığı anlaşılmaktadır. Genellikle Sünni yönetimindeki zimmilerin
- durumları, öteki mezheplerin yönetimindekilerden daha iyi olmuştur. Pek çok
- sultan ve halifenin yönetiminde, Museviler de, Hıristiyanlar da İslam
- imparatorluklarının yönetiminde idari görevlerde bulunmuşlardır. Genel olarak
- böyle istihdamların karşısında olunmadığı görülmektedir. Bazen Hıristiyan
- devlet memurlanna karşı kampanyalar düzenlendiği, bazı şiddet olayları
- gerçekleştirildiği olmuştur ama bu gibi durumlara nadiren rastlanmış, genellikle
- de bunlar zimmi memurların aşın ve rahatsız eden güç kullanımlarından
- kaynaklanmıştır.
- Ne var ki zimmilerin aşağı statüde olduklarını unutmalarına izin verilmezdi.
- Müslüman mahkemelerinde şahit olamazlar, kadın ve kölelerde olduğu şekilde,
- tazminatla ilgili konularda Müslümanların yansı değerinde kabul edilirlerdi.
- Müslüman kadınlarla evlenirlerse cezalan ölüm olurdu. Öte yandan, Müslüman
- erkeklerin gayri Müslim kadınlarla evlenmeleri serbestti. Zimmilerin
- kıyafetlerine de sınırlamalar getirilmişti ve üzerlerinde durumlarını tanımlayacak
- işaretler bulundurmak zorundaydılar. Yalnızca katır ve eşeğe binebilirler ata
- binemezlerdi. Kanunlara göre ibadethanelerini tamir edebilirler ama yenilerini
- yapamazlardı. Bu sınırlamaların daima sıkı bir biçimde uygulanması söz konusu
- değildi ama her an konu edilebilirlerdi. Zimmiler çok zengin olabilirlerdi ama bu
- zenginliğin sağladığı siyasi ve toplumsal avantajlardan faydalanamazlar ve
- zenginliklerini, siyasi amaçlarına ulaşmak için birtakım entrikalarda
- kullanırlarsa, sonuçta kendileri de İslam devleti ve toplumu da zarar görürdü.
- İslam devletlerindeki özgür, erkek Müslümanlar geniş fırsat özgürlüklerine
- sahiplerdi. Fatihlerce eski imparatorluklara yayılan İslam dini, devrimci ve çok
- büyük toplumsal değişikliklere yol açmıştır. İslami öğretiye göre, monarşi de
- dahil, soydan geçecekler türlü ayrıcalık reddedilirdi. Bu eşitçilik anlayışı birçok
- açıdan değiştirilip çarpıtılmış olmasına karşın, yine-de soyluların ortaya
- çıkmasını engellemiş ve liyakat ile amacın ödüllendirileceği beklentisindeki bir
- toplumu koruyacak denli güçlü kalmıştır. Eşitlikçiliğe Osmanlı döneminin
- ilerleyen zamanlamada bir ölçüde kısıtlama getirilmiştir. Devlet hizmetinde
- kölelerin kullanılmasına son verilmesiyle toplumsal hareketliliğin yukarıya
- doğru çıkış yolu kapanmış, ulema ve ayan gibi ayrıcalıklı gruplar da yeni
- gelenler için olanaklara sınırlandırma getirmişlerdir. Ama ne var ki, XIX.yy
- başlarında Osmanlı İmparatorluğu halkının içinden fakir birinin, güç, şeref ve
- zenginliğe sahip olma olasılığı, devrim sonrası Fransa da dahil olmak üzere
- herhangi bir Hıristiyan Avrupa devletindekinden çok daha yüksekti.
- Genellikle tarihçiler yalnızca güçlü, zengin ve bilgili kişilerle ilgilendikleri;
- ülkelerin, ulusların ve çağların tarihini yazarken yalnızca ayrıcalıklı birkaç bin
- kişiyi ele aldıkları ve büyük halk kitlelerini göz ardı ettikleri şeklinde
- eleştirilirler. Aslında bu eleştiri bir bakıma haklıdır ancak bunda tarihçilerin bir
- suçu yoktur. Roman yazarının tersine tarihçinin elindeki malzeme kısıtlıdır.
- Çünkü çok daha yakın bir zamana kadar, bazı ülkelerde bugün bile, güçlü,
- zengin ve bilgili kişiler veya bunlar için çalışanlar yazabiliyor, böylece de
- kitaplar, belgeler, yazıtlar ve tarihçinin geçmişi anlatmak için aradığı başka izler,
- sadece bu kişilerin arkasında kalıyordu.
- Burada da bazı istisnalar bulunur. Son zamanlarda tarihçilerin çeşitli
- yerlerden toplayıp bir araya getirdikleri bilgiler sayesinde, az da olsa sessiz
- kitlelerin tarih ve deneyimlerine ışık tutulmuştur. Helen-Roma dünyası,
- Hıristiyan Avrupa ve bir ölçüde de Osmanlı İmparatorluğu halk sınıflarının tarihi
- açısından ilerlemeler olmuştur. Ama henüz Ortaçağ İslamiyet tarihi açısından bu
- araştırmalara başlanamamıştır. Şehir ve şehirli nüfusla ilgili birtakım konular
- hakkında, toplumsal tarih yerine daha çok ekonomik tarih açısından birtakım
- araştırmalar yürütülmüştür.Ortaçağ İslamiyeti’ndeki sıradan insanların günlük
- yaşamıyla ilgili tarih, yayınlanmış birkaç makale ve genelde başka konularda
- yazılmış kitapların bazı bölümlerinden ibarettir.
- XV.yy’dan itibaren Osmanlı’nın taşra ve imparatorluk arşivleri şehirlerde ve
- de köylerde yaşayan sıradan insanların günlük yaşanılan hakkında oldukça ilginç
- ve zengin bir kaynak olmuştur. Bu durum Ortaçağ açısından imkansız
- olmamakla birlikte çok zordur. Osmanlı İmparatorluğu veya Avrupa
- devletlerinin arşivleriyle karşılaştırılabilecek arşivler yoktur ama yine de,
- çoğunluğu Mısır’da bulunan önemli sayıda belge bugüne dek kalmıştır.
- Edebiyatın bazı türleriyle yorumlanıp desteklenen bu belgeler sayesinde “ hassa”
- nın (özel kişiler ya da seçkinler), “amme”nin (sıradan insanlar) yaşantılarıyla
- ilgili bilgiler öğrenilebilmiştir.
- Ortaya çıkan etkin ve çok çeşitli şehir nüfusun önemli bir kesimini çeşitli
- ekonomik düzeylerdeki esnaf ve zanaatkarlar oluşturmaktaydı. Çoğunlukla ırk
- ya da din açısından homojen olmadan loncalarda birleşmişlerdi. Bazen de
- şehirde kendilerine ayrılan yerlerde yaşıyorlardı. Hassa’nın parçalarından olan
- askeri, siyasi ve dini kurumlardaki daha aşağı sınıftan olan, daha az ücret
- alanların yaşam şekilleri ve standartları seçkinlerin değil, sıradan halk
- kitlelerinin özelliklerini taşıyordu. Toplumsal düzeni, bazıları ordunun askeri
- birimleri, çoğunluğu şehir halkından yerel olarak toplanmış birimlerden oluşan
- çeşitli polis güçleri sağlıyordu. Bu polis güçlerinden “ases”ler gece bekçileri ve
- “ahdath” genç çıraklar arasından toplanan bir tür milis gücüydü.
- Bu polis güçlerinin işleri oldukça zordu. Bugüne gelebilmiş az sayıdaki
- Arapça belge, Ortaçağ İslamiyeti’ndeki yeraltı dünyasının davranışları, ahlak
- kurallan ve dilleriyle -ilgili bilgi vermektedir. Katil, hırsız, yankesici, dolandırıcı
- gibi suçlular bunlardan bazılarıydı. Bazdan da meddah, cambaz, hokkabaz ve
- başka gösteri sanatlarındaki kişilerdi, gezici vaızlar ve profesyonel öykücüler de
- bunların arasında sayılabilir. Halkın büyük bir bölümüne tek sağlık bakımını
- sağlayan, hem hekimlik, hem dişçilik, hem de eczacılık ve ruh hekimliği yapan
- sahte doktorlar da bunlardandır. Büyü, falcılık ve muska yazıcılığı yapanlar da
- vardı. Bazıları da büyük halk kitlelerinin gereksinimlerini karşılayacak basit ve
- ucuz ürünleri satan gezici satıcılardı. Dilenciler, kaynaklarda en sık geçen ve en
- dikkat çekici olan gruptur. Dilencilerin, dindarların sadaka vererek dini
- görevlerini yerine getirmelerine olanak tanımaları açısından dini bir işlevleri de
- vardı. Dilenciler mesleklerini yapmak için, kaynaklarda sevgiyle dile getirilen
- çeşitli hilelere başvuruyorlardı. Ortaçağ Avrupası’ndaki derbeder insanlarla ilgili
- daha çok belge bulunmaktadır ve daha ayrıntılı araştırmalar yapılmıştır ama
- Ortaçağ İslamı’ndakiler için bu yapılamamıştır.
- Arap kültüründe dilencilerin bile şiirleri olmuştur. Aşağıdaki şiir X.yy’da
- klasik tarzda yazılmıştır:
- 2
- “Biz delikanlıyız ve karada ya da denizde önemli olan yalnızca biziz.
- Çin’den Mısır'a ve Tanca'ya kadar herkesten haraç toplarız.
- Bir yer bize çok sıcak gelince hemen başka bir yere gideriz.
- İslam toprakları ya da kafirlerinki fark etmez dünyanın tamamı bizimdir.
- Bu yüzden yazı karlı ülkelerde geçirir, kış gelince de hurmaların yetiştiği
- yerlere gideriz.
- Biz dilenciler tarikatındanız ve hiç kimse haklı gururumuzu inkar edemez.
- “
- Eşkiyalar, ıssız dağlarda ve çöl yollarında zengin kervanların yolunu kesen
- özel bir gruptu. Bazıları basit eşkiyalardı ve böyle görülüp kabul edilirdi.
- Gösterdikleri toplumsal tepki nedeniyle bazı eşkiyalar da, bir tür popüler ve hatta
- edebi kült unsuru haline gelmişlerdir. Eski Arabistan’daki suluk adı verilen
- (çoğulu saalik) “eşkıya şairler"' bunların örneklerindendir. Korumasından
- yoksun olarak aşiret sistemi dışında yaşayan salik, Ortaçağ ve modem çağ
- edebiyat tarihçilerinin beğenisini kazanmış bir şiir türü yaratmışlardır. Osmanlı
- Anadolusu’nu özellikle XVI.ve XVII.yy’da harap eden Celali adı verilen eşkiya
- çeteleri bunlardan çok farklıdırlar. Toprağı olmayan köylüler, terhis olmuş
- askerler, din okullarından mezun işsizler ve tatmin olmamış daha başkalarının
- oluşturduğu Celaliler, başarı ve ün elde etmişler; bazı liderleri de Anadolu
- folklorunda yer almışlardır.
- Tarihi bellek suçlamayı ya da unutmayı tercih ettiği başka direniş türlerine
- pek de sıcak davranmamıştır. Kimi zaman kölelerin efendilerine karşı
- ayaklanmaları bunun örneklerindendir.Ortaçağ’ın başında Irak’taki tarım
- projelerinde çalıştırılan Doğu Afrikalı kölelerin ayaklanmaları bunlardan en
- önemlisidir ve 868-883 yılları arasında on beş yıl devam etmiştir. İmparatorluk
- ordulârını yenen isyancılar, Bağdat’taki halife için bir süre önemli bir tehdit
- durumundaydılar. Mısır’da da 1446’da köleler kölelere karşı ayaklanmışlardır.
- Tarihçiler o yıl Kahire dışındaki odaklarda Memluk efendilerinin adarına bakan
- beş yüz zenci kölenin silahlanarak ayaklandıklarını kaydetmişlerdir. Mısır
- tarihçilerinin anlattıklarına göre bu köleler kendi küçük devletlerini ve
- hükümdarlıklarını kurmuşlardır. “Sultan” unvanım verdikleri liderlerini bir tahta
- oturtmuşlar ve yakınındakilere de Memluk sultanının yüksek memurlarının
- unvanlarını vermişlerdir.
- Siyasal ve toplumsal açıdan İslami düzeni tehdit eden ayaklanmalar, daha
- çok amaçlarına dini açıklamalar getiren ama genellikle ekonomik ve toplumsal
- doyumsuzluklar nedeniyle yapılmış -halk başkaldırıları olmuştur. Hariciler,
- İslam devletinin gittikçe güçlenen otokratik kimliğine başkaldırmalar ve
- özgürlüklerine ve onurlarına bir müdahale olarak kabul ettikleri her çeşit
- otoriteyi reddeden Arap ya da öteki göçerlerin desteklerini almışlardır.
- Peygamber soyundan gelenlerin halifelik iddialarını ve halifeliğin gerçek
- sahiplerinin meşruluğunu sorgulayan Şiiler, kendilerini baskı altında ve
- haksızlığa uğramış hissedenlerin kızgınlıklarına bir çıkış yolu
- açmışlardır.VIII,yy’da Abbasiler, X.yy’da Fatımiler ve XVI.yy’da Safeviler
- aralarında olmak üzere bazı başkaldırılar, iktidarı kazanmışlar ama yarattıkları
- beklentileri karşılayamadıkları için taraftarlarının daha fazla aşın isyanlarına
- neden olmuşlardır. Daha barışçı olan Sofi tarikatları bile halktan aldıkları
- destekle yaygın ve tehlikeli ayaklanmalarda bulunmuşlardır.
- Ortaçağ İslamiyeti, popüler görüşün tersine, kırsal ya da çöl uygarlığı değil,
- şehir uygarlığıydı. Tarih geleneği, edebiyatı ve kanunları ile şehirli sorunları ele
- alınmış ve şehir durumları tartışılmıştır. Yalnızca Osmanlı arşivleri günlük köy
- yaşamı hakkında bilgi vermektedir. Edebiyata köy yaşantısının girmesi,özellikle
- de köy edebiyatı daha sonraki zamanlarda görülmektedir. Toprağın kullanılması,
- kiralanması, teknoloji ve sulama gibi konularda az da olsa bilgiler bulunmasına
- karşın, Ortadoğu tarihinde nüfusun büyük bölümünü oluşturan köylüler
- hakkındaki bilgiler oldukça azdır.
- Toprağı gerçekten işleyen köylüler, çalışmalarının meyvelerinden
- faydalananlardan ayrı olarak sessiz olanlardır. Duygu ve düşünceleri, edebiyatta
- ve bölgenin tarihini anlatan kaynaklarda bulunmaz. Kimi zaman köy kökenliler
- tüccar, ulema, toprak sahibi, memur ya da subay olarak toplumun üst katmanları
- katına çıkarlar ve köylü kimlik ve görüşlerini terk ederler. Yalnızca birkaç isyan
- lideri ve eşkiyanın halkla ilişkisi devam etmiştir ama onlarla ilgili de fazla bilgi
- yoktur. Bugün eskiden olmadığı kadar iletişim aracı olduğu halde bile, bu
- ülkelerdeki köylülerin görüşlerine ulaşabilmek bir hayli zordur. Köylülerin
- duygu ve düşüncelerini yansıtan en önemli araçlar atasözleri, folklor ve halk
- edebiyatıdır. Osmanlı arşivlerindeki pek çok kaynak, köylülerin şikayet,
- tartışma, soruşturma ve kararlarıyla yaşamları hakkında bilgi vermektedir.
- Köyün hemen ötesinde, Ortadoğu ülkelerinin çoğunda çok yakınında, yiyecek,
- giyecek ve ulaşım için hayvan yetiştirerek geçimlerini sağlayan göçebe
- aşiretlerin yaşadığı çöl bulunur. Kuzey Afrika’daki ve Güneybatı Asya’daki
- Bedevi Araplar, Anadolu, İran yaylaları ve Orta Asya’daki göçebe Türk ve İran
- aşiretleri, Kuzeydoğu Afrika’daki göçebe Berberiler’in ekonomide, dolayısıyla
- da devlette önemli yerleri olmuştur. Şehirleri ve köyleri yöneten çeşitli
- hükümetlerin göçebeleri hakimiyet altına almaya çalışmalarına karşın, onlar
- hayvan yetiştiriciliği ile tarım arasındaki karakteristik farklılık yüzünden kendi
- farklı yaşam biçimlerini sürdürmüşlerdir. Devlet güçlüyken göçebeler sakin
- olmuşlar, devlet güçsüzleşince de bağımsız olmuşlar, köyleri, vahaları basmışlar,
- kervanları yağmalamışlar ve önceden tarım arazisi olan topraklarda hayvanlarını
- otlatmışlardır. Bazen de gerçek İslamiyet’e dönülmesi gerektiğini söyleyen yeni
- bir din hocasından etkilenmiş ve yerleşim yerlerini ele geçirerek yeni hanedanlar
- ve krallıklar kurmuşlardır.
- 12.BÖLÜM
- HUKUK VE DİN
- VII.yy ortalarında kurulan İslam imparatorluğu ile birlikte Ortadoğu’daki
- hakim din İslamiyet olmuştur. Önceleri fatihler, yöneticiler ve yerleşimcilerin
- oluşturduğu küçük bir azınlığın dini olmuş, eski Bizans ve Pers topraklarında
- yaşamakta olan nüfusun çoğunluğu eski dinlerine sadık kalmışlardır. Ne
- zaman ve nasıl olduğu bugün de bilinmiyor olmakla birlikte, çoğunluk haline
- gelen Müslümanlar, bölgenin büyük kısmında yayılmaya devam ederek,
- çoğunluklarını bugüne dek korumuşlardır. Müslüman olmayanların yaşaması
- yasak tek bir bölge olmuştur. Hadislerden anlaşıldığına göre, Halife Ömer’in
- yayınladığı bir fermanda, Müslümanlar için Hz. Muhammed’in memleketi olan
- Arabistan’da yani Kutsal Topraklarda yalnızca İslam dininin var olabileceği,
- Museviler’in ve Hıristiyanların bu topraklardan gitmeleri gerektiği belirtilmiştir.
- Ne var ki, bu ferman Güney Arabistan’ı kapsamamıştır ve oralarda Hıristiyanlık
- yüzlerce yıl, Musevilik de günümüze dek var olmuştur.
- Müslümanların yönetiminde ya da etkisindeki Müslüman olmayan
- toplulukların kaderleri, başka bölgelerde farklı olmuştur. Güneydeki Habeşistan
- ve kuzeydeki Gürcistan ile Ermenistan gibi İslam İmparatorluğu’nun
- eteklerindeki bazı ülkeler Hıristiyan karakterlerini korurken, bazıları
- bağımsızlıklarını bile koruyabilmiştir.Hıristiyan Kiliseleri’nin Mısır’da ve
- Mezopotamya’da sayıları giderek azalsa da, ayakta kalmaya devam edebilmişler,
- gerçek inancı zorla benimsetmeye çalışan Bizans’tan kurtularak bazı faydalar
- bile sağlamışlardır. Diğer taraftan Kuzey Afrika ise Hıristiyanlık sona ermiştir.
- Orta, doğu ve batı eyaletlerde yaşayan Musevi topluluklara Hıristiyan
- yönetimindekinden çok daha iyi bir konuma gelmelerini sağlayan, Hıristiyanlara
- eşit bir statü verilmiştir. Zerdüştiler’in durumları ise, Hıristiyanlar gibi yurt
- dışında güçlü dostlarının teşviki ve Museviler’in ayakta kalma yetenekleri
- olmadığı için iyice kötüye gitmiştir. Bunlardan Hindistan’a kaçan bir bölümü,
- Parsiler adı verilen küçük bir topluluk olarak bugüne dek gelmişlerdir. İran’daki
- dindar Zerdüştiler küçük bir azınlık haline gelmişlerdir. Müslüman yönetiminin
- ilk yüzyıllarında, devlet gücü ve yerleşik bir ruhban sınıfı disiplinine daha az
- bağımlı olan muhalif Zerdüşti grupların, İran'ın kültürel, toplumsal ve de siyasi
- tarihinde rolleri olmuştur. İnançları Ortadoğu’da ve Avrupa’da Müslümanlar ile
- Hıristiyanlar’ın zulmünden kaynaklanan ve her üç dinden de taraftar bulmayı
- sürdüren Maniciler, bu grupların en önemlisidir.
- Klasik halifeliğin merkezi durumundaki Kuzey Afrika ve Güneybatı Asya’da
- bölgenin eski kültürlerinin yoğun etkisinde bulunan, Müslüman olmayan
- azınlıklar sayesinde zenginleşen, ancak kendi belirgin ve tanınabilir karakterinin
- yaşam biçimini, felsefesini, edebiyatını, bilimini, sanatlarını etkileyen ve
- Müslüman olmayan azınlıkların yaşamlarında bile açıkça görünen bir İslam
- uygarlığı doğmuştur.
- Arapça olan “İslam” sözcüğü, “inananın Allah’a teslim olması” anlamındadır
- ve aynı kökten türeyen “Müslüman” sözcüğü de teslim olma eylemini yapan kişi
- anlamına gelir. Bu sözcük, daha eski çağlarda, Arapça ve-öteki Sami dillerde,
- bütünlük anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla Müslüman kendini tümüyle yalnızca
- Allah’a veren kişidir. Başka bir deyişle, VII.yy’ın putperest Arabistan’ının çok
- tanrıcılarıyla karşılaştırıldığında bir tek tanrıcıdır.
- Müslüman geleneğinde Hz. Muhammed’in görevi bir yenilik değil,
- süreklilikti ve çok tanrıcılık ile tek tanrıcılık arasındaki uzun mücadelenin yeni
- ve artık son aşamasıydı.Hz. Muhammed, Müslümanlar için kitabı olan
- peygamberlerin sonuncusuydu. Hz. Muhammed, Tevrat, Mezmurlar ve İncil
- kitaplarını getiren Hz.Musa, Hz.Davud, Hz.İsa peygamberlerin en büyüğü ve
- sonuncusuydu. Getirdiği Kuran eski vahiylerin tümünün üstündeydi ve onları
- tamamlıyordu. Müslümanlığa göre Musevilik ve Hıristiyanlık başlangıçta gerçek
- dinler olarak ortaya çıkmıştı, aynı misyon ve vahiylerin daha önceki
- aşamalarıydı. Hz.Muhammed, Allah’ın elçisi olduktan sonra eski vahiyler
- geçersiz olmuştu, gerçek artık onun bildirisindeydi. Onun kitabında
- bulunmayanlar gerçek değildi ve bunun nedeni eski kitapların değersiz
- koruyucularınca çarpıtılıp yozlaştırılmasıydı.
- “İslam” sözcüğü, bugün başka anlamlarda da kullanılmaktadır.
- Müslümanlara göre dünyanın yaratılmasından itibaren var olan tek gerçek din
- anlamına gelir. Buna göre de Adem, Hz.Musa, Hz.Davud, Hz. İsa ve ötekilerin
- tümü Müslüman'dır. Ancak vahiylerin eski aşamalarında bulunan inananlar farklı
- adlarla yaşadıkları için İslam daha genel anlamda son aşama olan Hz.
- Muhammed ve Kuran ile sınırlıdır. Burada bir anlam farklılığı bulunmaktadır.
- “İslam” teriminin birincil anlamı Hz. Muhammed’in Kuran aracılığıyla getirdiği,
- sonraki nesillerin görüş ve uygulamalarıyla öğrendiği din demektir. Giderek
- sonraki nesillerin Hz. Muhammed’in öğrettikleri ve ona atfedilen hadislerle
- geliştirdikleri karmaşık din bilimi, hukuk ve görenek sistemi anlamım
- kazanmıştır. Müslümanların “Şeriat” adını verdikleri kutsal kanunu ve “kelam”
- adım verdikleri İslami teolojiyi kapsar. Genel anlamda “İslam" özellikle de
- Müslüman olmayanların kullanımında Hıristiyanlık yerine, Hıristiyan
- dünyasının karşıtıdır ve Müslüman inanç ve toplumunun himayesinde gelişen
- büyük zengin uygarlığı ifade eder. Bu anlamıyla “İslam” Müslümanların neye
- inandıklarını veya inanmalarının beklendiğinden çok, aslında ne yaptıklarını,
- yani, tarihten anlaşıldığı kadarıyla ve bugünkü haliyle İslam uygarlığını
- anlatmaktadır.
- “Cami” (mosque) sözcüğü, Hıristiyan dünyasında konuşulan dillerin tümüne
- Müslümanların ibadet ettikleri yer anlamına gelen bir sözcük olarak çeşitli
- biçimlerle ve farklı yollarla girmiştir. Arapça’da secde edilecek yer anlamına
- gelen “mescid” sözcüğünden gelmiştir ama bu Hıristiyan kilisesinin
- Müslümanlıktaki karşılığı değildir. Cami bir bina, ibadet edilecek yer, hem de
- toplanılacak ve çalışılacak bir yerdir. Cami, Müslümanlık’ta asla kendi özel
- yapısı, hiyerarşisi, yetki alanı ve kanunları olan bir kurum anlamında
- kullanılmamıştır. İslamiyet’in başlangıç yıllarında bir bina bile değil, müminlerin
- beraber namaz kılmak için toplandıkları bir yerdi. Namaz evde,’ kamuya ait
- binalarda, dışarıda ve fetihlerin ilk zamanlarında fethedilen yerlerdeki başka
- dinlere ait, paylaşılan veya fatihlerin el koydukları ibadethanelerde de
- kılınabilirdi. Bu şekilde ilk kez Şam’daki Aziz Yuhanna Kilisesi Arap fatihler
- tarafından önce paylaşılmış, sonra da ele geçirilip değiştirilmişti. Bundan
- yüzyıllar sonra da Konstantinopolis’teki büyük Ayasofya katedrali
- imparatorluk camisi haline getirilmişti. Binanın kubbesinin üstüne bir hilal ve
- dört köşesine dört minare yapılmış, binanın içindeki Hıristiyan resimleri ve
- sembolleri kaldırılmış veya üzerlerine Kuran ayetleri yazılmıştır.
- Caminin içi basit ve sade olur. İmamın görevi yalnızca duada önderlik
- etmektir, başka bir dini görevi yoktur. Bu görevi süreci bilen her Müslüman
- yapabilirdi, ancak uygulamada imamlık sürekli bir meslek makamı haline
- gelmiştir.Mimber ve mihrap caminin içindeki en önemli yerlerdir. Genellikle
- büyük camilerde bulunan mimber, Cuma namazlarında kullanılan yüksek
- kürsüdür. Mihrap, Müslümanların namaz kılarken döndükleri kıble yönündeki
- duvarda bulunan girintidir ve duvarın tam ortasında bulunduğu için binanın
- simetri çizgisini belirler. Müslümanlar’ın toplu namazları Yaratıcı’ya gösterilen
- disiplinli ve toplu bir boyun eğme şeklidir.Namazda drama ve esrara, müzik ya
- da şiir yer almaz. Puta tapmaya benzer bir küfür olarak görülen heykel özellikle
- reddedilir. Müslüman sanatçılar, heykel yerine soyut ve geometrik çizimleri
- tercih etmiş ve süslemelerini yazının yaygın ve sistematik bir
- şekilde kullanımına dayandırmışlardır. Caminin duvarlarım ve tavanını süsleyen
- yazılar, Allah'ın, Hz. Muhammed’in, ilk halifelerin isimleri, besmele ve Kuran
- ayetleridir. Müslümanlık’ta Kuran’ın metni kutsaldır ve onu yazmak ve okumak
- da ibadettir. Kullanılan çok çeşidi yazı biçimleri, hat sanatı ustalarının ellerinde
- çok zarif bir güzelliğe erişmişlerdir. Müslüman ibadetinin ilahileri, müziği ve
- ikonları olan bu dekoratif metinler, hem Müslüman estetiğinin hem de
- Müslüman dindarlığının anlaşılmasının anahtarlarıdır.
- Minare, caminin en çok bilinen ve karakteristik dış kısmıdır. Genellikle ayn
- bir yapı şeklindeki minarenin en üstünden müezzin (Arapça’da mu’adhdhin)
- müminleri namaza çağırır ve bu çağrı Müslüman dünyasının birliğini ve
- çeşitliliğini belirler. Kalabalık sokaklar ve'pazar yerlerinde yükselen minare,
- müminler için bir uyarı ve işarettir. Dini ve toplumsal sembolü her;yerde aynı
- olsa da, İslam'ın her büyük bölgesinin kendi minare stili vardır ve çoğunlukla da,
- Babil kuleleri, Suriye’nin kilise kuleleri, Mısır'ın fenerleri gibi aralarında dini
- olmayanların da bulunduğu daha eski bir yapıyı andırır.
- Başka bir açıdan, özellikle yeni garnizon şehirlerinde Müslüman toplumu ve
- devletinin merkezi olan İslam camisi, Roma forumunun ve Yunan agorasının
- karşılığıdır. Yalnızca vaiz ve namazı kıldıran kişinin yer olmayan caminin
- mimberi, aynı zamanda memurların atanması ve görevden alınması, yeni
- hükümdar ya da valilerin başa gelmesi, savaş, fetih gibi önemli -olayların
- duyurulduğu ve önemli bildirilerin yapıldığı bir platformdur. Garnizon
- şehirlerinde cami, hükümet binaları ve yerleşim mahalleleri bir tür kale gibidir
- ve genellikle mimberden önemli açıklamaları hükümdar ya da vali yapardı. İlk
- çağlardan itibaren İslamiyet’in egemenliğinin simgesi olarak mimberdeki
- konuşmacının elinde bir kılıç ya da asa olurdu; eğer o yer saldın sonunda
- düşmüşse kılıç, koşullu teslim olmuşsa asa bulunurdu.
- Zamanla karmaşık bir duruma gelen Müslüman toplumu ve devletinde
- caminin siyasi rolü azalsa da tamamen yok olmamıştır. Yeni bir halifenin tahta
- çıkışı gibi önemli olaylar, yine mimberden duyuruluyor ve hükümdar ya da
- valinin adının anıldığı hutbe siyasi önemini koruyordu. Hutbede adın anılması
- İslamiyet’te siyasi otoritenin önemli işaretlerindendi.
- Kuran’ın en çok yinelenen bir ayetinde Müslümanlar'a “Allah’a, onun
- Peygamberine ve amirlere itaat etmeleri” buyurulur (4:59). Bu ayet, hadislere
- Kuran’a eşit bir otorite tanıdığı şeklinde yorumlanmış ve nesiller boyu Hz.
- Muhammed’in görüşleri ve uygulamalarını anlatan hadisler ağızdan ağza
- aktarılmış,sonra da büyük derlemeler şeklinde yazılmıştır. Ancak bunların çok az
- bir kısmı Müslümanlar tarafından güvenilir olarak kabul edilir. Ortaçağlardaki
- Müslüman araştırmacılar bazı hadislerin doğruluğunu sorgularken, bunu modem
- araştırmacılar daha radikal şekilde yapmıştır. Öte yandan, Müslümanlar hâlâ
- standart derlemelere Kuran’dan sonra ikinci derecede saygı gösterirler.
- İslamiyet’in kutsal kanunu Şeriat, Kuran ve hadislerden oluşur. Yüzyıllardır
- ilahiyatçıların ve hukukçuların sevgiyle oluşturdukları bu görkemli kanunlar,
- İslamiyet’in entelektüel başarılarının en önemlilerin biri ve İslam uygarlığının
- dehası ve karakterinin en iyi simgesi niteliğindedir.
- Mirza Ebu Talib, XVIII.yy’ın sonlarında İngiltere’yi ziyaret eden ve
- gözlemlerini yazan ilk kişilerden biridir ve Avam Kamarası’nı ziyaretini
- anlatmıştır. Avam Kamarası’nın görevinin kanunları çıkarmak ve suçlulara
- verilecek cezalan belirlemek olduğu açıklandığındaki şaşkınlığını dile
- getirmiştir. Mirza okurlarına İngilizler’in Müslümanlar’ın tersine gökten
- inme ilahi bir dini kabul etmedikleri için “zamanın, durumun ve yargıçların
- deneyiminin gereklerine uygun şekilde" kendi kanunlarını oluşturmak zorunda
- kaldıklarını belirtmiştir.
- 1
- Teoride îslami hukuk sistemi, gezginin anlattığı İngiltere izlenimlerinden
- oldukça farklıydı. Allah'ın vahiy yoluyla bildirdiği, Kuran’da ve hadislerde yer
- alan ve sonra da ilahiyatçı ve hukukçuların tarafından genişletilerek yorumlanan
- kanun, Müslümanlar için geçerli olan tek kanundu. Hukukun Allah tarafından
- yaratılıp Peygamber tarafından açıklandığının kabul edildiği yerde din bilimciler
- ve hukukçular aynı mesleğin farklı dallarını izliyorlardı. Devlet memuru
- olmayan, özel kişiler olan Şeriat uzmanlarının kararları ne resmen bağlayıcı ne
- de ittifakla alınmış olurdu. Devlet tarafından atanan kadı, mahkemesinde adalet
- dağıtırdı. Kadının görevi kanunu yorumlamak değil, uygulamaktı. Bu görev
- müftünündü ve onun fetva olarak adlandırılan kararlan ya da düşünceleri, kanun
- olmasa da, hukuki otorite olarak kabul edilebilir.
- tike olarak Şeriat, özel ve kamusal, bireysel ve toplumsal olarak İslam
- yaşamının alanlarının tamamını kapsardı. Şeriat’ın özellikle evlilik, boşanma,
- mülkiyete ve miras gibi konularla ilgili bazı hükümleri, müminlerin boyun
- eğmeleri beklenen ve devletin uygulamak için önlemler aldığı kesin bir kanun
- şekline dönüşmüştür. Başka açılardan Şeriat, bireylerin de toplumun da
- ulaşmaları gerekli olan bir idealler sistemiydi! Şeriat’ın hükümetle ilgili siyasi ve
- meşruti hükümleri bu ikisinin arasında, kimi zaman, kimi yerde birine, kimi
- zaman, kimi yerde de diğerine daha yakındır.
- Şeriat, Müslüman hukukçular tarafından iki ana bölümde ele alınmıştır. İlki
- müminlerin kalpleri ve ruhlarıyla, yani ahlak ve öğretiyle; İkincisi Allah’a ve
- insana ilişkin dış eylemlerle, yani bir tarafta ibadet, diğer tarafta da sivil, ceza ve
- kamu kanunlarıyla ilgilidir. Kanun bir kurallar sistemi getirmeyi
- amaçlar. Müminlerin bu kurallara boyun eğmesi, onlara bu dünyada namuslu bir
- yaşam sağlayacak ve onları öteki dünyadaki sonsuz mutluluğa hazırlayacaktır.
- Bu kuralları ayakta tutmak ve uygulamak İslam toplumu ve devletinin temel
- işlevidir.
- Aslında İslam ve Batı hukuk uygulaması arasında Mirza Ebu Talib’in
- anlattıklarından daha az keskin bir fark vardı. İslam devletinde Şeriatin insanın
- kanun koyma gücünü kabul etmemesine karşın, uygulamada durum tam tersi
- olmuştur. Geçen on dört yüzyılda Müslüman hukukçular ve hükümdarlar
- ilahi vahiylerin tam olarak cevaplayamadığı çeşitli sorunlarla karşılaşmış ve
- bunları çözmüşlerdir. Kanun olarak görülmeyen ve sunulmayan bu çözümlere,
- aşağıdan geliyorsa gelenek, yukardan geliyorsa yönetmelik ve sıkça olduğu
- üzere hukukçulardan geliyorsa da yorum denilmiştir. Kutsal metinlerin
- yeniden yorumlanmasında İslamiyet’in hukuk bilginleri en az diğer toplumların
- avukatları kadar ustalardı. Mirza Abu Talib’in kesinlikle haklı olduğu bir konu
- vardı. Yeni bir kanun konması yaygın ve sıradan bir şey olduğu halde, daima
- neredeyse gizli bir şekilde yapıldığı için Avrupa demokrasisinin başlangıç
- noktasını oluşturan yasama meclislerine yer yoktu.
- Müslümanlar Kuran’ın değiştirilemeyen metni ve hadislerin kabul .edilmiş
- hükümlerine karşın hukukçuların “kurallar zamanla değişir" ilkesine uygun
- biçimde kanunlarını büyük ölçüde değiştirip geliştirmişlerdir. Hükümdarın kendi
- sözünün gücü ve ulemanın onayı olmak üzere iki önemli etken bu gelişmede
- önemli rol oynamıştır.
- İslam devleti Sünni hukukçuların tanımlandığı biçimiyle bir teokrasiydi.
- Allah egemenliğin, meşruluğun ve hukukun tek kaynağı, hükümdar da onun
- aracı ve temsilcisiydi. Halifelere ve sultanlara verilen bir unvan “Allah’m
- yeryüzündeki gölgesi”dir.Müslümanlar devleti yürütebilmek için uygulamada
- sofu Müslümanlar için de iktidar sahibi olmanın, kurallar koymanın, ceza
- vermenin gerektiğini daha ilk başlarda fark etmişlerdi. Ancak bu, ilahi kanuna
- karşı çıkmadan, onu tamamlayarak gerçekleştirilecekti. Arapça’da bu güç
- “siyasa” olarak adlandırılıyordu. Siyasa ilk anlamıyla at eğitmek ve idare etmek
- demektir, bugün politika anlamında kullanılmaktadır. Daha eskiden ve Osmanlı
- döneminde hükümdarın Şeriat’ın verdiklerinden ayrıca sahip olduğu yetkiler,
- ceza ve özellikle de ölüm cezası verme yetkisi anlamında kullanılıyordu. İki tür
- yetkinin de olması gerektiği Şeriat bilginleri tarafından onaylanmıştı. Osmanlı
- sultanları bir eyaletin, bir devlet dairesinin ya da monarşinin ve merkezi
- hükümetin işlerini düzenleyen, kanun adı altında kurallar koymuşlardı. Bir
- kanun, Şeriat’tan önde gelemez ve onun yerini alamazdı ama geleneklere ve
- hükümdarlarının fermanlarına dayanarak Şeriat’ı güncelleştirebilirdi.
- Özellikle Osmanlılar gibi daha dindar olan Müslüman hükümdarlar, bu
- kuralları getirmek ve uygulamak için ulemanın desteğine, en azından onayına
- ihtiyaç duyarlardı. Eski çağlarda daha dindar ve saygın olanlar devletten uzak
- durarak devlet hizmetinin yol açacağı ruhsal kirlenmeden kaçınırlardı. XI.yy’dan
- itibaren yurt içinde ve yurt dışındaki yeni tehditler nedeniyle hükümdarlar ve
- ulema birbirlerine yaklaşmıştır. Selçuklular, daha çok Osmanlılar ve başka
- yerlerdeki çağdaşlarının yönetiminde özellikle hukukla ilgili ulema, devlet
- işlerine daha çok karışır oldu ve hükümet mekanizmasının bir parçası haline
- geldi.
- Ancak bu haliyle bile bir Kilise olmadılar ve terimin Hıristi-yanca
- anlamındaki gibi bir Ortodoksluk İslamiyet’te yaratılmamıştır. İslam tarihinde
- gerçeği tanımlayan, yanlışları kınayan din meclisleri, papalar, doğru inancı ilan
- eden, deneyen ve uygulayan engizisyoncular bulunmamıştır. .İslamiyet’teki
- hukuk ve din bilginleri olan ulema bireyler olarak ya da okullarda, sonra da
- kamu görevlileri olarak dogma oluşturup Kuran’ı yorumlamalarına karşın, ondan
- sapmanın dine karşı gelmek olacağı tek bir dogma bile getirecek bir dini otorite
- kurmamışlardır. Dolayısıyla, onaylanmış inanç şeklini insanlara dayatan
- bir Kilise olmamıştır. Bu devlet tarafından yapılmaya çalışılmış ancak başarılı
- olunamamıştır.
- Doğru inancın evrensel kabul gören sınavı icma, yani müminlerin uzlaşması,
- modem terimlerle bilginler ve güçlüler arasındaki görüş alışverişidir. Bu
- uzlaşmanın kuramsal temeli Hz. Muhammed’in “Benim toplu mum yanlış
- olanda anlaşmaz.” sözüne dayandırılır. Bu söz, Hz. Muhammed öldükten sonra,
- ilahi rehberliğin bir bütün olarak Müslüman toplumuna geçmesi ve doğru olan
- İslam öğretisi ve uygulamasının toplum tarafından kabul edip uygulananlar
- olduğu anlamında kabul edilmiştir. Sünni hukukçular bazı kısıtlamalarla birlikte,
- toplumda bilginlerin ve dindarların görüş ayrılıkları olabileceğini kabul etmişler
- ve böylece Şeriat kanunlarının farklı mezheplerin olmasını ve karşılıklı
- hoşgörülerini doğrulamışlardır. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleri
- bugüne kadar gelmiş ve aralarında Sünni İslam dünyasını paylaşmışlardır. Bu
- icma öğretisiyle farklılık ve değişim onaylanıp kolaylaştırılmıştır.
- Yer ve zamana göre değişen bu tür bir uzlaşma daha" yapısal ve otoriter olan
- sistemlerle karşılaştırıldığında tutarsız ve önemsiz görülebilir. Aslında İslam’ın
- ilk dönemlerinde bu biçimdeydi. İnsanın mantığına ve kişisel görüşüne geniş bir
- yer verilmişti. Buna Şeriat’ın dilinde içtihat adı verilirdi. Giderek değişiklik sının
- daralmış, en sonunda da çok küçük, yerel, marjinal ve önemli bir istisna olarak
- yeni olanla sınırlanmıştı. 900 yılından itibaren, Şiiler bunu kabul etmemişlerse
- de, Sünniler arasında çıkmış tüm sorunların çözüldüğü ve “içtihat kapısının
- kapandığı” konusunda bir uzlaşmaya varılmıştır. Ne var ki her zaman yeni
- sorunlar olmuştur. Bu sorunlar arasında, modem çağların başında ateşli silahlar,
- kahve, tütün konuları ve bugün de birçok yeni konu vardır. Kapının tekrar
- açılmasını savunan hukukçular olmuştur. Şiiler de kapının kapandığını kesinlikle
- kabul etmemişlerdir. Onların ulemalarına içtihadı uygulayan kişi anlamına gelen
- “müçtehid” denilir ve onlar da Sünni meslektaşlarından pek de farklı değillerdi.
- İslam hukuk ve teolojisinin çekirdeği olan doğru davranış ve inanç kuralları,
- uzlaşma ve izin verilebilir bağımsız yargı uygulaması ile oluşturuldu ve evrensel
- olarak da kabul edildi. Geleneğe saygı olan “Sünnet” bu oluşumun rehber
- ilkesiydi. Sünnet eski Arabistan’da, aşiretin kurallaşmış gelenekleri ve ataların
- örnekleri anlamına gelirdi. Sünnet, İslamiyet’in başlangıç dönemlerinde,
- toplumun canlı ve gelişen bir geleneğiydi. İlk halifelerin ve Hz. Muhammed’in
- ashabının eylem ve politikalarıyla gelişmişti. İslamiyet’in ikinci yüzyılında daha
- gelenekçi bir görüş vardı. Gerçek hadisleri iletenler tarafından Hz.Muhammed’in
- emirleri ve uygulamasıyla eşit görülen Sünnet’in Kuran dışında her şeyin
- üstünde olduğu kabul ediliyordu. Bu görüşün genel olarak kabul edilmesi ve bazı
- inanılırlık dereceleriyle Hz. Muhammed’in hadislerinin ortaya konulmalanyla
- düşüncenin, dolayısıyla uzlaşmanın rolü azalmış ama tamamen ortadan
- kalkmamıştır. Zamanla ulema, içtihat yerine “taklid”e, başka bir deyişle yerleşik
- doktrinleri sorgulamadan kabul etmeye başladı. Bu durum bir çeşit İslami
- Ortodoksluk meydana getirdi ama bu Hıristiyanlıktaki gibi dini otorite
- kurumlarının belirledikleri doğru olan öğreti gibi değildi, daha dar anlamıyla
- genel olarak kabul edilen geleneksel öğreti ve uygulamaydı. Sapmalar, duruma
- göre bir hata, suç ya da günah olarak karşılanıyordu.
- Bu Ortodoksluğu kabul edenler Sünni adını aldı. Sünnilik’te resmen
- belirlenmiş bir dogmaya inanç ve dini bir otoriteye itaatten yerine, bir topluluğa
- bağlılık ve onun geleneklerinin kabulü söz konusudur. Müslümanlar’ın
- Sünnet’ten sapmaları belirlemede kullandıktan teknik terimlerde benzeri
- komünal ve toplumsal atıflara rastlanır.
- Hıristiyanlık’taki “dalalet” kavramının Müslümanlık’taki en yakın karşılığı
- “bida” başka bir deyişle yeniliktir. Gelenekleri devam ettirmek doğrudur ve
- Sünni İslam bununla belirlenir. Geleneklerden uzaklaşmak bida’dır ve doğru
- olduğu özel olarak belirtilmediği sürece yanlıştır. Hz. Muhammed’e
- atfedilen “Yenilik en kötü şeydir, her yenilik bir icattır, her icat bir hatadır ve her
- hata da cehennem ateşine götürür.” sözü aşırı gelenekçi görüşü anlatmaktadır.
- Bir öğretiye getirilen bida suçlamasının temelinde yanlış olduğu değil, yeni
- olduğu bulunur ve Müslüman dininin kusursuz ve son oluşu inancıyla
- desteklenen geleneklerin çiğnenmesi anlamına gelir.
- Buna göre Müslüman bida kavramıyla Hıristiyan dalalet kavramı arasında
- büyük bir farklılık bulunur. Dalalet teolojik bir sapma, yanlış bir öğreti
- seçimiyken, yenilik, teolojik bir suç olmaktan çok toplumsal bir suçtur. Doğru
- yoldan sapma anlamına gelen “ilhad” ve aşırılık anlamına gelen “guhıv” içinde
- aynı şey söz konusudur- Guluv, Kuran’ın öncelikle Musevilerle ve
- Hıristiyanlar’a hitap eden ayetinde yer alır: “Ey ehli kitap! Dininizde aşırıya
- gitmeyin ve Allah hakkında gerçekten başkasını söylemeyin" (Kuran 4:171).
- Burada geçen guluv terimi İslamiyet’in aşırılık olarak kabul ettiği Hıristiyan
- inançlarına gönderme yapmaktadır. Daha sonraları, guluv daha çok
- Müslümanlar’ın yanlışları için kullanılmıştır.
- Topluluk içinde bir ölçüdeki görüş ayrılıkları zararsız ve hatta yararlıdır.
- Bunu anlatan “Cemaatim içinde görüş ayrılığı Allah’ın lütfudur.” sözü Hanefi
- hukuk mezhebinin kurucusu bilgini Ebu Hanife’ye, sonra da Hz. Muhammed’e
- atfedilmiştir. Şeriat hukukunda kendi ilkeleri, ders kitapları ve fıkıh bilginleri
- olan ama ortak bir hoşgörü içinde yaşayan çeşitli mezhepler yer alıyordu.
- Bazıları öğretiyle ilgili olan farklılıklar çoğunlukla törenseldi. Ancak farklılığın
- da bir sınırı vardı ve aşırıya kaçanlara galat (tekili gali) ya da sapkınlar anlamına
- gelen Melahide (tekili mulhid) adı verilirdi. Bunları din bilginlerinin çoğu
- Müslüman olarak ka'bul etmezlerdi.
- Genellikle din bilginleri çizgiyi çekmeleri gereken yeri bilemezler. İsmaililer
- gibi radikal ve aşırılıkçı Şii grupları, birçok din bilgini tarafından İslam’dan
- dışlanmıştır. Öte yandan bunlara, Müslüman toplumlarının çoğu tarafından
- hoşgörü gösterilmiş, toplumsal olarak yıkıcı ve siyasi olarak ihanet
- sayılacak şeyler yapmadıkları sürece Müslüman statüsü vermekte sakınca
- görülmemiştir. Bugün de bu hoşgörü Levant’taki Aleviler’e, Dürziler’e ve bazı
- İslam ülkelerindeki İsmaililer’e gösterilmektedir. İslam tarihinde ve bugünkü
- İslam dünyasında Sünni olmayan, ılımlı Şii denilen, önemli bir topluluk için
- durumu biraz daha karışıktır.
- Müslüman hukukunda, Müslüman teolojisinde bir sınıf olmadığı için dalalet
- yer almaz. Bir Müslüman, din bilimcilerinin asgari gereklerine bile uymazsa
- inançsızlıkla, hatta irtidat (dininden dönme) ile suçlanır. Müslüman din
- bilimcileri onaylamadıkları öğretilere karşı yenilikçi, aşırılıkçı ya da sapma
- şeklinde suçlamaya hazır olsalar da, bu suçlamaları mantıklı sonuçlara
- ulaştırmak konusunda istekli değillerdir. Bir öğretiyi ve ona inananları İslam
- olmamakla suçlamak, sözde Müslüman olan bu kişilerin kanunun en ağır
- cezasına tabi mürtet olduklarını kabul etmek demekti. Bir mezhebe mensub olan
- kişi, bazı inançları İslamiyet’in akışından ayrılmış olsa bile Müslüman’dı ve
- kanunlar karşısında toplumda, evlilikte, mirasta, tanıklıkta ve kamu hizmetinde
- bir Müslüman'ın statüsüne ve ayrıcalıklarına sahip olmaya devam ederdi.
- Savaşta, bir isyanda yakalansa bile ona Müslüman olarak davranılarak hemen
- öldürülmez ya da köle yapılmazdı ve ailesiyle malları kanunlarca korunurdu.
- Günahkar olsa da inançsız değildi ve öteki dünyada bir yer bulma ümidi hâlâ
- vardı. İslamiyet’teki en önemli engel, Sünniler ile mezhepçiler arasında değil,
- mezhepçiler ile mürtet’ler arasındaydı. İrtidat hem günah hem de suçtu ve
- mürtet bu dünyada da öteki dünyada da lanetlenmişti. Suçu ait olduğu ve bağlılık
- borçlu olduğu toplumu terk etmek ve ona ihanet etmekti ve cezasını canıyla,
- malıyla öderdi. O kesilmesi gereken kuru bir daldı.
- İrtidat suçlamalarına sıkça rastlanırdı ve ilk zamanlarda "inançsız" ve
- “mürtet” terimleri dini tartışmalarda sk sık geçerdi. El-Cahiz (ölümü 869),
- “İlahiyatçıların dindarlığı muhalifleri dinsizlikle itham etmekten başka bir şey
- değildir.” demiştir Gazali (ölümü 1111), “Allah'ın yüce merhametini
- hizmetkarlıklarıyla sınırlayan ve cenneti küçük bir ilahiyatçı kliğinin vakfı
- haline getirecekleri”açıklanmıştı. Aslında bu suçlamalar uygulamada bir fayda
- sağlamıyordu. Genellikle suçlananlar çoğunlukla rahat bırakılır, hatta bunlardan
- İslam devletinde yüksek makamlara gelenler olurdu. Müslüman kanunundaki
- hüküm ve cezalar sistematize edilerek düzenli uygulanmaya başlayınca irtidat
- suçlamaları da azaldı. Az sayıda din bilimci, inançları kendilerininkinden farklı
- olanlara karşı irtidat için ceza verilmesi taraftarıydı. Öte yandan, her tür yeniliğe
- karşı olan Suriyeli fakıh ibn Taymiyya (ölümü 1328) kuşkulu grupların
- uyarılması ve kötü durumlarda zorlayıcı eylemlerle bir tür karantinaya alınması
- gerektiğinden yanaydı. Bida’nın aşın, ısrarlı ve saldırgan olması durumunda,
- taraftarlarının İslam toplumundan atılmaları ve acımasızca yok edilmeleri
- gerekirdi.
- İslam’da tek bir zorunlu, dogmatik Ortodoksluğun olmaması, bir eksiklik
- değil, Sünni Müslümanların kendi inançlarına yabana ve toplumlarının çıkarları
- açısından tehlikeli olduğunu hissetmeleri nedeniyledir. Ne var ki, başka dinlere
- inananlar gibi, Müslümanların da, kendi ilkelerini izlemedikleri, hatta kitaplarına
- boyun eğmedikleri olmuştur. Gerek klasik gerek de Osmanlı dönemlerindeki
- örneklerde hükümdarların İslamiyet’in belirli bir biçimini zorla kabul ettirmeye
- ve hatta Müslüman olmayan tebaalarını zorla Müslüman yapmaya çalıştıklarına
- rastlanmaktadır. “Sapkın” inançlara sahip kişilerin gerçek dini kabul etmeye
- zorlandıkları ve karşı koyduklarında işkenceyle öldürüldükleri de bilinmektedir.
- Ancak hoşgörü de hoşgörüsüzlük de yapısaldı, başka bir deyişle kanunla
- belirlenmişti. Allah'ın birliğini ve varlığını inkar edenlere, yani dinsizlere ve çok
- tanrılılara hoşgörü gösterilemezdi. Fetihlerden sonra onlara tanınan “ihtida” ya
- da ölüm seçenekleri, köleliğe çevrilebilirdi. Hoşgörü, eh azından inanca sahip
- olanlar, başka bir deyişle İslamiyet’in vahiy yoluyla inmiş ve gerçek kitabı
- olduğuna inananlara gösterilirdi ve bu kişilerin belirli mali ya da başka
- sınırlamaları kabul ederek uymalarına bağlıydı. Mürtet olana,
- yani Müslümanlık’tan çıkana hiçbir koşulda hoşgörü gösterilemezdi ve cezası
- ölümdü. Bazı otoriteler pişman olan mürtet için cezanın hafifletilmesine izin
- verirken, bazıları da pişmanlık halinde dahi ölüm cezasından vazgeçmezlerdi.
- Bu kişiler öteki dünyada Allah tarafından affedilebilirlerdi, ancak bu dünyada
- kanun " tarafından cezalandırılmaları gerekirdi.
- Ortaçağ Müslüman dogmacılarının en büyüklerinden biri olan el-Aşari’nin
- (ölümü 935-36) son sözleriyle ilgili iki yorum yapılmıştır. Bu yorumlardan
- birine göre son sözleri şunlardır: “Mekke’ye dönerek dua edenleri kafir
- saymıyorum. Herkes dua ederken düşüncesini aynı yöne .çevirir, yalnızca
- ifadeleri değişik olur.” Diğer yoruma göre de, ölürken Mutazile’nin yaptığı
- yanlışlıklara küfür etmiştir. Bu yorumların hangisi doğru olursa olsun, ilk
- yorumun Sünni İslam'ın doğru olan inanca karşı daha gerçekçi genel
- davranışının ifadesi olduğu şüphesizdir. İslamiyet’in sikkelerde yazılı olan,
- minarelerden okunan, her gün dualarda yinelenen düşüncesi Allah’ın tek olduğu
- ve Hz. Muhammed’in onun Peygamberi olduğudur, bunun dışındakiler
- ayrıntıdır.
- İslam’ın beş şartından birincisi, “Kelimei şahadet”, yani imanın
- açıklanmasıdır. İkincisi namaz (salat), özellikle de her gün doğarken, öğlen,
- öğleden sonra, gün batarken ve akşam belirli hareket ve dualarla kılman
- namazdır. Müslümanların duaları herhangi bir kurala bağlı değildir, her zaman
- edebilirler. Ancak namaz kadın-erkek her yetişkin Müslüman’ın görevidir.
- İbadet edecek kişinin temiz olması, temiz bir yerde bulunması ve yüzünü
- Mekke’ye çevirmiş olması gereklidir. Dua, “Kelimei şahadet” ile bazı Kuran
- ayetlerinden oluşur.
- Müslümanlar da, Museviler ve Hıristiyanlar gibi haftanın bir günü toplu
- olarak namaz kılıp dua ederler (Kuran 62:9-11)-Musevi Cumartesisi ve
- Hıristiyan Pazarı gibi Müslüman Cuması da toplu ibadet günüdür. Musevi ve
- Hıristiyanlar’dakinin tersine bu bir dinlenme günü değildir. Kuran’da yazıldığı
- ve tarihin doğruladığı gibi pazarlarda ve başka yerlerde daha fazla hareket
- günüdür. Bunun yanında haftalık tatil kavramı da vardır. Ortaçağ’da bu
- uygulamanın olduğundan söz edilir. Osmanlılar zamanında haftalık tatil daha
- yaygınlaşmış ve bugün neredeyse tüm Müslüman ülkelerde evrensel duruma
- gelmiştir.
- Hac, İslam’ın beş şartından üçüncüsüdür. Her Müslüman en az bir defa
- Mekke ve Medine’yi ziyaret etmelidir. Ancak bu Hıristiyanlar’ın ve
- Museviler’in Kudüs’ü ziyaret etmeleri gibi isteğe bağlı değildir, dini bir
- yükümlülüktür. Her yıl hac Zilhicce ayının 7. ve 10. günü yapılır. Mekke
- Camii’nin ortasındaki Kabe’nin tavaf edilmesi ve kurban bayramıyla sona erer.
- Allahın Evi (Beytüllah) olarak adlandırılan Kabe, Müslümanlar için kutsal şehrin
- en kutsal yeridir.
- İslam tarihinde haçcın çok önemli kültürel, toplumsal ve ekonomik etkileri
- olmuştur. Başlangıçtan itibaren İslam dünyasının her köşesinden toplumsal
- geçmişleri ve ırkları birbirinden farklı olan Müslümanlar uzun yollar kat edip
- yurtlarını bırakarak ortak ibadet yapmak üzere gelmişlerdir. Ancak
- Antik dönemde ve Ortaçağ’da aşiretlerin ve insanların toplu göçlerinden farklı
- olan hac yolculuğu gönüllü ve bireysel olarak yapılan bir yolculuktur. Hac
- kişisel bir eylem ve kişisel bir kararın uygulanmasıdır, çok önemli kişisel
- deneyimlerle sonuçlanır. Modem olmayan toplumlarda benzeri bulunmayan bu
- fiziki eylem, en başından itibaren önemli entelektüel, toplumsal ve ekonomik
- sonuçlar doğurmuştur. Zengin hacılar yol masraflarını karşılayabilmek için
- yanlarında yol boyunca satabilecekleri köleler götürürlerdi. Tüccarsa hacılar,
- bunu bir iş yolculuğuyla birleştirirler, geçtikleri yerlerde mal alıp satarak çeşitli
- ülkelerin pazarlarını, tüccarlarını, ürünlerini, geleneklerini ve uygulamalarını
- öğrenirlerdi. Bilim adamı olan hacılar, toplantılara katılarak, meslektaşlarıyla
- tanışıp kitap satın alarak bilgi ve düşüncelerin yayılmasını ve değiş tokuşunu
- sağlarlardı.
- Hac birbirinden uzaktaki Müslüman ülkeler arasında bir iletişim ağı
- oluştururdu. Hac ile yeni bir yolculuk edebiyatı ortaya çıkmış ve uzak yerlerle
- ilgili bilgi edinilmesi sağlanmış ve en önemlisi, daha büyük bir topluma ait olma
- bilinci oluşmuştur. Bu bilinç, Mekke ve Medine’deki toplu ibadete katılma
- ve başka ülke ve halkların Müslümanları ile birleşme duygusunu pekiştirmiştir.
- Önemli sayıda erkek ve çok sayıdaki kadının fiziki hareketliliği ile oluşan
- toplumsal hareketlilik, Ortaçağ İslam dünyasını Avrupa Hıristiyan dünyasının
- sınıflı, katı şekilde hiyerarşik ve yoğun yerel geleneklere sahip dar toplumun-dan
- çok farklı duruma getirmiştir. Geniş ve farklı olduğu halde ne Ortaçağ’da ne de
- modern Hıristiyanlık’ta asla olmayan birlik, İslam dünyasında gerçekleşmiştir.
- İslam dünyasının kültürel birliği tek başına hac ile yaratılmamıştır ama öteki
- etkenlerden en önemlisidir.
- Oruç İslam’ın dördüncü şartıdır. îslami takvimin dokuzuncu ayı Ramazan’da,
- hastalar, yaşlılar ve küçük çocuklar hariç er-kek-kadın her yetişkin Müslüman
- güneşin doğuşundan batışına kadar geçen sürede oruç tutmak zorundadır.
- Cihadda olanlar ve yolculuk yapanlar orucu erteleyebilirler.
- İslam'ın beş şartından sonuncusu, Müslümanlar’ın devlete ya da topluma
- verdikleri zekattır. Başlangıçta müminlerden dini amaçlar için toplanan para olan
- zekat, giderek bir vergi haline gelmiştir. İslamiyet’i kabul edenlerin dini
- yükümlülüğü olarak sadaka vermesi anlamına gelmektedir.
- Olumlu yükümlülükler olan İslam’ın beş şartı, bir Müslüman'ın yapması
- gereken görevlerdir. Yapılması günah olan uzun bir olumsuz emirler dizisi de
- bulunmaktadır. Bu emirlerin çoğunluğu hırsızlık ve cinayetin yasaklanması gibi
- başlıca toplumsal kurallardır. Bunlar dışında, domuz eti yemek, alkol,zina ve faiz
- alma gibi özel dini çağrışımları olanlarda bulunmaktadır. Musevilik ve
- Hıristiyanlık’ta da yer alan cinsel ve parasal suçlar karşısındaki endişe, onlarda
- olduğundan daha farklı tanımlanmıştır. Domuz eti yeme yasağı Musevilik’te de
- vardır. Alkollü içki içme yasağı yalnızca Müslümanlar’a özgüdür. Domuz eti,
- alkol, zina ve faiz yasakları ekonomik ve toplumsal yaşamı çok derinden ve
- yaygın bir şekilde etkilemişlerdir ve hâlâ durum böyledir.
- “Cihad”, ilahiyatçıların ve fıkıhçıların belirttikleri bir başka olumlu
- yükümlülüktür. Cihad, saldın durumunda, toplumun tamamının ve birey olarak
- her Müslüman’ın yükümlülüğüdür. Cihad Kutsal savaş anlamına gelir ve Kuran
- dilinde “Allah yolunda ilerlemek” (fi sebil Allah) demektir. Bazı Müslüman
- din bilginleri, özellikle modem zamanlarda, “Allah’ın yolunda ilerlemek”
- görevini ahlaksal ve ruhsal anlamda ele almışlardır. Ancak cihad eski otoritelerin
- çoğunluğu tarafından Kuran ve hadislerdeki metihlere dayanılarak askeri bir
- terim olarak kabul edilmiştir. Şeriat kanununda yer alan cihad bölümünde
- savaşın başlatılması, yürütülmesi, kesilmesi, bitirilmesi ve ganimetin
- paylaşılması ince ayrıntılarıyla tanımlanmıştır. Cihad yapanlar kendilerine
- saldırmadıkları sürece çocukları ve kadınları öldüremezler, esirlere işkence
- yapamaz, fiziksel bir zarar veremezler, anlaşmalara uymak zorundadırlar. Şeriat
- savaşa katılmayanlara iyi davranılmasını buyururken, zaferi
- kazananlara yenilenlerin kendileri, aileleri ve mallan üzerinde geniş haklar
- veriyordu.
- Allah ve din için savaşma anlamındaki kutsal savaş kavramı, Ortadoğu için
- yeni değildi. Tevrat'ın Tesniye ve Yargıçlar kitaplarında pek çok örnek
- bulunmaktadır. Hıristiyan Bizanslılar, İran’a karşı savaşlarını, Arap ve sonra da
- Türk saldırganlar püskürtme eylemlerini bu şekilde açıklamışlardır. Ancak
- bunlar vaat edilmiş toprakların fethi, Hıristiyan dünyasının Hıristiyan
- olmayanların saldırılarından korunması gibi sınırlı hedefleri olan savaşlardı.
- Genellikle Müslüman cihadıyla karşılaştırılan Hıristiyan haçlı seferleri bile
- aslında cihada karşı gecikmiş, sınırlı bir cevap ve bir ölçüde taklitti. Ancak
- cihadın tersine, asıl amacından çıkmış ya da tehdit altındaki Hıristiyan
- topraklarının savunulması ya da yeniden fethiydi. Birkaç istisna hariç, Güneybatı
- Avrupa’nın ele geçirilmesi için yapılan başarılı savaşlarla, Kutsal Topraklar’ı
- tekrar elde edip Osmanlılar’ın Balkanlardaki ilerlemesini durdurmak için yapılan
- başarısız savaşlarla sınırlıydı. Müslüman cihadı ise, tüm dünya İslamiyet!
- kabul edene veya Müslüman yönetimine girene kadar sürecek sınırsız bir dini
- yükümlülüktü. Müslümanlığın vahiyle gelmiş bir din olduğunu kabul edenlere,
- bazı mali ve başka yükümlülükleri yerine getirme koşulu ile dini uygulamalarına
- izin veriliyordu. Bunu yapmayanlara, çok tanrılılara ve puta tapanlara da
- ihtida, ölüm ya da kölelikten başka seçenek kalmıyordu.
- Müslüman kanunlarına göre, dinsizler, dinini inkar edenler, isyancılar ve
- eşkiya olmak üzere dört tür düşmana karşı savaşmak meşrudur ve ilk ikisi cihad
- sayılır, farklı kuralları vardır ve kazananlara farklı haklar verir. Bu özellikle
- Müslümanların eşkiya ya da isyancı olduklarında bile Müslüman olmayanlara
- oranla bağışıklı oldukları anlamına gelir. Cihadın amacı tüm dünyanın İslam
- hukuku altına girmesini sağlamaktır. Bu zorla din değiştirterek olmaz, din
- değiştirmenin önündeki engellerin kaldırılmasıyla olur.St. Thomas ve
- St.Bemard’ın da Hıristiyan haçlı seferleri için buna benzer görüşleri vardır.
- Kuran cihadda savaşanlara iki dünyada da ödül vaat eder: Bu dünyada
- ganimet, öbür dünyada Cennet nimetleri. Allah yolunda ölenler şehittir.
- Müslüman hukukçuları ve din bilginleri ilk zamanlardan itibaren cihadın
- köleciler ve yağmacılar tarafından kötü kullanılmasının tehlikelerinin
- farkındaydılar. Bunun için de gerçek cihadın dini motivasyonsuz olamayacağı ve
- bunun gerekliliği konusunda ısrarla durmuşlardır. Cihad hakkındaki bazı erken
- dönem hadisleri, o zamanlarda bu görevin nasıl algılandığını göstermektedir:
- 5
- “Cennet kılıçların gölgesindedir."
- "Cihad, dindar ya da gaddar her hükümdarın yönetiminde görevinizdir. ’’
- “Bir karıncanın ısırması, bir şehidin canım, silahla vurulmasından daha
- çok yakar. Silahla vurulmak sıcak bir yaz gününde soğuk bir sudan daha iyi
- gelir. ”
- Sıkça tekrarlanan bir hadis, yenilmelerinden ve köle yapılmalarından sonra
- giderek artan sayılarda Müslümanlaştırılan kafirlerle ilgilidir: “Allah, cennete
- zincirlerle bağlanarak sürüklenenlere hayret eder.”
- İslam tarihinde din uğruna kutsal savaş sıkça yinelenen ve bazen de hakim
- olan bir konudur. Cihad, canlılığını İslam dünyasının sınırlannda sürdürmüştür.
- Genellikle İslamiyet’i yeni seçmiş olan sınır halkları yeni dinlerini savaş ve
- vaazla sınırın ötesindeki ihtida etmemiş akrabalarına götürmeye uğraşmışlardır.
- Özellikle Orta Asya ve Afrika’da, sınır beylikleri hükümdarlarının bu yerel
- cihadları modern çağlara dek sürmüştür.
- Cihad kavramı, İslam'ın merkezi bölgelerindeki, daha gelişmiş kültür ve
- politikası olan halklar arasında bir bazı değişikliklere uğramıştır. Arap
- yayılmacılığının Emevi halifeler yönetimindeki zamanlarında, İslam orduları
- Allah’ın emirlerini uyguladıklarına ve yakın bir gelecekte bunun tüm dünyanın
- İslam egemenliğine girmesiyle sona ereceğine inanıyorlardı. Cihad’ın etkilerine
- ilk maruz kalan Hıristiyanlar olan Bizanslılar cihad’a katılanları aşağılar ve bu
- savaşçı heyecanlarının nedeninin aslında ganimet kazanmak olduğunu
- düşünüyorlardı. Ancak tamamı bu görüşte değildi. İmparator VI.Leon, Taktika
- adlı eserinde kutsal savaş öğretisinden ve askeri değerinden saygıyla söz etmiş
- ve Hıristiyanlar’ın böyle bir düşünceyi benimsemelerinin iyi olacağını
- belirtmiştir.
- Bu konuda Leon yalnız değildi. 846’da bir Arap filosu Sicilya’dan çıkıp
- Tiber’in ağzına kadar gelmiş, Arap güçleri Ostia ve Roma’yı yağmalamıştı.
- Fransa’da bir sinod toplanarak tüm Hıristiyan hükümdarlara “İsa’nın
- düşmanlarıyla” savaşacak ortak bir ordu toplama çağrısı yapılmasına karar verdi.
- Papa IV.Leo, Müslümanlar ile savaşırken ölecek olanlara ilahi bir ödül bile vaat
- etti. Papa VIII. Joharines (872-82) kutsal Kilise, Hıristiyan din ve devleti için
- savaşanların günahlarının bağışlanacağını ve ölenlerin sonsuz yaşama
- erişeceklerini açıkladı. Müslümanlar'ın cihad kavramını açık olarak gösteren
- papaların şehrinde Araplar’ın girmesi ve bu düşünceler, daha sonraki Hıristiyan
- Haçlı Seferleri’nin öncülleri olmuştur.
- Ancak ilk başlarda cihad yapıldığı ülkelerde boşa harcanan bir güç
- olmuştur.Araplar’ın Konstantinopolis’i ve Anadolu’yu fethetmek için süren
- çabalan hep başarısız kalmıştı. X.yy geldiğinde, İslam hükümdarları ufak
- değişiklikler olsa da genel olarak sabit bir sınıra ve bu sınırın ötesinde de sabit
- bir Müslüman olmayan devletin varlığına ve onunla diplomatik, ticari ve bazen
- de kültürel ilişkilerde bulunma gerçeğine alışmışlardı. Şeriat açısından dünyayı
- İslâmlaştırma sürekli çabasında yalnızca bir duraklama olarak kabul edilen
- ateşkes, sonunda Avrupa devletleri arasında imzalanan ebedi barış antlaşmaları
- kadar istikrarlı ve kalıcı bir barış anlaşması haline gelmişti. Müslümanlar Cihad
- düşüncesinden o denli uzaklaşmıştı ki, XI.yy sonunda Batılı haçlıların Filistin’i
- işgal edip Kudüs’ü almaları karşısında, çevredeki Müslüman ülkeler fazla bir
- tepki vermemişlerdi. Hatta bazı Müslüman hükümdarlar onlarla dostça
- ilişkiler kurmak, için istekliydiler ve bazıları Müslüman devletler arasındaki
- rekabetlerde Hıristiyan prenslerinin ittifakını arayacak kadar ileri gitmişlerdi.
- Haçlılara karşı saldın niteliğinde yeni bir cihad, ancak yüz yıl sonra
- Selahaddin’in liderliğinde başlamıştır. Bunu başlatan nedenler, Haçlı
- liderlerinden Chatillon'lu Reynald’m kışkırtıcı eylemleri ve 1182 yılında Kudüs
- Kralı ile Selahaddin arasındaki bir antlaşmayı çiğneyerek Müslüman ticaret
- kervanlarına ve Mekke’ye giden bir hacı kafilesine saldırması, son olarak da
- Kızıldeniz’in Arap ve Afrika kıyılarına bir deniz seferi yapmasıdır.Reynald’ın
- korsanları bu sefer boyunca Medine’nin limanları Yanbu ve El Havıa’da
- Müslüman gemilerini yakmışlar ve 1183 yılında da Mekke’nin limanlarından El
- Rabig’e kadar gitmişlerdi. Mekke kapılarına dayanan haçlılar, tıpkı üç yüzyıl
- önce Roma kapılarındaki Mağribiler gibi, özsaygısı olan hiçbir Müslüman
- hükümdarın görmezden gelemeyeceği bir tehditti. Mısır’dan gönderilen bir filo
- tarafından Hıristiyan baskıncıları tamamen yok edilerek karşı sefer başlatıldı.
- Selahaddin hem Latin Krallığı’nı hem de onu kurtarmak için Avrupa’dan
- gönderilen yeni haçlı seferlerini yendi.
- Selahaddin’in cihadı hem amaç hem de süre açısından sınırlıydı. Ondan
- sonra gelenler, yeniden Franklarla dostça ilişkiler geliştirdiler ve hatta 1229
- yılında Levant’ta kalan Mısır hükümdarı el Melik el Kamil, genel bir anlaşmanın
- parçası olarak İmparator II.Friedrich’e Kudüs’ü verdi.
- Müslüman hükümdar ve halkların haçlıların gelip gidişlerine karşı bu
- kayıtsızlıklarının en önemli nedeni, onlara göre İslamiyet’in bütünlüğüne ve
- İslam toplumunun birliğine yönelik çok daha büyük bir tehditle ilgilenmeleri
- gerekliliğiydi. Dönemin Arap tarihçileri Levant’ta iki yüzyıl süren haçlı varlığını
- önemsemezken, edebi, siyasi ve teolojik yazarlar da neredeyse hiç söz
- etmemişlerdi. Öte yandan dönemin yazarlarının, Müslüman cemaatındaki dini
- dağınıklık sorunlarına karşı büyük bir ilgileri vardı. O dönemde, İsmaili Şiiler
- gerçek tehdit olarak görülüyordu. X.yy’da İsmaili imamlarının taraftarları
- güçlü ve aktif bir devrimci hareket yaratmışlardı. Ayrıca Abbasiler ile İslam
- dünyasının liderliği için rekabet eden bir tür anti-halifelik olarak kurdukları
- Fatimi halifeliğini Sünni İslamiyet’ten büyük oranda farklı bir öğreti temeline
- oturtmuşlardı. Sünni Müslümanlar, Selahaddin’in başarısını haçlıları durdurması
- ve onların elindeki toprakların bir kısmını alması olarak görmüyorlardı. Onun
- başansı Mısır’daki Fatımi halifeliğine son verip Abbasi halifelerin adının
- Mısır’ın tüm camilerinde hutbelerde okunmasıyla simgelenen İslam birliğini
- tekrar sağlamasıydı.
- Müslüman hanedanları arasında İslamiyet’e ve Şeriat’ı uygulamaya en çok
- bağlı hanedan olan Osmanlılar, Hıristiyanlığa karşı klasik cihad’ı yeniden
- başlatmışlardır. Cihad, Osmanlı tarihinin ilk yüzyıllarında askeri, siyasi ve
- entelektüel yaşamda çok önemli bir konuydu. Osmanlı padişahlarının en azından
- Kanuni Sultan Süleyman’a kadar yüksek bir ahlaki ve dini amaç duygusu
- taşıdıkları görülmektedir.
- Osmanlılar’ın 1683 yılında Viyana duvarları önünde Hıristiyan dünyasına
- karşı sarsılan cihadları, o günden sonra, ara sıra bazı çabalar olmakla birlikte,
- hiçbir Müslüman devleti Hıristiyanlığa karşı onunla karşılaştırılabilecek bir
- tehdit olmamıştır. Eski tür yayılmacı cihad sınırlarda devam etmiştir. 1896
- yılında Afganistan hükümdarları, o zamana dek Müslüman olmayanlar yaşadığı
- için Kabristan denilen kuzeydoğudaki dağlık bölgeyi ele geçirmek için bir cihad
- başlatmışlardır. Afgan fethinden ve yaşayan halkın İslamlaştırılmasından sonra
- ülkeye Nuristan (ışık ülkesi) denilmiştir. İslam dünyasının diğer köşesinde Batı
- Afrika’daki militan Müslüman liderler putperestlere, Müslümanlıktan çıkanlara
- ve XIX. yy sonlarında Avrupalı emperyalist istilacılara karşı cihad ilan ederek
- savaşmışlardır. XIX. yy sonlarında ve XX. yy başlarında Hıristiyan Avrupa
- devletleri art arda Müslüman ülkeleri tehdit ettikçe en son cihad örnekleri
- görülmüştür.
- Cihad klasik anlayışı ve sunuşu itibariyle savaş alanında yabancı bir
- düşmanla savaşmak anlamına geliyordu. Ancak kafirlere ya da meşru olmayan
- rejimlere karşı iç cihad düşüncesi de yabancı değildi. Tüm Sünni hükümdarları
- gaspçı, çoğunlukla da zorba olarak gören Şiiler bunu iyi bilirlerdi. Bu görüş kafir
- Moğolların ya da İslamiyet’e bağlılıkları şüpheli olan sözde Müslüman Moğol
- beylerinin yönetimindeki Sünniler arasında da destek bulmuştur.Modern
- çağlarda bu görüş, yeni bir önem kazanarak İslamiyet’e içerden ihanet ettiği
- düşünülen modernleşme taraftarı liderlere karşı bir muhalefete dönüşmüştür.
- Kafirlere karşı klasik cihad bile her zaman evrensel destek bulamamıştır.
- XIX. yy başında Osmanlı tarihçisi Esad Efendi, 1690’da Avusturya savaşındaki
- bir Bektaşi’den söz etmiştir:
- . .Bektaşi gece kamp kurmuş Müslüman askerlerin yanına gidip, “Behey
- budalalar, neden canınızı boşuna harcıyorsunuz? Yazıklar olsun size! Kutsal
- savaşın erdemleriyle ilgili tüm söylenenler ve savaşta şehit olmak sadece
- saçmalıktır. Osmanlı sultanı sarayında keyfine bakarken ve Frenkler’in kralı
- ülkesinde yan gelip yatarken, siz bu dağ başında niye canınızı ortaya
- atıyorsunuz?" dedi. "
- 6
- Sultanın fermanıyla Bektaşi derviş tarikatı ortadan kaldırıldığında yazılmış
- olan bu öykü doğru olmayabilir ama derviş tarikatlarının şüphesini ve özellikle
- onların İslami öğreti ve görevlere bağlılıklarını göstermektedir.
- Derviş tarikatları ile ilgili bilinenlerin çoğu Osmalılar zamanındadır. Bu
- tarikatların Osmanlı toplumunda kabul edilmiş önemli bir yerleri vardır ve
- kökenleri, İslamiyet’in ilk çağlarına, inançları ve uygulamalarının çoğunluğu da
- Antik çağlara dek uzanır. Kuzey ve Güney Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılân
- dinsizlerin, Hıristiyan Noel kutlamaları maskesi altında Roma Saturnalia ve
- Viking Yule’unun büyük bölümünü korumalarına benzer şekilde, daha eski bir
- kültürün Müslümanlaştırılmış insanları da eski gelenek ve törenlerini
- korumuşlardır. Çeşitli derviş tarikatlarının inanç ve uygulamalarında Mısır, Babil
- ve İran'ın mevsim törenlerine, eski Ege topraklarının dans kültlerine, Orta Asya
- Türkleri’nin şamanizmine ve Yeni Eflatuncular’ın mistik felsefesine rastlanır.
- İslamiyet’in doğuşundan sonraki ilk zamanlarda mühtediler, ruhsal tatmin
- buldukları yeni dinin yetkili taraftarlarının rehberliğini hoş karşılıyorlardı.
- Ancak bunlar daha çok bilgilenip uzaklaştıkça, giderek çok sayıda Müslüman'ın
- ruhsal ve toplumsal gereksinimlerini karşılayamadıkları için bu insanlar da
- rehberliği başka yönlerde aramaya başladılar ve yüzyıllarca bazıları muhalif
- îslam gruplarına, özellikle de Şiiler’e döndüler. Şiiler halifelerin, sultanların ve
- Sünni ulemanın rehberliğindeki îslam toplumunun yanlış yolda olduğuna ve
- doğru yola getirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ne var ki, Şiiler’in
- İslamiyet’te devrim yapma uğraşları başarısızlıkla sonuçlandı. Bazıları bu
- uğraşlar sırasında ezildiler, bazıları da iktidarı ele geçirmeyi başardıkları halde
- hiçbir şeyde değişiklik yapamadılar. Şiilik gerilemeye devam ettikçe, Sofi
- hareketi etkinliğini artırmaya devam etti.
- Tamamen bireysel mistik bir deneyim şeklinde başlayan Sofizm, genel nüfus
- içinde çok sayıda taraftar toplayarak toplumsal bir hareket olmuştur. Sofiler
- zamanla tarikatlar halinde örgütlenmişlerdir. Şiiler gibi Sofiler de Sünni
- tutumunu resmen reddetmiyorlardı ve Şiiler’in tersine genellikle siyasi açıdan
- barışçı olmuşlar ve bazıları devletle ilişkiye girerek çeşitli kollarıyla bağ
- kurmuşlardır, örneğin Bektaşiler’in başından sonuna dek Osmanlı yeniçerileriyle
- sıkı bir ilişkileri olmuştur. Sünni ibadetin ciddiliği, bazen de ulemanın soğuk
- yasalcılığı Soft tarikatlarınca tamamlanmıştır. Bu anlamda, Sofi evliyaları ve
- liderleri Sünni öğretinin Allah ile insan arasında bıraktığı boşluğu doldurmaya
- çabalamışlardır. Sünni ulemanın tersine, Sofi liderleri rehber olarak hizmet
- etmişlerdir. Sünniler’in aksine ibadet edenin Allah ile mistik birliğe ulaşabilmesi
- için müzik ve dansı kullanmışlardır. Ulema, hükümet mekanizması içinde yer
- alırken, Sofiler halkın içinde kalarak ulemanın kaybettiği saygınlık ve etkinliği
- kazanmışlardır.
- Sofilik popüler ve mistik karakterine rağmen, Müslüman olan ve bir ölçüde
- de Müslüman olmayan entelektüeller üzerinde giderek artan bir etkinlik elde
- etmiştir. Ortaçağ İslamiyeti’nin en büyük din bilgini ve felsefecilerinden biri
- olan Muhammed el-Gazali (1059-1111) Sofi öğretilerini İslami geleneğin içine
- sokmuştur. Gazali’nin bazılan Farsça, çoğu da Arapça olan önemli eserlerindeki
- düşünceleri, İslam din bilimlerinin gelişimini etkilemiştir. Gazali, İran'ın
- doğusundaki Horasan eyaletinin Tus şehrindendir, Nişabur’da ve Bağdat’ta
- eğitim görmüştür. Nizamülmülk’ün Bağdat’ta kurduğu Nizamiye adlı medreseye
- 1091 yılında öğretmen olarak atanmıştır. Gazali, öğretmen olarak atandıktan dört
- yıl sonra, istifa edip tüm kamu görevlerini bırakmış ve dünyadan el ayak çekerek
- kendini dinin temel sorunları üzerinde düşünmeye adamıştır. On yd süren bu ruh
- araştırması sırasında ilahiyat, felsefe ve hukuk alanlarında önemli araştırmalar
- yapmış, Kudüs, Mekke, Şam ve İskenderiye’ye gitmiştir. Şam’daki büyük
- caminin ziyaretçilerine Gazali’nin düşünceleriyle baş başa kaldığı yer gösterilir.
- Gazali otobiyografik eserinde skolastik üahiyatta, rasyonel felsefede ve hatta Şii
- öğretilerinde arayıp bulamadığı gerçeği, sofizmde bulduğunu söylemiştir. Gazali
- 1106 yılında doğduğu yere dönerek orada bir Sofi tekkesi kurmuştur.
- Gazali radikal değildi ve yazılarında Şiiliğin gizemciliği ve filozofların
- rasyonalizmi karşısında Sünniliği savunmuştur. Bunun yanında döneminin bazı
- entelektüel eğilimlerine sert eleştirileri olmuş, onların entelektüalizmlerini,
- skolastikliklerini “sistemler ve sınıflandırmalar, sözcükler hakkında
- tartışma” saplantılarını kınamış, öznel dini deneyime daha çok önem vermiş,
- böylece Sofi öğreti ve uygulamasının bir bölümünü İslami öğretinin içine
- sokmaya çalışmıştır. Ondan sonraki nesillerin kendisine Muhiddin (dinin
- canlandırıcısı) unvanı vermeleri, bunu yapmadaki başarısının kanıtı olmuştur.
- Kimi Sofi doktrin ve uygulamaları, özellikle de kimi Sofi öğretmenlerinin
- gerçek dinle diğerleri arasındaki engellerin ve inanç ile hukukun sürdürülmesine
- gösterdikleri kayıtsızlık, şüpheyle karşılanmaya devam etmiştir. En önemli Sofi
- şairi Mevlana Celaleddini Rumi’nin (1207-1273) şiirlerinde bugünkü adıyla
- relativizmin bu türüne rastlanır. Mevlana Orta Asya’da Belh şehrinde doğmuş ve
- Konya’ya yerleşip yaşamını orada geçirmiştir. Mevlana bazı şiirlerini Türkçe ve
- birkaçını da o sırada Anadolu’da yaygın olarak konuşulan Rumca yazmıştır.
- Çoğunluğunu Farsça yazmıştır. Kimi şiirlerinde skolastiklerin sofilikte hoşlarına
- gitmeyen konulara yer vermiştir:
- Sevgilinizin görüntüsü kafir tapınağında ise
- O zaman Kabe ‘yi tavaf etmek açıkça hatadır.
- Kabe'de 0‘nun kokusu yoksa,O zaman hatıradadır
- Ve havrada O'nunla birliğin kokusunu hissediyorsak
- O zaman o havra bizim Kabe’mizdir.
- Başka şiirinde bu daha açıktır:
- Ne yapılmalı, ey Müslümanlar? Ben kendim de bilmiyorum.
- Ne Hıristiyanım, ne Musevi, ne Müslüman
- Ne doğudan, ne batıdan, ne karadan, ne denizdenim
- Ne doğanın taş ocaklarından ne de topraktan, ne sudan, ne havadan ne de
- ateştenim Ne'Hindistan’dan, ne Çin’den, ne Bulgaristan'dan, ne de
- Saksın'denim Ne iki Irak krallığından, ne de Horasan topraklarındanım
- Yerim mekansızlıktır, izim issizliktir
- Ne bedenden ne de ruh, ben ruhların rubundamm...
- 8
- Sünni ulemanın, özellikle adalet alanındakilerin bu gibi öğretiler karşısında
- Sofiler’i şüpheyle karşılamaları kaçınılmazdı. Onları panteist öğretilere inanarak
- Allah'ın birliğini, azizleri ve kutsal yerlere ibadeti, İslamiyet'in puta tapma
- yasağım çiğnemekle, büyücülükle itham ettiler. Allah ile bir olma
- imkansız hedefini izlerken Allah’ın kanunlarına karşı gelmeleri ve başkalarını da
- buna teşvik etmeleri, en yaygın suçlamaydı.
- Derviş liderlerinin denetleyebildikleri ve istediklerinde ortaya
- çıkarabilecekleri tehlikeli bastırılmış enerjilere karşı siyasi korkular da
- duyuluyordu. Selçuklu ve Osmanlı sultanları zamanında derviş ayaklanmaları
- olmuş ve bazen kurulu düzene önemli bir tehdit olmuşlardır. Devletin bir derviş
- tarikatını benimseyip liderlerine ayrıcalıklı bir yer vermesi, büyük bir olasılıkla
- bu yüzdendi. Mevlana’nın kurduğu Mevlevi tarikatı bunlardan biriydi.
- Mevleviler tarikatlar işinde en konformist olanlardı. Taraftarları çoğunlukla
- şehirli orta ve üst sınıftandı, öğretileri gelişmişti ve resmen onaylanmış
- öğretilerden çok az bir sapma gösteriyordu. XVT. yy’ın sonunda Mevleviler,
- Osmanlı sultanlarının gözüne girmişlerdi. İlk kez bir tarikat şeyhi 1648 yılında
- Sultan Osman’ın kılıç kuşanma törenine katıldı. Sonraları da bazı tarikat şeyhleri
- bu törenlere katılmışlardır.
- Birbirinden çok farklı derviş tarikatları vardı ve aralarında re-Jkabet
- bulunurdu. Bazen yenilik savunucuları olarak görülürlerdi. XVII.yy’da Osmanlı
- İmparatorluğundaki dervişler, Sünni ulema tarafından müzik ve dans gibi fena
- bir yenilik olarak suçlanan kahve ve tütünün yasal olduğunu savunmuşlardır.
- XVIII. yy sonunda ve XIX. yy’ın başında İngiliz, Fransız ve Rus hakimiyeti
- Transkafkasya, Hindistan ve Cezayir’e yayıldığında emperyalizme karşı halk
- direnişi, yüzyıllarca iktidarı elinde tutan, her otoriteye boyun eğip bunu öğreti
- olarak kabul eden ulema tarafından değil, derviş tarikatları tarafından
- başlatılmıştır.
- Eski bir Türk öyküsünde Müslümanlar’ın dervişlerle ilgili şüpheleri ve
- dervişlerin Müslüman toplumundan şikayetleri anlatılmıştır: Dervişin biri birgün
- zengin bir adamın evine gidip sadaka istemiş. Dervişin dindarlığından
- şüphelenen zengin adam, ondan İslam’ın beş şartını sıralamasını istemiş. Derviş
- kelimei şahadet deyip susmuş. Zengin diğerlerini bilmiyor musun diye sorunca,
- derviş, “Siz zenginler hacdan ve zekattan vazgeçtiniz, biz yoksul dervişler de
- namazdan ve oruçtan vazgeçtik, onun için geriye Allah’ın birliğinden ve Hz.
- Muhammed’in onun peygamberi olduğundan başka bir şey kalmadı.” demiş.
- Müslümanlar ve özellikle Müslüman devletinde yaşayan Museviler ve
- Hıristiyanlar için din yalnızca bir inanç, ibadet ve komünal bir örgüt değildi.
- Kimliğin temeli, bağlılığın öncelikli odak noktası, otoritenin tek yasal
- kaynağıydı. İslam dünyasında Araplar, İranlılar ve Türkler gibi etnik milletler,
- ayrıca Mısır ve Osmanlı sultanlarının ve İran şahlarının ülkeleri gibi devletler
- vardı. Ancak geleneksel İslam devletlerinde bu düşünceler Avrupa’nın kültürel
- ve siyasi yaşamında olduğu gibi önemli olmamışlardır. Milli liderler ya da
- hükümdarlar dinin otoritesini ve kabul edilmiş savunucularını ortadan kaldırmak
- şöyle dursun, kısıtlamayı dahi akıllarından geçirmemişlerdi.
- 13. BÖLÜM
- KÜLTÜR
- Ortadoğu dünyadaki en eski uygarlık bölgelerinden birisidir. Ortadoğu
- uygarlığı, Hindistan ve Çin gibi başka eski uygarlıklarla karşılaştırıldığında,
- Ortadoğu sahnesinin diğerlerinden belirgin bir şekilde farklı iki özelliği çok açık
- bir şekilde görünür.
- Bu özelliklerden biri çeşitlilik, diğeri de süreksizliktir. Çin tarihinin bin yılı
- boyunca en eski çağlardan modem zamanlara dek bir süreklilik söz konusudur.
- Arada birçok değişiklik olmakla birlikte, eski Çin ile modem Çin aynı dilin ve
- yazının başka biçimlerini kullanmakta, aynı din ve felsefenin başka biçimlerini
- izlemektedirler- Çin uygarlığının en eski kayıtlarından bugünkü Halk
- Cumhuriyeti’ne dek, birçok yerel farklılıklar olmuş ama Çin uygarlığının tüm
- alanlarındaki ortak özbilinç sürekliliğine devam etmiştir. Daha az olsa da aynı
- durum Hindistan için de geçerlidir. Hint uygarlığı Çin’deki gibi kapalı
- ve homojen olmasa da, birleştirici bir güç olmayı sürdürmektedir. Hindistan
- uygarlığında ve Hindistan’ın antik çağlardan bugüne dek kendini süregelen'bir
- varlık şeklinde görmesinde, Hindu dini, Nagari yazısı, Sanskrit klasikleri ve
- kutsal metinleri önemli etkenler olmuşlardır.
- Eski Ortadoğu’da bu şekilde bir birlik ve süreklilik bulunmuyordu. Antik
- çağda da Ortadoğu uygarlıkları çok çeşitliydi ve Çin ya da Nagari, Konfüçyüs
- felsefesi ve Hindu inançları gibi birleştirici ortak unsurlar yoktu. Ortadoğu
- uygarlığı farklı yerlerde başlayıp farklı çizgilerde gelişmiştir. Ancak bu eski
- farklılıklardan çok daha önemli olan bölgenin kültürel tarihinin süreksiz
- olmasıdır. Hindistan ve Çin’de sürekli bir öğrenme geleneğiyle hâlâ geçmişlerine
- ait belgeler korunarak öğrenilmeye devam edilirken, eski Ortadoğu kaybolup
- unutulmuştur. Dilleri ölmüştür, yazılanları kimse okuyamaz. Tanrıları ve
- ibadetleri az sayıda uzman ve bilim adamının bildiği çok uzaktaki antik bir
- çağda kalmıştır. Hindistan ve Çin gibi kolektif bir adı olmadığından önce Batı
- dünyasında, sonra dünyanın başka yerlerinde ve son olarak da bölge halkları
- arasında “Ortadoğu” ve “Yakındoğu”, gibi kimliksiz, renksiz ve tamamen rölatif
- isimlerle anılmaktadır.
- Bölgenin sırasıyla Helenleştirilmesi, Romalılaştırılması,
- Hıristiyanlaştırılması ve İslamlaştırılması sürecinde yaşadığı çok büyük
- değişikler, eski Ortadoğu kültür ve geleneklerinin yok olmasının en önemli
- nedenidir. Eski Ortadoğu’nun yazılı kültürünün büyük bölümünü yok eden bu
- dört sürecin bugüne dek gelmiş izleri vardır. İslâmlaştırma VTI.yy’dan itibaren
- bölgeyi biçimlendirmiştir. Mısır, Asur, Babil, Hitit, eski İran dilleri gibi en eski
- diller terk edilmiş ve doğu bilimciler onları okuyup yorumlayarak önce tarihe,
- sonra da bölgede yaşayan halklara tekrar bırakana dek hiç bilinmemiştir.
- İslamiyet öncesi antik çağ ile görülen ilişki çok zayıftır ve İslami bir dirilişin
- tehdidindedir.
- Avrupa ile bir karşılaştırma yapılması daha açık olacaktır. Batı Roma
- İmparatorluğu’nu yağmalayan barbarlar Roma devletinin en azından formlarını
- ve yapısını korumaya özen göstermişlerdir. Roma nın dini olan Hıristiyanlığı
- benimseyip, dili olan Latince’yi kullanmış ve kendi barbar yönetimlerini Roma
- imparatorluk hükümeti ve hukukuna benzetmeye çalışmışlar, böylece de yasallık
- kazanmak istemişlerdir. VII-VIII. yy’da Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da
- Hıristiyan Roma İmparatorluğu’nun.büyük bölümünü ele geçiren Müslüman
- Araplar bu şekilde davranmamışlardır. Tam tersine kendi dinleri olan İslamiyet’i,
- kendi dilleri olan Arapça’yı, kendi kutsal metinleri olan Kuran’ı getirip kendi
- imparatorluk devletlerini kurmuşlardır. Bu devletin Müslüman olmayan
- seleflerinden ve komşularından etkilenmesine rağmen, İslam hakimiyetinin
- yükselişi, yalnızca bir kimlik temelini değil, bununla birlikte meşruluk ve otorite
- kaynağı olan yeni bir devletin ve yeni bir toplumun başlangıcım göstermektedir.
- Yeni kurulan İslam dünyasında Arapça, Helen dünyasında Yunanca’nın,
- Avrupa’da Latince’nin, güney ve doğu Asya’da Sanskritçe ve Çince’nin rolünü
- üstlenmiştir. Arapça bir süre devletin, hukukun, yönetimin, ticaretin, kültürün ve
- günlük yaşamın dili olmuştur.
- Tıpkı Hıristiyan ülkelerdeki gibi İslam ülkelerinde de eski düzen yani Arap
- ve İslamiyet öncesi geçmiş çoğunlukla ayakta kalmıştır. Hıristiyan ülkelerdeki
- durumdan farklı olarak, İslam ülkelerinde ayakta kalan geçmiş bir meşruluk
- taşımıyordu. İslam Arapçasında, İslamiyet öncesi ve Arap öncesi geçmişten
- kalan sözcüklere rastlanır. Genellikle bu tür sözcükler, yerini aldıkları konuşma
- dillerinin özelliklerini korumuş olan bazı lehçelerde bulunur. Bu durum standart
- klasik Arapça’da da görülür, hatta Kuran’da da birkaç tane vardır. Bölgede
- kullanılmış daha eski dillerinden kalma sözcüklerin varlığı şüphelidir. Kalıntı
- sözcükler çoğunlukla İslamiyet öncesi daha yakın geçme aittir.
- Bu türden sözcükler klasik Arapça’nın ve Arapça ile şekillenmiş diğer İslam
- dillerinin gelişiminde çok önemli rol oynamamalarına karşın, kültürel
- adaptasyon süreci açısından önemli bir kanıttırlar. Kimya ve felsefe gibi
- sözcükler kolayca tanınırken, Romalılar döneminde polis görevindeki “şurta”
- (polis) ve Latince “exerdtus”dan gelen “asker” gibi sözcükler de çok açıktır.
- Müslümanlar’a Kuran’ın ilk cüzünde gitmeleri buyurulan “el sırat el müstakime”
- (doğru yol) ilginç bir örnektir: “sırat”, Romalılar’ın yolu “strata”dır ve İngilizce
- Street sözcüğüyle akrabadır. Kimi sözcükler de çeviri yoluyla dolaylı olarak
- alınmıştır. Örneğin klasik Arapça’da elektrik anlamına gelen “kahraba” sözcüğü
- Pers kökenlidir. Aslında kahraba kehribar demektir ve bu anlamıyla da, Batı’da
- Yunanca amber anlamındaki “elektron” sözcüğünün anlambilimsel gelişimini
- gösterir. Mekke için kullanılan “Umm al-Qura’’nın (şehirlerin anası),
- Yunanca’daki “metropolis”ten çevrilmiş olması mümkündür.
- Bazı istisnalar dışında, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'nın dil ve din haritası
- Ortaçağ’ın sonlarına doğru bugünkü durumuna gelmişti. Arapça, Farsça ve
- Türkçe olmak üzere üç dil vardı ve bu diller çeşitli ülkelerde ve çeşitli şekillerde
- konuşuluyordu. Persçe (zaban-i Farsi), ülkenin Yunanca, sonra da Batı
- ülkelerindeki adının türediği Fars veya Pers eyaletinin dili, İran’da (ülkenin eski
- adı), Orta Asya’ya doğru doğuya, şimdiki Afganistan’ı ve Tacikistan
- Cumhuriyetini de içeren bölgede kullanılıyordu. Tacik ve Afganistan’ın iki resmi
- dilinden biri olan Dari de Farsça’nın türevleridir; İkincisi de İran ailesinden
- gelen Paşti’dir.
- Bu dillere akraba olan ve en batıdaki temsilcisi Osmanlı Türkçesi olan
- Türkçe ya da Türki diller, Karadeniz’in kuzey ve güney kıyılarından Pasifik’e
- kadar Asya’daki geniş bir alanda konuşuluyordu. Bu üç dilin beraberinde
- kullanılan yerel diller de vardı. Arami ve Kıpti dilleri gibi eski kültürlerden
- kalma ve genellikle Hıristiyan azınlıklar başta olmak üzere Müslüman olmayan
- gruplarca kullanılan diller giderek azalmıştır. Berberice ve Kürtçe gibi bazı diller
- de bugüne dek gelmiş olsalar da, yazıları olmadığı için yazılı bir geleneğin
- istikrarına ve sürekliliğine sahip değillerdir. İbranice, Musevi azınlıklara ait bir
- din ve kültür dili olarak ayakta kalarak, modem çağlarda konuşma dili ve
- sonraları da milli dil olarak tekrar canlanmıştır. -
- Klasik görüşe göre yalnızca edebiyat, uygar sanatlar arasında ve yalnızca
- edebiyatçılar saygın kabul edilirdi. Gerek çalan gerekse de besteleyen
- müzisyenler, köle ya da toplumsal olarak alt sınıftan, müzik de şiire eşlik eden
- bir araçtı. Edebi bir bağlam içinde bulundukları için bugüne gelebilen çok az
- sayıda müzisyen adı vardır. Görsel sanatlar da zanaatkarların işiydi. Çok eski
- zamanlarda bunların çoğu Müslüman olmayanlardandı ve ele geçiren ülkelerin
- yerel halkından toplanırlardı. İslâmlaştırmanın artmasıyla daha çok Müslüman
- ressam ve mimar çıkmıştır ama Ortaçağ’ın büyük bölümünde onlarla ilgili
- hiçbir şey bilinmemektedir. Yüzlerce yıl sonra, Osmanlı Türkiyesi ile Safevi
- İranı’nda ressamlar saray çevrelerinde saygın bir konuma gelebilmişlerdir. Çoğu
- isimleri, biyografik ayrıntıları ve ayırt edilebilen eserleriyle tanınmıştır ve
- bazdan da okullar açarak ustalar yetiştirmişlerdir. Osmanlı döneminde
- çoğunlukla askerlerden olan mimarların özel bir yerleri vardı. Sanatçı
- yeteneklerinin yanında yöneticilik ve organizasyon da yaparlar, istihdam yapan
- önemli kuruluşlarda yetkileri olur, devlet, din ve şehrin başlıca gereksinimleri
- olan saray, kale, cami, han, ev, medrese, köprü, hamam ve pazar yerleri inşa
- ederlerdi.
- Gerek sarayların gerek de evlerin iç mekanlarında pek mobilya olmazdı. Eski
- Ortadoğu’da yaygın olarak kullanılan masa ve sandalyeler Ortaçağ’da artık
- kullanılmıyordu. Onların yerine göçebelerden kolayca sağlanan deri ve yün
- kullanılıyordu.İç mekanlarda çoğunlukla halı, şilte ve minderler kullanılıyor,
- dekorasyon için de tepsi, lamba ve tabak gibi çok miktarda madeni, cam ve
- toprak eşya kullanılıyordu. Ortaçağ İslamiyeti’nin sanayi sanatlarının başlıcaları
- dövme ve işleme madeni eşya, boyalı seramik ve camdır. Tekstil sanatının çeşitli
- eserlerinin ve ince işlemeli ahşap paravan ve pancurların kullanıldığı iç mekanda
- yer almışlardır.
- Arap hakimiyetindeki dönemde ilk resimler dekoratif amaçlı olarak
- yapılmıştır. Bugüne dek gelen Emevi saraylarındaki freskler bir kültür
- sürekliliğinin canlı örnekleridir. Teknikleri ve dekoratif konulan ile Bizans ve
- İslamiyet öncesi İranı’nın hâlâ canlı olan sanat geleneğine benzerler. Ancak
- başka konularda da olduğu gibi eski gelenekler zamanla asimile olmuştur. Sonuç
- olarak yeni bir şey, temsil ettiği uygarlık gibi eski geleneklerle zenginleşen ama
- onların hakimiyetinde kalmayan, Araplar’ın yarattığı ve yönettiği, İslamiyet’e
- adanmış bir siyasi toplumun Arap zevkinin ve İslami değerlerinin gereksinimleri
- doğrultusunda bir sanat geliştirilmiştir.
- Çıplak kadın figürlü eski freskler İslami olarak adlandırılamaz. Bunlar,
- Bizanslı ressamların Hıristiyan kosmokratörünü çizerken kullandıkları pozda bir
- Müslüman halifenin tasvirindeki gibi, eski konulan yeni amaçlara uyarlamaya
- başlamışlardı. Kısa sürede, Müslüman duvar resimlerinde ve iç
- dekorasyonundaki, çıplak figürler ve de insan figürlerinin yerine dekoratif,
- özellikle de kaligrafik şekiller geçmiştir. Duvar resimlerinin tekrar ortaya çıkışı
- yüzyıllar sonra, Safevi İran’ın saraylarında, kabul salonlarında ve sonra da
- Osmanlı Türkiyesi’nde olmuştur. İleriki zamanlarda, İslam resmindeki pek çok
- açıdan en önemli gelişme kitaplardaki resimlerdir. Bu sanat Araplar, daha çok da
- İranlılar ve Türkler’de yaygınlaşmıştır.Müslüman resmi, insan yüzü ve
- bedeninin resmedilmesiyle ilgili tereddütler giderildiği için portrelerden
- oluşmuştur. Ancak heykel yasaktı ve insanların iki boyutlu portrelerine şüpheyle
- yaklaşılırdı.
- Türk ressamlar, Osmanlı sultanlarının resimlerini yapmışlardır. Başta Fatih
- Sultan Mehmed olmak üzere, Avrupalı ressamlara portresini yaptıranlar da
- olmuştur. Bellini’nin ünlü Fatih Sultan Mehmed tablosu Londra’da National
- Gallery’de bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmed’in ölümünden sonra yerine
- geçen dindar oğlu, Sultan Bayezid tablo başka tablolarla beraber satmıştır.
- Osmanlı hükümdarları tarafından özel olarak yaptırılmış olsa da, sultanların
- resmini yapmak resmen yasaktı. Birkaç istisna dışında, Müslüman hükümdarları
- ne para ne de pul üzerine yüzlerini resmettirmemişlerdir. 1721 yılında Osmanlı
- elçisi olarak Paris’e giden Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi raporunda şöyle
- demiştir: “Buradaki geleneklere göre kral elçilere elmaslarla süslenmiş portresini
- hediye olarak veriyor ama Müslümanlıkla resmin yasak olduğunu söyleyince
- bana elmas kakmalı bir kemer hediye etti.” Mehmet Efendi aldığı hediyeleri
- ayrıntılarıyla anlatmış, kralın ona gösterdiği resim galerisine yalnızca iki satır
- ayırmıştır. Duvarlardaki tablolar onun kültürüne ait değildir. Öte yandan çok
- daha iyi bildiği bir sanat biçimi olan gobleni daha çok anlatmıştır. Bir Avrupa
- gobleninin gerçekçiliğinden çok etkilenmiştir-.
- 3
- “Biri sevincini göstermek için gülüyor, öteki üzüntüsünü göstermek için
- hüzünlenmiş görünüyordu. Biri korkuyla titriyor, diğeri ağlıyor, bir başkası bir
- hastalığa yakalanmış görünüyordu. Yani, ilk bakışta herkesin ne durumda
- olduğu anlaşılıyordu. Bu resimlerin güzelliği ne hayal edilebilir ne de
- anlatılabilir."
- İslam ülkelerindeki müzisyenler, bazı derviş tarikatları dışında, Müslüman
- ibadetinde müzik yer almadığından, Hıristiyan müzisyenlerin, Kilise ve onun
- yüksek makamlarındaki kişilerin korumasıyla elde ettikleri avantajlara sahip
- değillerdi. Onlar için de sarayın ve zengin ailelerin koruması vardı ama sürekli
- değildi ve güçlülerin kaprislerine bağlıydı. Müslüman müzisyenler standart bir
- notalama sistemi oluşturamadıkları için eserleri ancak ezberlenerek
- aktarılabilmiştir. Avrupa müzik geleneğiyle karşılaştırılabilecek bir klasik İslam
- müziği korunamamıştır. İslam müziği ile ilgili olarak kalanlar, yalnızca genişçe
- bir kuramsal edebiyat, yazarlar ve ressamların bazı müzisyenler ve müzik
- olaylarını anlatımları, resimleri, eski müzik enstrümanları ve performanslardan
- hafızalarda kalanlar olmuştur.
- VI.yy’da klasik Arap şiiri, Arabistan yarımadası aşiretlerinin yarattıkları
- ortak dil ve uzun zamandır Arap şiirinde en çok kullanılan anlatım biçimi olan
- kasidenin geliştirilmesi sayesinde başlamıştır.
- Gerek Batılı gerekse de Arap araştırmacılar, eski Arap şiirlerinin
- çoğunluğunun özgünlüğünden şüphelenmişlerdir. Bugüne dek gelen metinlerden
- özgün malzemeye sahip olanı çok azdır, bugünkü şekilleriyle VIII. yy'daki
- neoklasik ya da romantik canlanma dönemi şairlerinin ve filologların eserleridir.
- İslami dönem şiiri de bu eleştiriyi almıştır. Gerçekliği şüpheli olmayan çağdaş
- şiir, Suriye’de Emevi halifeler zamanında görülmüştür.
- Suriye’de saray şairleri ve şair halifelerin yazdıkları kasideler bu şiirlerin
- büyük çoğunluğunu oluşturuyordu. Kimileri Emevi kasidesinin İslamiyet öncesi
- kasidenin devamı, kimileri de bunun sonraki neoklasikçilerin bilinmeyen
- geçmişe yansıttıkları bir model olduğunu ileri sürmüşlerdir. Emevi dönemine ait
- kasideler, eski bir gelenek ve klişe olmuş bir üslup taşımaktadırlar. Özgün
- haliyle bir övgü olan en eski kasidede aşiretinin sözcüsü olan şair, aşiretinin,
- hayvanlarının ve kendinin erdemlerini ve başarılarını anlatırdı. Geleneksel
- olarak kaside, göç mevsiminden önce göçebelerin bayramlarındaki şiir
- yarışmalarında okunurdu. Terk edilmiş kamp alanına bakan şairin orada aşireti
- ve sevdiğiyle geçirdiği mutlu günleri anlatan erotik bir girişle başlayan kaside,
- övgünün başka aşamalarıyla devam ederdi. Emevi zamanı ve sonrasındaki saray
- kasidesinde, aşiret değil hükümdar övülürdü.
- Giriş kısmında sıkça yinelene bazı konular vardır. Şair terk edilmiş kamp
- alanına gelir ve anılarının keyfine dalar' geride bıraktığı mutlu günlerine ağlar.
- Onu arkadaşları teselli etmeye çalışır ve tükenmeyen kederi yüzünden kınarlar.
- Genellikle şair ayrılık gecesinin uzamasından şikayet eder, yavaş gelen sabaha
- sitem eder. Sevgilisi onu rüyada ziyaret edebilir ve hatta konuşarak onu
- dayanılmaz bir uyanıklıkla baş başa bırakır. Giriş kısmında genellikle, komşu
- aşiretteki sevgilisinin kampına yaptığı gece kaçamaklarını anlatılır. Bu kısım
- biraz ağıt, biraz da övgüdür. Başka bir aşiretten, belki de düşman aşiretten olan
- sevgilisini görmek için hayatını tehlikeye atarak onun olduğu yere ya da bir kum
- tepesinin arkasında buluşacakları yere gitmek için çadırlar arasından gizlice
- geçer. İkisi de nasıl bir tehlike içinde olduklarını bilirler, kadın namusunu
- korumak isteyen kocası, babası ya da ağabeyinden ve sevgilisiyle arasını
- bozacak dedikoduculardan korkar. Sonra da bu ikisine, sevgililere karşı kötü,
- niyetli ama kamu ahlakının koruyucusu sansürcü (rakib) de katılır.
- Kampın dağılması ayrılık teması ilişkilidir. İlkbaharın otlama mevsimi bittiği
- için aşiret gidecektir. Çığırtkanı aşirete hazırlanmalarını duyurduktan sonra,
- çadırlar sökülür, develer yüklenir ve aşiretler farklı yönlere giderek aşığı
- anılarıyla yalnız bırakırlar. Korkulan bu günün gelişinin, belirtileri de vardır, sert
- sesiyle sevgilinin gideceğini haber veren ayrılık kuşu karga sürüleri gibi.
- Aşk şiirleri, klasik İslam şiirinin en iyi temsilleridir. Evrensel konusu
- nedeniyle başka kültürlerden olanların da buna erişebilmesi çok kolaydır. Bu
- şiirler, sevgililerin buluşup ayrıldıkları değişen toplumsal içeriğiyle kültürel tarih
- gibi toplumsal tarihin sahnelerini de yansıtır.
- Emeviler zamanında geleneksel kasidenin yam sıra, yeni bir aşk şiiri türü
- olarak Hicaz’ın erotik şiiri ortaya çıkmıştır. Araplar’ın büyük fetihleriyle elde
- ettikleri servetler, başta Medine olmak üzere, Hicaz'ın şehirlerinde zengin,
- kültürlü, zevke düşkün ve sınır tanımayan bir grup ortaya çıkmıştır. Şaşaalı
- aristokrasinin eğlence merkezi haline gelen kutsal şehirdeki zenginlerin
- evlerinde köle kızlar, şarkıcılar ve dansözler, din savaşçılarının sefih oğullarının
- ilgisini çekmek için özgür Arap kadınlarıyla bir rekabete girmişlerdir.
- Yalnızca birkaçı bugüne gelebilmiş Hicaz’da yazılmış bu erotik şiirlerin
- incelenmesinde bazı zorluklar vardır. İsimleriyle tanınmış olan şairlerden çok
- azmin divanı kalmıştır, pek çoğu daha sonraki yıllardan kalma antolojilerde ve
- edebiyat tarihlerinde parça parça dağınık olarak yer almıştır. Geleneğin dönemin
- kişilerine ve serüvenlerine düşürdüğü romantik gölgeyle, bu şiirlerin
- gerçekliğinin belirlenmesi de özel bir sorun olmuştur. Bunların çoğunun
- kasidelerin kalan parçalan ya da tam bir şiir olup olmadığı belli değildir. Bu
- şiirlerin konulan kasidenin giriş bölümüne benzemekle birlikte, bazı farklılıkları
- bulunur.Çöl sahnesindeki macera, yerini şehirde başka bir evin hanımıyla
- yaşanana bırakır. Şair, özgür bir Arap kadınından kasidedeki gibi üstü kapalı söz
- eder, kadının adını gizler ve iffetini över. Köle ve meyhane kadınlarından da
- açıkça söz eder.
- Erkeğin cinsel gereksinimleriyle ilgili cömert hükümleri olan İslam hukuku,
- yasak aşk konusunda çok serttir. Bu durum, İslamiyet öncesi aşiretlerinin özgür
- yaşamlarına kısıtlama getirmiş ve aşk şiirinin aşırılığım önlemiştir.Halife
- Hz.Ömer’in erotik şiiri yasaklamış olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, şairlerin
- iffete karşı saygıları artmış, böylece daha çok karşılıksız aşk acısı konusu
- kullanılmıştır. Övünen, duygusuz sevgilinin yerini uzaktan hayranlık duymakla
- yetinen iffetli kişiler almıştır.Bu kişiler, sonraki yüzyılda oğullarının karşılıksız
- aşk nedeniyle öldüğü söylenen Udra aşiretinden gelen Udri adıyla anılmıştır.
- Udri şair de geleneğe uyar, geceleri gizlice sevgilisinin .çadırına gider ama
- bir gülücük, bir dokunuş ya da bir sözcükten başka bir şey beklemez. Udriler’in
- sözde “platonik” aşklarının gerçeğe ne kadar uygun olduğu tartışılır. Fransız
- araştırmacı Regis Blachere, Udriler ile klasik kaside yazan çapkınlar arasında
- pek fark olmadığını düşünmektedir. Arap araştırmacısı Kinani’nin,Udri temasını
- şehvetli aşk ile yeni dinsel ahlak arasında bir uzlaşma şeklinde tanımlaması
- oldukça isabetlidir.
- İslam tarihinde yeni bir çağ başlatan Emeviler’in yerine Abbasi halifelerinin
- geçmesi ve başkentin Suriye’den Irak’a taşınması, Arap şiirinde de aynı etkiyi
- yaratmıştır. İmparatorluğa Arap fatihlerinin aşiret aristokrasisi yerine kozmopolit
- yönetici seçkinler ve toprak sahipleri hakim oldu. Bağdat’ın hiyerarşisi artmaya
- başlayan sarayında aşiretlerin baş reisleri yerine, doğulu bir hükümdar
- bulunuyordu. Arap zevkleri ve gelenekleri, başta bir Arap hükümdar olduğu,
- Arapça devletin, toplumun ve kültürün tek dili olmaya devam ettiği halde,
- tartışmasız egemen durumda değildi. Arap kadım sarayda ve şehirdeki eski
- yerini ve özgürlüğünü kaybederek hareme kapatıldı. Muhafızlar ve harem ağaları
- yüzünden gizli ziyaretler imkansız olmasa da tehlikeli hale geldi. Artık köle
- kızlar ve cariyeler bunu gereksiz kılıyordu. Arabistan'ı hiç görmemiş şehirli
- şairlerin hayali kamp yerleri için üzülmeye ve hayali sevgililerini övmeye devam
- etmesiyle eski edebi modalar biraz daha sürdü. Geçmişteki kimi konulan gerçek
- duruma uydurmaya çalıştılar. Söylenene göre, Bağdatlı bir şair, şehirli bir kadına
- yazdığı kasidede klişe ifadelerle ondan, teselli etmesi için özlem dolu yalnız
- gecelerinde rüyalarına gelmesi için yalvarır. Kadın da üç altın dinar gönderirse
- bizzat gelip onu teselli edeceğini bildirir.
- Arap şiirinde yeni rüzgarlar esmeye başlamıştı. İslamiyet’i seçenler arasında,
- fatihlerin dilini ve dini benimsedikleri halde, geleneklerini hor gören îranlılar
- bulunuyordu. İranlı şairler de Arap şiirine yeni temalar ve modalar getirdiler ve
- aşk şiiri bunlardan biriydi. Bu şiirlerde genellikle bir köle kıza, özellikle de
- * şehir toplumunun dişi unsuru cariyelere hitap ediliyordu. Bu şiir türünde
- gizliliğe önem verilmediği için gizli buluşma ve ayrılma başka bir bağlamda
- karşımıza çıkar. Müslümanlıktaki zina yasağı etkisini sürmemişti ama alkol
- yasağı sürüyordu. Bu yüzden de şair gizli buluşma ve ayrılmasını kadınlar yerine
- alkol şişesiyle yapıyordu.
- İslam’daki alkol yasağına rağmen, Arap şiirinde yer alan şarap, İslamiyet
- içinde gelişen İran ve Türk şiirinde çok daha fazladır. Müslümanlar için geçerli
- olan şarap içme, üretme ve satma yasağı, Müslüman devletin Müslüman
- olmayan vatandaş-lan için geçerli değildi. Bu yüzden içki içmek isteyen
- Müslümanlar kafirlere gitmek zorunda kalıyorlardı. Arap şiirindeki Hıristiyan
- manastırı ve Pers şiirindeki Zerdüşt tekkesi meyhane çağrışımlarıdır. Genel
- olarak birleştirilen aşk ve şarap konulan, özellikle îran ve Türk şiirinde, kimi
- zaman dini bir önem kazanmaktadır. Sofi şairlerinin kullandıktan Baküsçü ve
- erotik göstergeler insanın Allah ile mistik birliğini simgelemektedir.Erotizmi dini
- amaçlarla kullanmanın Tevrat’ta Neşideler Neşidesi’ndeki Musevi-Hıristiyan
- geleneğince bilinen daha eski örnekleri de vardır.
- Av şiirleri, özellikle Türkler ve îranlılar da kültürel bilgi açısından zengin bir
- başka türdür. Bu şiir türünün avcılığın artık başlıca besin sağlama kaynağı
- olmamasından çok sonra bile önemli bir kültürel, toplumsal ve askeri işlevi
- olmuştur. Helenistik dünyanın oyunları ve atletizm yarışmaları îslami yönetimde
- kaldırılmıştı. Güreş, deve ve at yarışları, deve ve horoz dövüşleri bir ölçüde halkı
- eğlendiriyor, at binmek ve ok atmak gibi askeri sanatlar askerlere mesleki
- beceriler sağlıyordu. Ancak avlanmak, spor modem çağda gelişinceye dek
- egzersiz, eğlence ve yararlı eğitimin birleştiği en popüler alandı. Büyük kraliyet
- avları, süresi, sayısı ve boyutu açısından özel bir değeri taşıyordu. Modem çağ
- öncesinde bu avlar, modem orduları savaşa hazırlayan savaş oyunlarına ve
- manevralara en yakın çalışmalar olarak, yönetme ve örgütlenme, ikmal ve
- malzeme, hareket, komuta ve denetim, başka bir deyişle savaş
- deneyimi kazandırıyordu.
- Bu. etkinliklere edebiyatta büyük ölçüde yer verilmiştir. Şairler at, deve ve fil
- gibi binek hayvanlarım, kılıç, yay, mızrak gibi silahlarını, şahin, köpek gibi
- avlanma yardımcılarıyla avlarını ayrıntılı olarak anlatırlardı. Dostluk, rekabet,
- avcıların aşkları, kovalamacanın verdiği heyecan, öldürmenin verdiği zevki
- ve avdan sonraki eğlence konularına ayrıntılarıyla yer verirlerdi.
- Şiirin toplumsal ve siyasi açıdan önemli bir işlev taşıyordu. Çoğu şairin
- geçim kaynağı, hiciv, özellikle de övgüydü. Henüz gazetecilik, reklamcılık,
- propaganda ve halkla ilişkilerin olmadığı zamanlarda bunların tümünü şairler
- üstlenirdi. Bu durum şairler için yeni değildi. Roma İmparatoru Augustus’un
- saray şairlerinden bazılarının eserleri genel olarak Roma İmparatorluğu’nun,
- özel olarak da Roma imparatorunun halkla ilişkiler çalışmalarıydı. Şüphesiz
- durum çok daha önceki hükümdarlar için de böyleydi. Şairlerin hükümdarlarını
- övdükleri kolayca ezberlenip ağızdan ağza gezen beyitlerle ülke çapında onların
- imajlarını geliştirdikleri İslami Ortaçağ’da övgü sanatı en doruk noktasına
- çıkmıştır.
- Şiirsel propagandanın olumlu etkisi olduğu gibi olumsuz etkisi de söz
- konusuydu. Hiciv sözcüğünün Arapça’daki karşılığı "hica" sözcüğünün
- Tevrat’taki, büyü yapmak anlamındaki “hegeh” sözcüğüyle yakınlığı ilginçtir.
- Hiciv yalnızca hakaret ve yerme anlamı taşımaz, bunu pratik bir amaca yöneltir.
- Aşiret hicivcilerinin düşmanca propagandaları daha eskilere, hatta İslamiyet
- öncesine dayanır. Hz. Muhammed’in hadislerinden şiirsel propagandanın
- tehlikesinin ve öneminin farkında olduğunu görüyoruz. Şiire karşı genel bir
- hoşnutsuzluk vardı, örneğin en önemli Arap şairlerinden İmr el-Kays için
- “cehennem yolundaki liderleri” deniyordu. Bu hoşnutsuzluğa rağmen
- Hz.Muhammed ona şiirle saldıranlara tuttuğu hicivci ile yanıt vermiştir. Bir
- defasında da hicivi yazan kişi ile birlikte şiiri okuyan şarkıcı kız öldürülmüştür.
- İslami çağın ilk yüzyılında saray şairleri tutan Emevi halifelerinden sonraki
- tüm Müslüman hükümdarlar da bunu yapmışlar ve uygulama yalnızca
- hükümdarlara özgü olmamıştır. Başka makamlardaki kişiler de halkla ilişkiler ve
- reklam çalışma-lan için şair tutmuşlar ve böylece şairlik kabul gören bir meslek
- haline gelmiştir. Edebiyat tarihlerinde bu şairlerin ödüllendirilmesiyle ilgili
- ayrıntılı pek çok bilgiye rastlanır. Ödül genellikle makam sahibinin durumu ve
- şairin yeteneğine bağlıydı. Benzeri mesleklerde olduğu gibi aynı ürün yeniden
- kullanılabilir, bir hükümdar için yazdığı bir şiiri, işvereni değiştikten sonra,
- başka birine satabilirdi. Şairleri korumalarıyla, yani yaygın propaganda
- çalışmalarıyla ünlü olan hükümdarlar vardır.X.yy’da Kuzey Suriye’de Hamdani
- Beyi Seyf el-Devle oldukça büyük bir şair kadrosuna sahipti. Bu şairlerin,
- dikkatsiz tarihçileri yanıltmalarıyla bugün bile onun için çalıştıkları söylenebilir.
- Fatımi halifelerin onlardan beklenilebileceği üzere, Fatımi dünya görüşünü ve
- Abbasi halifelerine karşı Fatımi davasını yayan ideolojik şairleri bulunuyordu.
- Tarihçilerin resmi şairlerin listelerini verdikleri de olmuştur. Ortaçağ’ın daha
- sonraki zamanlarından Mısırlı bir ansiklopedi yazarı, Fatımiler’in saraya bağlı
- şair bir kadrosu olduğunu ve bunların iki gruba ayrıldığını yazmıştır. Bu
- gruplardan biri Sünniliği öven Sünni şairler, diğeri de İsmaili imamına uygun
- daha aşırı övgüler yapan İsmaili şairlerdir.
- Çeşitli mezheplerden olan kişiler, isyancılar, siyasi ve başka grupların
- kullandıkları şiirsel propaganda, kişisel çıkarlar için de kullanılmıştır,IX.yy Arap
- şarkı kitabı Kitab el-Aghanil’de yer alan iki örnekte şiirin ekonomik amaçlara
- hizmet ettiği de görülmektedir. Anlatılan bir öyküye göre, VIII.yy’da Irak valisi
- kamu sulama sistemini genişletmek için bir araziye zorla el koymuş ve toprak
- sahibinin adına hareket eden ünlü şair Farazdak, valiyi baskıcılıkla suçlayan ve
- ona saldıran bir şiir yazmış. Bu olayın nasıl sonuçlandığı ve şaire ne kadar ücret
- ödendiği bilinmemektedir. Aynı kaynaktan başka bir öykü de tamamı
- anlatılmaya değer ölçüde ilginçtir:
- 2
- “Peçe satmak için Medine'ye giden Kûfe’li bir tüccar, siyah olanlar hariç
- tüm peçeleri satmış. El-Darimi’nin arkadaşı olan tüccar bunu ona anlatmış. O
- günlerde şiiri ve müziği bırakıp inzivaya çekilmiş olan El-Darimi, tüccara
- "Sen hiç düşünme, ben sana onları da satırım " demiş ve şu dizeleri yazmış:
- Git sor siyah peçeliye Ne yaptın dindar imama?
- Namaz için cübbesini toplamıştı Sen cami kapısında göründüğünde
- El-Danmi'nin bestesini de yaptığı,şiiri çok ünlü olmuş ve herkes onun
- inzivadan çıkıp tekrar şiire başladığını düşünmüş. Medine'deki tüm kadınlar
- siyah peçe almaya başlamışlar, Iraklı tüccar da elindeki siyah peçelerin
- hepsini satmış. Bu olaydan sonra, El-Darimi yeniden inzivaya çekilmiş. ”
- Bu, şarkılı reklamın bilinen ilk örneği sayılabilir.
- Ortaçağ’da Araplar tarafından öykülü şiirlerin kullanımı yaygın değildi.
- Ortaçağ Avrupası’ndaki ve klasik antik çağdaki destan ve baladlarla
- kıyaslanabilecek, resmi edebiyat sayılmayan vezinli ve vezinsiz uzun popüler
- aşk öyküleri ve bazı savaş parçaları dışında bir esere rastlanmaz. Destanın İslami
- Ortadoğu’da tekrar doğması, İslam öncesi Pers şiir parçalarının eski Pers epik
- geleneğinin bulunduğu İran’da olmuştur. Kısmen Pers milli kültürünün tekrar
- uyanması ve yeni bir Müslüman İran dilinin ortaya çıkması, bu geleneğin tekrar
- canlanmasını sağlamıştır. X.yy şairi Firdevsi’nin eski İran’ın tanrılarının ve
- kahramanlarının serüvenlerini anlattığı uzun şiiri Şehname, Pers-Türk
- kültüründeki yeri Batı’daki İlyada, Odise ve Eneid'e benzerdir. Batıdaki
- benzerlerinde de olduğu gibi Şehname’nin de taklitleri olmuş, Farsça ve Türkçe
- çeşitli kalitelerde destanlar yazılmıştır. Orta Asya Türk halklarının kahramanlık
- şiirleri Türkçe olanların önemlileridir. Genellikle bir kitabın tamamı
- uzunluğunda, çoğunlukla da mutsuz aşıkların serüvenleri, Türkler ile İranlılar’ın
- yaygın olarak kullandıkları bir başka anlatım türüdür. Tüm bu aşklar ve destanlar
- Müslüman kitap resimleme sanatına büyük ölçüde ortam sağlamışlardır.
- Arapça’da olay ya da oturum anlamındaki “Makama” tamamen Araplar’a
- özgü bir edebi türdür. Makama çoğunlukla hayali bir anlatıcı ve bir kahramanın
- konuştukları makamat koleksiyonundan bir parçadır. Bunlar konuşma ve
- anlatım, vezin ve nesir, vaaz ve tartışma ve mizahla ele alman büyük ölçüde
- toplumsal yorum içerirler. Makamat koleksiyonları arasında Arap edebiyatının
- şaheserleri bulunur. Farsça ve İbranice’de makamat taklit edilmiştir ama
- karakteristik Arap biçimi korunmuştur.
- Farsça ve Türkçe şiirler tamamen İslami’dir. Benzer biçimde büyük oranda
- îslami olan Arap şiiri, en erken ve en geç dönemlerinde önemli bir Hıristiyan
- nitelik taşımıştır. Sayılan az olmakla birlikte Arapça yazan Musevi şairler de
- olmuştur. Genel olarak Musevi şairler, yalnızca din, bilim ve edebiyat dili
- olan İbranice ile lirik ve dini şiirler yazıyorlardı. İslam ülkelerindeki
- İbrani şiiri yapı, konu ve edebi gelenekler açısından Arap örneklerine benzer.
- Makama dışında klasik Arapça’da başka edebiyat türler de vardı. Deneme
- sanatı oldukça gelişmiş bir düzeydeydi. Roman olmayan alegorik öyküler, daha
- hafif bir eğlendirici edebiyat türüydü. Bu öyküler hayali oldukları halde,
- halifeler döneminde çeşitli bölge ve toplumsal düzeylerdeki yaşamı canlı bir
- şekilde yansıtırlar.
- Mizah bu edebiyatta önemli bir yere sahiptir. Sivri anekdotlar ve hazır
- cevaplılık Ortaçağ Arap yazarlarının başlıca özellikleriydi. Arap edebiyatının en
- kutsal olanları da dahil olmak üzere her türüyle hafiften hafife alay etmek için
- hicvi kullanırlardı. Buna örnek vermek gerekirse; halifeler döneminde,
- tıpkı başka yerlerde ve rejimlerdeki gibi devlet memurlarının ağır ve sık
- tekrarlarla dolu bir üslupları vardı. XI. yy’daki ‘'komik hatalar”
- koleksiyonundaki Halep prensinin öyküsü şöyledir: Prense bağlı olan Antakya
- valisinin biraz safça olan sekreteri, iki Müslüman gemisinin tüm mürettebatıyla
- battığını efendisi adına prense şu şekilde iletmiştir: “Esirgeyen ve Bağışlayan
- Allah adına. Allah, Prens’e kuvvet versin ki iki kayık, yani iki gemi, girdap, yani
- dalgalar yüzünden, devrildi, yani battı ve herkes kayboldu, yani öldü.” Halep
- prensi de valisini şöyle yanıtlamış: “Mektubun bize geldi, yani ulaştı ve biz onu
- anladık, yani okuduk. Sekreterini döv, yani ona vur ve yerine başkasını getir,
- yani onu kov, çünkü o ahmak, yani aptaldır.Hoşçakal, yani mektup bitti. ’’
- 3
- Diğer bir öykü de şöyledir: Hicri birinci yüzyılda komik öyküleriyle
- ünlenmiş Ashab adındaki kişiye, niçin iyi bir Müslüman gibi hadisleri
- anlatmayıp boş şeylerle uğraştığını sormuşlar. Ashab da kendisinin de hadisleri
- bildiğini söylemiş. Onlar da birini anlatmasını istemişler. O da hadisin kimin
- ağzından söylendiğinden başlayarak geleneksel bir şekilde anlatmaya başlamış.
- “İbn Ömer’den duyan Nafı bana şöyle anlattı: Allah'ın elçisi, Sahip olanların
- Allah'ın seçilmiş kullarından olduğu iki nitelik vardır, demiş." Dinleyenler bunun
- gerçekten doğru bir hadis olduğunu belirterek bu iki niteliğin ne olduğunu
- sormuşlar. Ashab, “Nafi birini unutmuştu, ben de diğerini unuttum," yanıtını
- vermiş.
- 4
- Eğlence edebiyatı da klasik Arap edebiyatının diğer türleri gibi Türkçe’ye ve
- Farsça’ya geçerek biraz farklı biçimlere dönüşmüştür. Alegori ve öykü epeyce
- gelişmişti. Öte yandan deneme türü daha az mizahi ve daha çok ahlakçı, didaktik
- nitelikteki daha ciddi ve daha dürüst bir toplumun anlatımları olmuştu.
- Tiyatro büyük olasılıkla antik çağdaki putperest törenlerle
- ilişkilendiıüdiğinden, İslâmî Ortaçağ’da Ortadoğu’da yok olarak sonraki birkaç
- yüzyıl bir daha ortaya çıkmamıştır. Pandomim, meddahlık, palyaçoluk olmak
- üzere dram sanatlarının yaygın bazı unsurları vardı. Aktörlerce doğaçlama
- söylenen metinlerle kısa komik sahnelerden izler de vardır. Genellikle bunlar
- sıradan halkın popüler eğlenceleriydi, sarayda daha seçkin gösteriler oluyordu.
- Ne var ki bu seçkin gösteriler kimi zaman daha çirkin bir amaca hizmet
- edebiliyordu. XII.yy’da Bizans prensesi Anna Komnena, Selçuklu sarayındaki
- aktörlerin gut hastalığı olan babası Aleksios Komnenos ile alay ettiklerini
- söylemiştir:
- 5
- "Barbarlar, hünerli aktörler onun acılarıyla dalga geçtiler. Gut hastalığı
- alay konusu haline geldi. Doktor ve hemşire gibi rol yaptılar ve impara-tor’u
- bir yatağa yatırarak onunla dalga geçtiler ve kahkahalar attılar. ”
- XV. yy’da Bizans imparatoru II. Manuel Paleologos, Osmanlı sultanı
- Bayezid’in sarayına yaptığı ziyaretini anlatırken aktörler, müzisyenler, şarkıcılar
- ve dansözlerden söz etmiştir.
- Bir anlatımı ve hemen hemen hazır bir metni olan oyun, ilk kez XIV. yy’da
- özellikle Mısır ve Türkiye’de görülmüştür. Bu oyun türünde karakterler
- kuklalarla ya da bir perdeye yansıtılan gölgelerle canlandırılır ve kuklacı
- tarafından konuşturulurdu. Genel olarak komik bir içeriği olsa da sert bir
- toplumsal ya da siyasi yorum içerirdi. Metinleri bugüne dek gelen bu tür oyunlar
- vardır ve bazılannın yazarlarının adlan da bilinmektedir.
- Antik çağdan itibaren kuklalar vardı. Ortadoğu ülkelerinde daha popüler olan
- gölge oyunlannın Doğu ve Batı Asya arasında yeni iletişim kanallan açan
- Tiirkler ya da Moğollar döneminden, Doğu Asya’dan gelmiş olması
- muhtemeldir.
- Avrupa’dan, özellikle de XV. yy sonunda ve XVI.yy başında İspanya’dan
- göçen Museviler'in eseri olduğu kesin olan ve aktörlerin hazır metinlere göre
- oynadıkları tiyatro, Osmanlı döneminde görülür. Musevi, sonraları Ermeni ve
- Rum gibi Hıristiyan gruplarının sarayda ve başka kutlamalarda
- muhtemelen Türkçe olarak oyunlar oynadıkları bilinmektedir.
- Ancak tüm bunların çok sınırlı etkileri ve boyutları vardı. Bir sanat dalı
- olarak tiyatronun ortaya çıkışı XIX. yy’da Avrupa etkisiyle olmuştur.
- Şiileriin Hz. Hüseyin ve ailesinin Kerbela’da şehit olmasını temsilen, olayın
- yıldönümü olan Muharrem ayının onuncu gününde gerçekleştirilen “taziye” çok
- çarpıcı bir başka dramatik gösteri türüdür. Taziye, modem Şii dini törenlerinin
- temeli olmasına karşın çok yeni bir türdür, en eski olanları XVIII. yy sonlarından
- kalmıştır.
- Çoğunlukla eğlendirmek yerine, bilgilendirmek ve eğitmek i. için yazılmış
- olan klasik nesir edebiyatının önemli bir kısmı geçmişe ait tarih, edebiyat tarihi,
- biyografi gibi bilgileri aktarmak ve korumak üzere yazılmıştır. İslamiyet bir din
- ve uygarlık olarak en başından itibaren güçlü bir tarih duygusu taşımıştır. XV. yy’daki
- Mısırlı bir bilgin “tarihi” savunurken Allah'ın da tarihi anlattığını belirtmiştir ki,
- aslında Kuran’da pek çok tarihi öykü vardır. “Peygamberlerin senin kalbini
- güçlendirecek öykülerini sana anlatıyoruz. Böylece gerçeğin bilgisini,
- müminlere de öğüt ve uyan getiriyoruz” (Kuran 11:120). Eski hadisler Hz.
- Muhammed’in vahiylerinin tarihsel sıralamasının tamamını bilen ve
- insanoğlunun yaratılışından kıyamete kadarki konumunun farkında olanlarla
- ilgilidir. Hz. Muhammed’in görevi tarihte bir olaydı; amacı ve anlamı hafızalara
- ve kayıtlara alınarak korunmuş ve aktarılmıştır.
- En başından beri tarihteki alacakları yerlerin farkında olan Müslüman
- hükümdarlar, geleceğe bırakacakları eylemlerinin kayıtlarına çok önem
- vermişlerdir. Hem kendilerinden önceki hükümdarların yaptıklarıyla
- ilgilenmişler hem de kendilerinin yaptıklarıyla ilgili kayıtların onlardan sonra
- geleceklere kalmasını istemişlerdir. Hz. Muhammed ve ashabının biyografileri
- ve Arap aşiretlerinin kahramanlık destanlarının yazılmaya başlanmasıyla tarih
- yazımı başlamış, sonrasında da en ilkel bölgede-kiler de dahil olmak üzere,
- hüküm süren tüm Müslümanlar hanedanlardan bir tür tarih kalmıştır. Tarih
- yazımı bazı ülkelerde İslamiyet ile birlikte başlamıştır. Şiilerin görüşü farklı
- olmakla birlikte, Sünni Müslümanlar’a göre Allah'ın cemaati, Allah'ın insanlık
- için tasarladıklarının somutlaştırılmasıydı ve O’nun ilahi rehberliğinde Allah’ın
- amacının işleyişini gösterirdi. Tarih, bu açıdan dinin en derin sonınlannda ve
- hukukun en pratik konularında otorite bir rehber olması nedeniyle doğru
- bilinmeliydi.
- Özede Müslüman açısından kendi tarihi önem taşıyordu. Müslüman olmayan
- ülke ve toplulukların tarihleri ne bu tür bir rehberdi ne de böyle bir değerleri
- vardı. Bu yüzden de Müslüman'tarihçiler, Hıristiyan Avrupa’da ya da başka bir
- yerdeki
- Müslüman olmayan tarihi ya da kendi Hıristiyan, Zerdüşti ve diğer
- Müslüman olmayan atalarının tarihlerini önemsemezlerdi. Kuran’da ve
- hadislerde eski tarihte önemli olan şeyler korunmuş, geri kalanı tarihe gömülerek
- unutulmuştu.
- Muazzam bir zenginlik, çeşitlilik ve genişlikteki İslami Ortadoğu’nun tarih
- yazımı, imparatorluk, yerel, bölgesel ve evrensel tarihi, geçmişin ve günün
- tarihini, biyografileri ve az sayıda otobiyografileri, askerler, devlet adamları,
- nazırlar, şairler, bilim adamları, mistikler, yargıçlar ve ilahiyatçıların tarihçelerini
- kapsamaktadır. Bunlardan başka da tarih yazım türleri bulunur. İslamiyet öncesi
- kahramanlık tarihi geleneğinde putperest Araplar’ın savaşlarını ve baskınlarını
- anlatan öyküler bulunur ve Hz. Muhammed’in putperestlere seferleri ve ilk
- Müslümanların büyük fetihleriyle yeni bir biçime dönüşmüştür. Sonraları da
- övgü ya da propaganda halini alan bu tür tarih yazımı, kimi zaman da
- Selahaddin’in Arapça biyografisindeki ve Kanuni Sultan Süleyman'ın
- fetihlerinin Türkçe yazımlarındaki gibi destanımsı bir biçime dönüşmüştür.
- Hukuksal, hatta bir anlamda da teolojik tarih yazımı türü de vardır. Bu tür
- tarih yazımı, Hz. Muhammed’in sözleri ve eylemlerinin ve “doğru yoldaki”
- halifelerinin kayıtlarını ve özellikle kamu siyaseti konularında Şeriat’ın
- korunmasına hizmet eden örnekler olarak sunar. Tarih yazımı, Abbasiler
- zamanında daha gelişmiş ve edebi bir biçiminin, sayılan hızla artan memurlara
- yönelik olmuştur. Bu biçimler, onlara daha az dindar, daha pratik, bürokratik ve
- Müslüman olmayan ve özellikle de İran örneklerini içeren farklı hükümet
- örnekleri sunmak için kullanılmıştır.
- Bir dönem, bölge ve yazarı dikkate alınmaksızın, İslami tarih yazımının
- tamamı Arapça olmuştur. Ortak İslam uygarlığında ortaya çıkan yeni edebi
- dillerle, şiir, edebiyat ve tarih yazımında kültürel öz bilincinin yeni şekilleri
- ortaya konulmuştur. Bununla birlikte başka değişiklikler de olmuştur. Sünni
- İslam X.ve XVI yy’da mücadele ettiği üç büyük düşman karşısında çoğunlukla
- zafer kazanmışlardır. Hıristiyan haçlıları püskürtmüşler, dinsiz Moğollar’ı
- İslâmlaştırarak asimile etmişler ve Şii muhaliflerini bastırmış ya da yola
- getirmişlerdir. Tüm bu gelişmelerle birlikte yaşanan büyük Sünni canlanışı
- sürecinde uygarlık biçim değiştirmiş ve kültürel yaşam yeni yollarda ilerlemeye
- başlamıştır. Gerçekleşen değişiklikler, edebiyata, özellikle de tarihi edebiyata
- açık olarak yansımıştır. Devlet memurunun eğitiminin önemli bir parçası
- durumundaki tarih bir ölçüde bu görüşle yazılmış olmalıdır. Öte yandan, Abbasi
- zamanındaki bilgili ve nazik memur, Selçuklu sonrasının medrese öğrenimli
- dindar memurundan çok farklıydı. Ortaçağ sonlaRInda, çağdaşlaRI arasında,
- çoğu önemli Arap tarihçisinin asıl ilgi alanı ve ünü, genelde dini bilimlerde
- olmak üzere tarihten başka alanlarda olmuştur. Tarihin asla medrese müfredatına
- girmemiş olmasına karşın, tarihçi medrese mezunu olmaya başlamıştı.
- Bu değişiklik çok önemlidir. Başta Osmanlı İmparatorluğu ve İran olmak
- üzere, savaş sonrası dönemdeki daha kalıcı ve istikrarlı monarşilerde tarih yazma
- işi devletin ilgi alanına girmiş, tarihçi, devletin himayesinde alınarak devlet
- tarafından istihdam edilmiştir. Böylece tarihçinin, öncelikle gerçeklere
- önem veren ve bunları yorumlarken dürüst olması gereken bir hadis toplayıcı
- özelliği taşıdığı zamanlardaki gelenekçi anlayışı azalmıştır. Öte yandan, bazı
- farklılıkları olmakla birlikte eski gelenekler devam etmiştir. Osmanlı
- İmparatorluğundaki imparatorluk tarihçisi unvanındaki önemli tarihçiler,
- hükümdarlarının başarı ve erdemleri ile birlikte, başarısızlık ve eksikliklerini
- de anlatmışlardır. Osmanlı tarihçilerinin XVII.yy'dan sonra yaşanan Osmanlı
- yenilgileri karşısındaki eleştirel yaklaşımları bilimsel dürüstlük açısından önemli
- bir örnektir.
- Ortaçağ İslamiyet’inde başka ilimlerde de gelişmeler olmuştur. İslamiyet,
- Hıristiyanlığın tersine, özgün dilini bilmeyenlerin de okuyabilmeleri için
- Kuran’ın çevrilmesini teşvik etmiyordu. Müslüman otoritelerinden bazıları
- çeviriyi dine karşı gelmeye ve dine küfüre eş gördükleri için Kuran’ın Türkçe,
- Farsça ve öteki İslam dillerine resmi çevirileri yapılmamıştır. Yorum adı altında
- resmi olmayan bazı çeviriler yapılmıştır. Müslümanlar, anadilleri başka olsa da,
- Kuran’ı kesinlikle ve yalnızca Arapça olarak okuyup incelemek zorundaydılar.
- Bu durum, sözlük ve dilbilgisi araştırmalarının gelişmesini sağlamıştır. Bu
- araştırmalar, öncelikle Kuran’m tüm müminlerce anlaşılmasını
- sağlamayı amaçlamıştır. Bunlar dilbilimlerinde daha önce görülmemiş
- bir gelişme sağlamıştır. Zaman içinde Arapça gibi öteki İslami diller ve İslami
- olmayan İbranice dili bundan etkilendi. İslam ülkelerindeki Museviler,
- Müslüman örneğinden hareketle Tevrat’ı, İbranice’yi sonradan öğrenenlere
- erişilebilir yapmak için Tevrat İbranicesi'nde metin ve dil araştırmaları
- yapmışlardır.
- Sözcüklerin farklı anlamlarını ve klasik metinlerdeki örneklerini veren
- Ortaçağ’daki büyük Arapça sözlükleri önemli bir başarı elde ettiler. Bu anlamda
- filolojinin temelini oluşturan bu sözlükler, alfabetik olarak düzenlenmiş başvuru
- eserleri için de örnek oluşturmuşlardır. Bu sözlüklerin içinde ülkeler, şehirler ve
- coğrafi konularla ilgili bilgiler içeren coğrafi sözlükler ve yüzyıla, ülkeye ya da
- mesleğe göre hazırlanmış pek çok biyografik sözlük de bulunmaktadır.
- IX. yy ve sonrasındaki fizik, kimya, matematik, astronomi, tıp, eczacılık,
- coğrafya, tarım, felsefe ve başka konulardaki önemli Yunan eserlerinin
- Arapça’ya çevrilmesi araştırmacılığın, genel olarak da bilim ve öğrenimin
- gelişimi açısından önemli olmuştur. Bu eserlerin kimileri Müslüman
- olmayanlarda bulunuyordu; kimileri de özel olarak Bizans’tan ithal edilmişti.
- Çevirmenler eski putperestlerin eylemlerini önemsemediklerinden Yunan
- tarihçilerin çevirilerini yapmamışlardır. Hem Müslümanlar’ın şiir edebiyatları
- zengin olduğu için hem de şiir çevirisinin zorlukları nedeniyle şairlerin eserleri
- de çevrilmemiştir.
- Hem çevirmenler hem de hükümdar ve başka hamileri birincil olarak fayda
- sağlayacak konularla ilgileniyorlardı. Bu konular arasında sonraki nesiller
- açısından faydalı olacak, bu dünyanın sorunlarını çözme ve öteki dünyaya
- hazırlanma felsefesi de yer alıyordu. Barbar ve genellikle de ilgisiz olan Batı’da
- geçici, bazen de kalıcı olarak yokolan birçok önemli Yunan eseri Arapça
- çevirileriyle tanınmış, sonra da Latince çevirileri yapılmıştır. Çevirmenlerin çoğu
- gerekli dil bilgisine sahip olan Müslüman olmayan kişilerdi. Kimi metinler
- doğrudan Yunanca’dan, kinlileri de Yunanca metinlerin Syriac çevirilerinden
- çevriliyordu. Yunanca’dan başka, İslamiyet öncesi Farsça’dan ve Hintçe’den de
- çeviriler yapılmıştır. Latince'den yalnızca bir çevirinin yapıldığı bilinmektedir.
- Bu kitap, Orosius’un tarihçesidir ve İspanya’daki Müslümanların tarihiyle ilgili
- önemli bilgiler vermiştir.
- Yüzyıllarca pek ilgi duyulmayan Batı’ya çok daha sonra bilim adamları ve
- araştırmacılar pratik nedenlerle yakın ilgi göstermişlerdir. İki örnek bu yeni
- ilginin farklı yönlerini gösterecektir. 1560'ta Osmanlı sadrazamının istediği
- Fransa tarihinin Türkçe çevrisi 1570’te bitirilmiştir ve çeviri tek bir metin
- olarak kalmıştır. Batı tarihi ile ilgili bir çalışma bundan sonraki yüzyıllar
- boyunca yapılmamıştır. Baha el-Devle (ölümü 1510) adlı bir İranlı hekimin
- Hülasat el-Tecarib (Deneyimlerin Özeti) adlı kitabı Batı ile ilgili başka bir
- eserdir. Bu kitapta El-Devle “Ermeni iltihabı” ya da “Frenk vebası” şeklinde
- tanımladığı, frengi olduğu anlaşılan, yeni bir hastalıktan söz etmiştir. Kitaba göre
- Avrupa’da ortaya çıkıp buradan İstanbul’a ve başka yerlere yayılan hastalık,
- 1498 yılında Azerbaycan’da görülmüş, sonra da Irak ve İran’a yayılmıştır. XVII.
- yy’da artık Avrupa’da basılan metinlere dayanılarak Türkçe’de ve İslam
- dillerinin pek çoğunda “frengi” (Frenk hastalığı) olarak adlandırılan “sifilis”
- ayrıntılarıyla ele almıyordu.
- Ortaçağ İslam biliminin ulaştığı başarı, yalnızca Yunan biliminin alınıp
- korunması ve daha eski ve uzak Doğu unsurlarının benimsenmesiyle sınırlı
- kalmamıştır. Ortaçağ İslam bilim adamları, çabalan ve katkılarıyla modern
- dünyaya bıraktıkları mirası büyük oranda zenginleştirmişlerdir. Genelde
- kuramsal olan Yunan bilimine karşın, Ortaçağ Ortadoğu bilimi çoğunlukla
- uygulamaya yönelikti. Bu çağda kimya, tıp, astronomi ve tarım gibi konulardaki
- klasik miras, Ortadoğu’nun gözlem ve deneyimleriyle açıklanıp desteklenmişti.
- Buna en güzel örnek matematik olmuştur. “Arap rakamları” Hindistan’dan
- gelmiş olmasına karşın, Ortadoğulular, IX. yy’da yeni bir aritmetik
- geliştirmişlerdir. Yunan geometrisi üzerine kurulan ve Hindistan öğretilerinden
- etkilenen İslam geometrisine kadastro, inşaat ve silahta gibi uygulama
- alanlarında ve kuramsal olarak pek çok yeni ve özgün eklemeler yapılmıştır.
- Cebir tümüyle ve trigonometri bir ölçüde Ortaçağ Ortadoğu icadıdır. Doğu’da
- matematik yazılan ve Batı’da boş zamanlarında yazdığı dörtlüklerle ünlü olan
- cebirci Ömer Hayyam (Ölümü 1311) ünlü mucitlerdendir. Özellikle hekimler
- olmak üzere bilim adamlarının çoğunluğu Hıristiyan ve Musevi idi. Büyük kısmı
- yerel halktandı ama aralarında Avrupa’daki baskılardan kaçıp gelmiş olanlar da
- vardı. Ancak Müslüman olan ve olmayan tüm bilim adamları tek bir bilimsel
- topluluk oluşturmuş ve eserleri bölgenin ortak Ortaçağ îslami uygarlığında yer
- almıştır. Önemli İslam yazarlarından bazılarının eserleri Latince’ye çevrilip
- Avrupa’da okunmuş ve modem bilimin gelişmesine önemli kalkılan olmuştur.
- Bunlardan biri, Avrupa’da Rhazes adıyla tanınan, çiçek hastalığıyla ilgili bir
- eseri olan ve belki de Ortaçağ hekimlerinin en önemlisi olan Tahran
- yakınlarındaki Rey şehrinden Muhammed ibn Zekeriya el-Razi’dir (ölümü 920).
- Avrupa’da Avicenna adıyla tanınan Buharalı İbni Sina (980-1037) Latince’ye
- XIII. yy’da Cremonalı Gerard tarafından çevrilen büyük tıp ansiklopedisi Tıp
- Kanunu’nu derlemiş ve yüzyıllarca Avrupa tıp araştırmalarına kaynak olmuştur.
- Batı tıp bilimine Ortadoğu’dan bilimsel katkıların yanı sıra pratik katkılar da
- olmuştur. 1717 yılında Lady Wortley Montagu, Edirneli Türkler tarafından
- uygulanan çiçek aşısı yöntemini şöyle anlatmıştır:
- 6
- “Kesinlikle bilmek isteyeceğin bir şeyi anlatacağım. Bizde de sık
- rastlanılan ölümcül çiçek hastalığı burada da aşının bulunmasıyla tamamen
- zararsız duruma getirilmiştir. Bu uygulama bazı yaşlı kadınlar tarafından
- yapılıyor. Her yıl sıcaklar sona erdiğinde, eylül ayında, aşı olmak isteyenler
- haber veriyorlar. On on beş kişi toplanınca, elinde içi en iyi çiçek hastalığı
- maddesi dolu bir ceviz kabuğu olan bir yaşlı kadın aşı olacak kişiye hangi
- damarının açılmasını istediğini sorup iğneyle daman deliyor İnsanın canım
- pek yakmayan bu işlemden sonra iğnenin ucuyla damara zehiri koyup içi boş
- bir kabukla kapatıyor. Bu şekilde dört beş damar açıldıktan sonra kişinin ateşi
- çıkıyor ve iki üç gün yatakta yatıyor. Hastalananlar sekiz günde eski
- sağlıklarına kavuşuyorlar. Bu ameliyat her yıl binlerce kişiye yapılıyor.
- Fransız elçisi, başka yerlerde içmelere giden insanlar gibi buradakilerin de
- çiçek aşısı olmaya gittiklerini söylüyor."
- Bu durumdan çok etkilenen Lady Mary, sonraki yıl küçük oğlunu
- aşılatmıştır. Bu aşı yöntemi daha sonra İngiltere’ye ve oradan da Batı’ya
- yayılmıştır.
- Uzakdoğu kökenli iki buluş, edebiyat ve öğrenimin, böylece de eğitimin
- gelişmesine katkı sağlamıştır. Çin buluşu olan kağıtla tanışma, 751 yılında Orta
- Asya’da Çinlilerle bir çarpışma sonunda Araplar’ın Çinli kağıt üreticilerini
- yakalamalarıyla olmuştur. Çinliler mesleklerini İslam dünyasına tanıttıktan kısa
- süre sonra, kağıdın kullanımı, sonra da üretimi Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya
- yayılmış, X. yy başlarında İspanya’ya gitmiştir. Papirüs, parşömen gibi yetersiz
- yazı araçlarının yerini alan kağıt Ortadoğu toplumunu birçok açıdan etkilemiştir.
- Hızlı ve ucuz kitap üretimi eğitim ve araştırmalarda faydalı olmuştur. Diğer
- taraftan devlet ve ticaret işlerindeki kırtasiye işlemlerini artırmış ve
- kolaylaştırmıştır. Bir Arap tarihçisi, Halife Harun Reşid’in, devlet dairelerinde
- yazılanların iz bırakmadan değiştirilememesi ve silinememesi nedeniyle kağıt
- kullanılmasını emrettiğini söyler.
- Diğer bir Uzakdoğu buluşu olan matbaayı Ortadoğu İslam toplumu bu kadar
- kolay kabul etmemiştir. XV. yy’da Avrupa’da bulunan hareketli harflerle baskı
- tekniği Osmanlı topraklarında da ilgi çekmişti. Ancak 1485 yılında Sultan II.
- Bayezid matbaayı yasaklamıştır. Bu yeni kitap basım teknolojisi birkaç yıl sonra
- İspanya’dan gelen Musevi göçmenlerle birlikte geldi. Museviler, XVI.yy başında
- İstanbul ve Selanik’te sonraki yıllarda da başka Türk şehirlerinde matbaalar
- kurdular. Türkçe ve Arapça baskı yapmamaları şartıyla bu matbaalara izin
- verildi. İslam metinleri ve İslam dilleri için matbaanın kullanılması dine küfür
- sayılıyordu. Büyük olasılıkla bu yasağa kalemiye sınıfının ve hattatların çıkarları
- da etkili olmuştur. Bu nedenle Musevi matbaalarında yalnızca İbranice kitaplar
- ve birkaç Avrupa dilinde kitap basılmıştır. Venedik’te tipografi öğrenmiş Tokatlı
- Abgar Tibir, 1567 yılında İstanbul’da bir Ermeni matbaası kurdu. Oxford’da
- Balliol Koleji mezunu Sefalonyalı Nikodemus Metaxas da İngiltere’den ithal
- ettiği makine ve teknikle 1627 yılında bir Rum matbaası kurdu. Rum ve Ermeni
- matbaacılara da Musevi matbaacılarla aynı kısıtlamalar getirilmişti.
- İtalya’da XVI. yy başında Arapça baskı yapan matbaalar kuruldu. Bu
- matbaalarda Doğu’daki Arapça konuşan Hıristiyanlar’a Incil’ler, dua kitaplan ve
- başka dini yayınlar basılırdı. “Horologium Breve” bugüne kadar gelen Arapça
- harflerle basılmış en eski kitaptır ve 1514 yılında Kilise devletlerinde, Fano’da
- basılmış bir Hıristiyan duaları kitabıdır. Dini olmayan bazı kitaplar, İbni Sina’nın
- tıp kanunu, coğrafya eserleri ve 1538’de Paris’te Arapça bir dilbilgisi kitabı
- basılmıştır. Klasik Arap metinleri doğubilimcilerin ortaya çıkmasıyla daha çok
- sayıda basılmaya başlamıştı. Bunlar arasında Ortadoğu ülkelerinin özel
- kitaplıklarına girenler de olmuştur.
- Ancak XVIII. yy başında Ortadoğu’da Arapça harflerle baskı yapılmasına
- izin verilmiştir. 1721 yılında Osmanlı elçisi olarak Paris’te bulunan babasının
- yanında olan Said Efendi adlı bir genç bu girişimi başlatmıştır. Matbaanın ve
- yararlarının önemini fark eden Said Efendi, Türkiye’ye döndüğünde, başkentte
- bir matbaa kurmak için sadrazamın desteğini almaya uğraşmıştır. Said Efendi,
- mesleki ve tutucu muhalefete rağmen bunu başarmıştır. îlk Türk matbaasının
- kurucusu ve müdürü İbrahim Müteferrika ile işbirliği yaptı. Müteferrika
- Macaristan’da doğmuş, Müslüman olmuş ve Osmanlı devleti hizmetinde
- çalışmıştı. Müteferrika ile Said Efendi yazdıkları matbaanın faydalarını anlatan
- raporu sadrazama verdiler. Umulmadık bir destek geldi. Başkent müftüsü ve
- İmparatorluğun Müslüman hiyerarşisinin başı dini konular hariç Arap harfleriyle
- Türkçe kitap basılması için fetva verdi. Kuran, hadisler, Şeriat ve Kuran fıkıhları
- basılması yine yasaktı. 5 Temmuz 1727 tarihinde Türk matbaasının kurulması ve
- Türkçe kitaplar basılması için padişah fermanı yayınlandı. Başlangıçta makineler
- ve gereçler şehirdeki diğer Hıristiyan ve Musevi matbaalardan sağlandı, Musevi
- dizgicilerden yardım alındı. Sonra da, Arapça matbaalar bulunan Hollanda’da
- Leiden ve Paris başta olmak üzere Avrupa’dan makineler ithal edildi. 1729
- yılında ilk kitap olarak iki ciltlik" bir sözlük basıldı. Sözlüğün ilk cildinde
- padişahın matbaa kurulmasına izin veren fermanı, şeyhülislamın matbaanın caiz
- olduğunu belirten fetvası, imparatorluğun iki baş kadısının onay belgeleri ve
- matbaanın faydalarını anlatan bir yazı bulunuyordu.
- 1745 yılında İbrahim Müteferrika öldüğünde, dilbilgisi, askeri, coğrafya,
- matematik ve tarih konularında on yedi kitap basılmıştı. Hem kitap sayısı hem
- de baskı adedi çok azdı. İlk iki kitap biner, üçüncüsü bin iki yüz ve diğerleri de
- beş yüzer adet basılmıştı. Bu kitaplar, İslam dünyasının entelektüel yaşamında
- yeni bir çağın başlangıcını gösteriyorlardı.
- Ortadoğu İslam uygarlığının bulunduğu en doruk nokta, insan uygarlığının o
- zamana dek ulaştığı en yüksek noktaydı. O sıralarda çeşitli konularda İslam
- uygarlığından önde olan ileri ve gelişmiş Hint, Çin ve daha az olmak üzere
- Avrupa uygarlıkları da vardı. Ne var ki, tüm bunlar temelde yerel ve en
- fazla bölgesel uygarlıklardı. İslamiyet, dünyadaki tüm halklara kendilerine
- emanet edilen evrensel doğrulan ve Allah’ın son sözünü getirmekle yükümlü
- olduklarına inanan ilk din değildi. Ancak tek ırk, bölge ya da kültürün sınırlarını
- aşarak dini bir uygarlık yaratan ve bu hedefe ulaşma yolunda çok ciddi
- ilerlemeler gösteren ilk toplum Müslümanlar’dı. İslam dünyası, Ortaçağ’da
- uluslararası çok ırklı, çok uluslu, polietnik ve kıtalararasıydı.
- S. D. Goitein, İslam dünyasının yer ve zaman açısından bir “ara uygarlık”
- olduğu doğru tepsini yapmıştır. Güney Avrupa’da, Orta Afrika’da, Güney,
- Güneydoğu ve Doğu Asya’daki dış sınırlan tüm bu yerlerin özelliklerini
- kucaklıyordu. Antik çağ ile modem çağ arasında bulunması nedeniyle zamanlar
- arası bir uygarlıktı. Musevi ile Hıristiyan ve Avrupa ile Helenistik geçmişi
- paylaşıyor, onu uzak ülke ve kültürlerin özellikleriyle zenginleştiriyordu.
- Helenistik antik çağdan modem çağlara uzanan yollarda Yunan ya da Latin
- Htristiyanlığı’ndan çok Araplar’ın İslam uygarlığı, modern ve evrensel uygarlığa
- doğru ilerleme yolunda umut veriyordu.
- Ortadoğu İslam uygarlığının, gücü, yaratıcılığı ve enerjisi azalırken, o
- zamana kadar fakir, güçsüz ve renksiz olan Hıristiyan Avrupa’nın gücü artmaya
- başlamıştır. Bu kaybın hızla fark edilip nedenlerinin araştırılması ve eski
- ihtişamını tekrar kazanma isteği Ortadoğu uygarlığının bundan sonraki
- gelişimine gölge düşürmüştür.
- 5.KISIM
- MODERN ÇAĞ
- 14.BÖLÜM
- MÜCADELE
- Ortadoğu’da modem çağın başlangıcım, dünyanın her yerindeki gibi,
- Batı’nın etkisiyle, daha net bir biçimde de Avrupa emperyalizminin ortaya
- çıkması, yayılması ve yol açtığı değişikliklerle anlatmak bir gelenek olmuştur.
- Bu etkinin başlangıcına ilişkin farklı tarihler kabul edilmiştir. Kimilerine göre,
- 1798’de Fransız ordusunun Mısır’a girmesi; kimilerine göre de galip Rusya’nın
- mağlup Osmanlı İmparatorluğu’nu imzalamak zorunda bıraktığı yıkıcı Küçük
- Kaynarca Antlaşması; kimilerine göre ise l683’te Türklerin Viyana
- kuşatmasındaki son başarısızlıkları, bu sürecin başlangıç tarihidir.
- Müslüman uygarlığı, kendisini din ile tanımlıyordu. İslam hukukunun ve
- Müslüman bir hükümetin egemenliğindeki ülkelerin tümü yani uygar dünya Dar
- ül İslam’dı (İslam'ın Evi) olarak kabul edilmişti. Çevrelerindeki henüz
- Müslümanlığı benimsememiş ya da Müslüman egemenliğine alınmamış
- kafirlerin yaşadığı yerler de Dar ül-Harb (Savaş Evi) olarak görülüyordu.
- Coğrafi ve tarihi belgelerdeki Müslüman görüşü, İslam sınırlan dışındaki yerler
- arasında açık bir fark olduğunu ifade etmektedir. İslam dünyasının doğu ve
- güneyinde bulunan yerlerden bazılarında faydalı şeyler öğrenilebilecek uygar
- kişiler yaşarken, bazılarında da barbarlar yaşıyordu. Ama bunlar hem din olarak
- İslamiyet'e, hem de dünya devleti olarak İslam halifeliğine rakip olamazlardı.
- Aralarında hem uygar hem de barbarlar bulunan bu kafirleri İslam dünyasına
- kazandırabilecekleri kişiler olarak kabul ediyorlar ve bunun kaçınılmaz olacağını
- düşünüyorlardı.
- Doğuda bir tehdit bulunmuyordu. îslam dünyası için Hindistan ve Çin’deki
- büyük uygarlıklar, önemli bir tehdit oluşturmamışlar, hatta hiç karşı karşıya da
- gelmemişlerdi. Doğudan Moğollarla gelmiş olan putperest istilası çok etkili olsa
- da, zaman içinde fatihlerin ihtidaları ve asimile olmaları nedeniyle bir sorun
- olmamış, hatta İslam dünyasının önemli bir parçası haline gelmişlerdi.
- Batıda, yani İslamiyet’in kuzeybatı sınınndaki Yunan, Latin ve Hıristiyan
- Avrupa bölgesindeki durum çok farklıydı. Müslümanlar için burada onlarınkine
- benzer bir görevi olan ve rakip gördükleri bir dünya dini vardı. Rakipleri de
- Allah’ın son vahyine sahip oldukları ve bunu tüm insanlığa yayma görevini
- üstlendikleri inanandaydılar. Hıristiyan dünyasında da İslam dünyasındaki gibi,
- bu inanan yayılması için pek çok yöntem kullanıldığı gibi, bu uğurda savaşan
- büyük krallıklar ve imparatorluklar kurularak askeri ve siyasi destek de
- sağlanmıştı. Sonrasında da Hıristiyan başlıca kafir, Hıristiyan Avrupa ise Dar ülHarb’m en önemli simgesi haline geldi. Müslümanlar, Bizanslıları eski Yunan ve
- Hıristiyan Roma’nın mirasçıları kabul ettiklerinden onlara bir ölçüde saygı
- duyarlar ama onlardan korkmazlardı. Çünkü Bizans ile İslam dünyası arasındaki
- süregelen uzun ilişki sürecinde Bizans sürekli geriler durumdaydı ve l453’te
- Türkler tarafından Konstantinopolis (İstanbul) alınıncaya dek sürmüştü. Önceki
- yüzyıllarda Müslümanlar, Batı ve Kuzey Avnıpa’daki barbar kafirlerden
- korkmamışlar ve onlara saygı da duymamışlardı. Onları tehdit olarak görmemiş,
- kölelikten başka bir işe yaramayan kaba ve ilkel insanlar olarak görmüşlerdi. Bu
- görüşlerinin değişmeye başlaması, Hıristiyanlar’ın karşı saldırısı, Güney İtalya
- ve İber Yarımadası’nı yeniden ele geçirmeleri, Haçlı seferleriyle Hıristiyan
- ordularının Levant’a giymeleri ve Hıristiyanlık için kutsal olan yerleri almak
- üzere sonuçsuz çabalarıyla olmuştu.
- Müslümanlar, bu iki dünya sistemi arasındaki uzun mücadelenin ilk bin
- yılında genellikle üstün gelen taraf oldu. Haçlıların Levant’a girişlerinden sonra
- geçici, Portekiz, İspanya ve Sicilya’yı kaybedişlerinden sonra da sürekli olan bir
- gerileme olmuştu. Bu gerilemenin telafisi de Türkler’in Güneydoğu Avrupa’ya
- girişi ve yeni bir Müslüman devletinin Hıristiyan topraklarında kurularak bir
- dönem Avrupa'nın kalbini tehdit edişi olmuştu.
- İslam dünyası ile Avrupa arasındaki kültürel ve toplumsal ilişkiler Haçlı
- Seferleri’nden önce başlamış, Haçlılar’dan sonra, daha da gelişip
- yaygınlaşmıştır. İslamiyet’in Doğu Akdeniz ve Asya’daki eski uygarlıklardan
- aldığı ve değiştirip uyarladıkları ile kendi yarattıkları Avrupa’ya önemli katkısı
- olmuştur. Ortaçağ Avrupası, gelişmiş ve ilerlemiş Akdeniz İslam dünyası
- uygarlığından birçok şey öğrenmiştir. Bunlardan yalnızca birkaçı Avrupa’da
- unutulduğu halde Müslümanların koruyup geliştirdikleri Yunan bilimi ile
- felsefesi; Çin kağıdı ile Hint rakamları; pamuk, şeker, portakal, limon ve başka
- birçok bitki yetiştirme yöntemidir.
- Avnıpalılar, İslam dünyasına uzunca bir zaman yalnızca maddi ve teknik bazı
- katkılarda bulunmuştur. Sanat, edebiyat, bilim ve felsefe alanlarında Ortaçağ
- Avrupası’nın, Müslümanlar’a verecek bir şeyi yoktu. Olsa bile Müslümanlar ön
- yargılı olarak, aşılmış bir din ile ilkel bir toplumdan gelecek düşünceleri kabul
- etmezlerdi. Öte yandan Avrupalılaşan Müslümanların faydalı bularak
- benimsedikleri birçok şey üreten el becerileri vardı. XV.yy’da Ortadoğu’da
- zamanı ölçen saat, görüşü artıran dürbün ile teleskop biliniyordu. Bunlar oraya
- daha önce gitmiş olması mümkündür. Avrupa’dan alınan bazı besin bitkileri
- vardı. Örneğin, bugün de Arapça ve Türkçe’de fasulye için İtalyan kökenli adlar
- kullanılmaktadır. Amerika keşfedildikten sonra, aksi yönde gidenlerden az olsa
- da Batı’dan ithal edilen besin maddeleri ve bitkilerde artış olmuştur. Bunlardan
- başlıcaları domates, mısır, patates ve en önemlisi de tütündür. İslam dünyasının
- yaşam ve de ölümüne Batı’nın en önemli etkisi silah ile olmuştur. Haçlı
- Seferleri’nde istihkam yapımında kullanılan Frenk savaş tutsakları yeteneklerini
- efendilerine öğretmişlerdi. Halifeye yazdığı bir mektupta Selahaddin Haçlılardan
- aldığı limanlarda Avrupalı tüccarların olmasına gerekçe olarak “aralarında savaş
- silahı getirip satmayan tek kişi olmadığı için onlardan faydalanıldığını belirtir.”
- Bu gelenek Haçlı Seferleri, Osmanlılar’ın ilerleme ve gerileme dönemlerinden
- modern zamanlara kadar kesintiye uğramadan sürmüştür.
- Silah ticareti kilise ve devlet tarafından durdurulmak istenmiştir. Devletler
- birbirlerini bu ticarete izin vermek ve onu teşvik etmekle suçlamışlardır. Bu
- konuda kilisenin tavrı çok açıktı. XVI. ve XVII. yy’daki papalık fermanlarında
- şunlar yazılmıştır: “Türkler’e, Magripliler’e ve başka Hıristiyanlık düşmanlarına
- silah, tel, demir, kalay, pirinç, bakır, kükürt, güherçile, at, top ya da silah ve
- saldın araçları yapmak için başka eşya, halat, kereste ve denizcilik gereçleri ve
- başka yasaklanmış şeyleri satanlar aforoz edilecektir.” Ancak hem ticaretin
- kendisi hem de, onu engelleme çabaları son bulmamıştır.
- Şüphesiz Batıdan ithal edilen en önemli silahlar, sahra ve kuşatma toplan ile
- tüfek gibi ateşli silahlar olmuştur. Başlangıçta bu kafir silahlarına karşı
- direnilmişse de, bu silahlar Osmanlılar tarafından yaygın biçimde kullanılmıştır.
- Osmanlılar bu sayede Ortadoğu’daki öteki Müslüman rakiplerine karşı
- önemli bir üstünlük elde etmişlerdi.
- Tarihte başka dönüm noktalarını kesin olarak belirlemedeki zorluk, İslamiyet
- ile Hıristiyan dünyaları arasındaki güç ilişkişi açısından da geçerlidir. Bu gibi
- değişikliklerde, yeni düzenin başlangıcı, her zaman onu açıkça görünür yapan
- dramatik olaylardan daha önce olmuş ve eski düzen, ortadan kaldırıldıktan sonra
- da işlerliğini korumuştur. Bu “dönüm noktaları” tarihin gerçeği olmaktan çok,
- tarihçinin belirlemesi olarak, belirli ölçülerde yapay ve keyfi olsalar da, tarihi
- tartışmalara yardımları açısından çok önemlidirler. İslam dünyası ile Avrupa
- arasındaki değişen ilişkileri belirleyen önemli pek çok olay içinden XVII.yy
- sonlarındakileri değerlendirmek yerinde olacaktır.
- Viyana surlarını kuşatmış bekleyen Türk orduları altmış günün ardından 12
- Eylül l683’te çekilmeye başladılar. Türklerin Viyana’yı almak üzere ikinci
- kuşatmaları ve yenilgileriydi. İki kuşatma birbirinden çok farklıydı. 1529 yılında
- Kanuni Sultan Süleyman’ın orduları ilk kez Viyana surlarına gelmişler,
- tüm Güneydoğu Avrupa’yı ele geçirmişler ve Hıristiyan dünyasını tehdit eden
- yüzlerce yıllık fetih dalgasının zirvesindeydiler. Türkler’in düzenli olarak geri
- çekilmişlerdi ve kesin bir yenilgi yoktu. Kuşatma ile Habsburg ve Osmanlı
- imparatorlukları arasında, Macaristan’ı dolayısıyla da Orta Avrupa’yı hakimiyet
- altına alma mücadelesinin verildiği yüz elli yıllık süreç başlamıştı. Ancak ikinci
- kuşatma ile beraberindeki yenilgi çok daha farklıydı. Çünkü Türkler’in yenilgisi
- tartışmasız olarak kesindi. Türk orduları Viyana’dan çekildikten sonra başka
- yenilgiler de gelmiş, birçok eyalet ve şehir kaybedilerek Osmanlı orduları
- bozguna uğratılmıştı.
- 26 Ocak 1699’da Karlofça Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile yalnızca
- Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları arasında değil, genel anlamda Hıristiyan
- ve İslam dünyaları arasında yeni bir süreç başlamış oldu. Değişimi antlaşmanın
- hükümlerinde ve pazarlıklarında görmek mümkündür. Osmanlar açısından çok
- yeni bir diplomasi süreci başlamışa ve ilk Avrupa'ya
- girişleri için anlamlı bir antlaşmaydı. Çok ciddi bir pazarlık yoktu, yalnızca
- zafer kazananlar yenilenlere şartlar öne sürmüştü. İlk olarak l606 yılında
- Zitvatorok’ta düşmanla eşit koşulda görüşmüş yapmışlar ama Karlofça’da daha
- dramatik bir değişiklik olmuştu. Osmanlılar savaş alanındaki kesin yenilginin
- ardından, barış antlaşmasını zafer kazanan düşmanlarının belirlediği şartlara
- göre imzalamışlardı. Yeni bir taktik olarak, mağlubiyetlerinin sonuçlarını
- hafifletmek üzere hem onlar için aracılık yapacak hem de yakındaki
- komşularının güçlerini dengeleyecek, özellikle İngiltere ile Hollanda olmak
- üzere Bati Avrupa devletlerinden yardım istediler. Yeni askeri ilişkilere dayalı bu
- diplomasi daha sonraki yüzyıllara örnek teşkil etmiştir. Viyana yenilgisi,
- Karlofça Antlaşması ile mühürlenerek Müslümanlar için Hıristiyan gücü
- karsısında neredeyse kesintisiz ve uzun bir gerileme döneminin başlangıcı
- olmuştur.
- Osmanlılar da durumun farkındaydılar. Yüzyıl başında bir Türk tarihçisi
- şunları yazmıştır: “Bu, Osmanlı devletinin kuruluşundan beri benzeri
- görülmemiş ölçüde büyük bir yenilgiydi.”Yenilginin hemen ardından
- nedenlerinin tartışılması önemli bir noktaydı. İslami yükselişin ilk günlerinden
- itibaren, İslam dini ve siyasi görüşünde, dünyanın ve devletin eksik taraflarını
- tartışmak önemli bir gelenekti. Ancak ilk defa tartışmada “biz” ve “onlar" yer
- alıyordu. Eskiden, hep zafer kazanan İslam ordularını mağlup eden bu
- “kafirlerin” nasıl yendikleri ve onlara neden yenildikleri tartışılıyordu. Bu
- tartışmaya XVIII.yy başlarında Osmanlı resmi çevrelerinde başlandı, uzunca bir
- zaman da Osmanlı subayları, memurları ve entelektüellerinin dar çevresinde
- kaldı. Halkın büyük bölümü, çoğunlukla da iç eyaletlerde yaşayanlar dünyanın
- değişen durumundan habersiz kaldılar. Tartışma zamanla üst sınıftaki halk
- arasında ve Hıristiyan dünyasının karşısında uzunca bir süre İslamiyet’in
- silahşörlüğünü yapmış olan Türklerden tüm Müslüman dünyasına yayıldı. Bu
- değişim, önce Rus, sonra Batı Avrupa ordularının ilerlemeyi sürdürmeleri, çok
- fazla Müslüman toprağının Avrupa egemenliğinde girmesi ve İslam ülkelerinin
- aleyhine olan ticari gelişmelerle güçleniyordu. Ortadoğu pazarları, Batı’nın
- verimli üretimi ve Batı sömürgelerinden ucuza mal olan ucuz tekstil ve başka
- ürünlerle dolduruyordu. Eskiden Ortadoğu’nun Batı’ya ihraç ettiği pamuk,
- kahve, şeker gibi ürünleri artık sömürgelerden sağlanarak Batılı tüccarlar
- aracılığıyla Ortadoğu’ya ihraç ediliyordu.
- XVI. yy başında İran’da Safevi hanedanı Osmanlılar karsısında yenildiği
- halde, iki yüzyıldan fazla egemenliğine devam etmiştir. Bu dönemde;
- Osmanlılar’la askeri, siyasi ve dini mücadelenin sürmesi, Şiiliğin İranlıların
- çoğunluk dini olarak kabul edilmesi, Orta Asya ve Hindistan’daki Müslüman
- ülkelerle yeni bir ilişki düzeninin gelişmesi, Avrupa ile ticaretin ve onunla
- birlikte İran’a karşı Avrupa ticari ve siyasi rekabetinin artma-sı gibi birtakım
- önemli değişiklikler olmuştur. Safevi döneminde özellikle resim, mimari ve
- sanayi sanatlarında önemli gelişmeler olmuştur. Safevi devleti ve toplumu bu
- gösterişli görüntüsünün ardında hızla çürüyordu. Bu durum İran’ın XVIII.
- yy başında batı Osmanlı, doğu Afgan ve kuzey Rus istilasına uğramasıyla açığa
- çıktı.
- Zamanla Ortadoğu Müslüman devletleri arasındaki rekabet kuzeydeki iki
- büyük Hıristiyan devletin, Avusturya ve Rusya’nın, tehdidinde kalmaya başladı.
- Her iki devlet savaşlarla Osmanlı ve İranlılar’dan ciddi toprak ve avantajlar
- sağladılar. Avusturya ilk olarak, daha önce Türkler’e kaptırdıkları eski Avusturya
- ve Macaristan topraklarını geri aldı. Avusturyalılar, Balkan yarımadasında çok
- ilerlemediler ama Tuna’nın ağzına kadar seyir hakkını kazandılar ve İstanbul’un
- yolu sayılan Morava vadisine girdiler.
- Moskova gücünün güneye doğru ilerlemesi çok daha önemliydi. XVIII.yy’da
- Rus İmparatorluğu ’nun güneye doğru ilerlemesinde yeni bir aşama başlamış
- ama ilk başlarda çok başarılı olmamıştı. 1710 yılında Prut Nehri’ni geçerek
- Osmanlı İmparatorluğu’na saldıran Ruslar, geri çekilmek ve ele geçirdikleri
- yerleri terk etmek zorunda kalmışlardı. İran’daki karışıklıktan faydalanmak
- isteyen Ruslar, 1723 yılında Kafkasya bölgesine girerek, Derbent ve Baku
- şehirlerini- aldılar. Bu sefer Osmanlılarca birlikte hareket etmişlerdi. Osmanlılar
- kuzeydeki gibi doğu sınırlarında da Rus ilerlemesini engellemek isterken, İran
- devleti parçalanacaksa bir pay almak istiyorlardı ama Ruslar’ın başarılan kısa
- sürdü. Askeri komutan Nadir Han’ın başarılı liderliğindeki İran hızla toparlandı.
- Batı ve doğudaki zaferlerinin ardından, 1736’da hükümdar öldükten sonra şah
- olan Nadir Han, Osmanlılar’ı, Ruslar’ı ve Afganlılar’ı İran’dan attı ve yeni
- yerler fethetti.
- İran ve Osmanlı ordularının kazandıkları başarılarına karşın, İslam devletleri
- ve Avrupalı rakipleri arasındaki güçler dengesinde açık bir değişim oluyordu. Bu
- durum XVIII. sonlarına doğru iki tarafça da anlaşılmıştı. 1769 yılında Osmanlı
- İmparatorluğu’na saldıran Ruslar, bu defa büyük bir üstünlüğe sahipti. Rus
- ordulan önlerindeki herşeyi yok ederken, Rus donanması da Avrupa çevresinden
- dolaşarak Akdeniz’e girerek Suriye ve Anadolu kıyılarını tehdit etti.
- Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile sonlanan savaş Osmanlılar için çok
- büyük bir yenilgi, Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ilişkiler için de bir dönüm
- noktası oldu. Bu durum, Rus Çariçesi II. Katerina tarafından “Rusya’nın eşini
- yaşamadığı bir zafer” şeklinde anlatılmıştır.
- Bu antlaşma ile Rusya’nın sağladığı kazançları toprak, ticaret ve etkinlik
- olmak üzere üç grupta inceleyebiliriz. Rusya’nın aldığı topraklar az olmasına
- karşın, stratejik öneme sahipti. XVIII. yy başlarında Azak’ı alan Rusya, o
- zamana dek tamamen Türk-Müslüman denetiminde bulunan Karadeniz’in kuzey
- kıyısında bir köprübaşı elde etmişti. Rusya, Küçük Kaynarca Antlaşması ile
- Kırım Yarımadası’nın doğu burnunda Kerç ve Yenikale limanları ve Dinyester
- Nehri ağzında Kılbyruri kalesi olmak üzere önemli iki bölgeye daha sahip oldu.
- Artık, yüzyıllardır Osmanlı hakimiyetindeki Tatar Hanlığı olan Kirim yarımadası
- da bağımsız olacak ve Tatar Ham ile ona bağlı olan Karadeniz’in kuzey
- kıyısındaki beylikler, Osmanlı denetiminden ve etkisinden çıkarılacaktı. Bu
- sayede Rusların ilerleyişi ve 1783’te Kırım’ın ilhakı yolu açılmış oldu.
- Bu süreç çok önemli bir değişikliğe neden oldu. Türkler Avusturya ile olan
- önceki savaşlardan sonra bazı Avrupa eyaletlerinden çekilmişlerdi ama
- çoğunluğu nüfusu Hıristiyan olan yeni fetihlerdi. Ancak Kırım'ın durumu çok
- farklıydı. Tatar olarak bilinen Kırım halkı aslında Türkçe konuşan
- Müslümanlar’dı. XII.yy Moğol fetihlerinden, belki de ondan da önceden beri
- orada yaşıyorlardı. İlk defa eski bir Müslüman halkı ile toprağı Hıristiyan
- fatihlere verilmesi Müslüman gururu için çok ciddi bir darbeydi. Kırım
- Tatarlarının Rus denetimine girmeyerek bağımsız olmaları bir ölçüde bu küçük
- düşürücü durumun telafisiydi. Öte yandan sultan Tatarların hükümdarı olmasa
- da, halife olarak üzerlerindeki dini otoritesini sürdürüyordu. Ancak Tatar
- bağımsızlığı da Osmanlıların dini yetki alanında kalmaları da pek uzun
- sürmemiştir.
- Küçük Kaynarca Antlaşması ile Ruslar ticari avantajlar da kazanmışlardı.
- Rusya Karadeniz’de ve Boğazlar yoluyla Akdeniz’de seyir özgürlüğünü ve
- Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ve Asya eyaletlerindeki deniz ve kara
- ticaretini elde etmişti.Bu durum, tüm Avrupa devletlerinin XIX. yy’da Osmanlı
- İmparatorluğu’na ticari girişleri için önemli bir adım olmuştu.
- Rusların sağladığı üçüncü avantaj, Osmanlı toprakları içinde güç ve etki elde
- etmeleri olmuştu. Tuna’nın Eflak ve Boğdan (Romanya) prensliklerinde
- Rusya’nın özel statüsünün tanınması bunlardan en önemlisidir. İlkesel olarak
- Osmanlı hakimiyetindeki bu iki eyalet artık bir ölçüde iç özerklik ve Rus
- etkinliği elde etmişti. Rusya eğer isterse, Osmanlı şehirlerinde elçilikler açma
- hakkı kazandı. Bu da Batılı devletlerin uzun süredir istedikleri ama elde
- edemedikleri önemli bir ayrıcalıktı. İstanbul'da bir Rus kilisesinin yapılması ve
- “her türlü koşulda yeni kiliseyi temsil etme hakki” (7. madde) küçük gibi
- görünen önemli bir ödündü.
- Halife olarak Osmanlı hükümdarının Tatarlar üzerindeki dini otoritesi
- etkisizdi, ama karşılığında Rus çariçesine verilen ödün için aynı şey geçerli
- değildi. Antlaşma metnin yalnızca tek bir Rus kilisesi ile sınırlı olmasına karşın,
- kilise adına temsil hakkı, küçük bir yorumla, Osmanlı sultanının Ortodoks
- Hıristiyan tebaasının tümüne müdahale hakkı olacak şekilde genişlemiştir.
- 1783 yılında Kırım’ın ilhakıyla Rusların yayılma politikalarındaki yeni
- aşama başladı. Buradan Karadeniz’in kuzey kıyılarında iki yönde de yayılan
- Ruslar, daha önce Türkler’in, Tatarların ve öteki Müslüman halkların yaşadıkları
- ülkeleri ele geçirdiler. 1785 yılında, doğuda Kafkasya’da bir Kafkas
- imparatorluk eyaleti kurarak bölge halkı ve beyleri üzerindeki egemenliklerini
- güçlendirdiler.
- Bu durum Osmanlı İmparatorluğu ile bir savaşa neden oldu. Türkler, 1792
- yılında savaşın sonunda Tatar Hanlığı’nın ilhakını ve iki imparatorluk arasında
- sınır olarak Gürcistan’daki Kuban ırmağını kabul ettiler. 1795 yılında eski Tatar
- topraklarında Odessa liman şehrini kuran Ruslar, Türkler ile bir kez daha
- savaştıktan sonra 1812 yılında Osmanlılar’m Besarabya eyaletini ilhak ettiler.
- Müslümanlar'ın Karadeniz’deki yüzyıllardır süren egemenliklerini son erdiren
- Ruslar, Osmanlı İmparatorluğu’nu doğudan ve batıdan sıkıştırmışlardı.
- Ruslar, 1794 yılında Kaçar hanedanının iktidarda olduğu İran’ı da tehdit
- ediyorlardı. Ülkede bir ölçüde otorite ve birlik sağlayan Kaçarlar, Ruslar’a
- kaptırılan Kafkasya topraklarını geri almak için uğraştılar ama bunu
- başaramadılar. İran'ın işgal edilmesi nedeniyle, eski Gürcistan Hıristiyan krallığı
- halkının bir bölümü, Müslüman fethine karşı Rusya’dan koruma istediler. 1801
- Ocak ayında, Çar tarafından Gürcistan’ın Rus İmparatorluğuna ilhak edildiği
- açıklandı. Bu olaydan sonra, 1802 yılında Gürcistan ile Hazar Denizi arasındaki
- Dağıstan, Rus koruması altında yerel prenslerin oluşturduğu bir federasyon oldu.
- Küçük bir Gürcü krallığı olan İmeretya da 1804 yılında ilhak edildi.
- Bu gelişmelerin ardından Rusya’nın İran’a saldırması için yol açılmış oldu.
- 1804-1813 ve 1826-1828 yılları arasında iki Rus-İran savaşı yapıldı. Bu
- savaşların sonucunda Ruslar, kısmen yerel hükümdarlardan, kısmen de İran’dan,
- ileride Sovyetler Birliğime bağlı Ermenistan ve Azerbaycan olacak yerleri
- aldılar.
- Rusya, 1828 yılında İran ile imzaladığı barıştan bir ay sonra 1821 yılında,
- bağımsızlık savaşlarına başlamış olan Yunanlılara destek olmak üzere Osmanlı
- İmparatorluğu’na karşı savaş açtı. Ruslar 1829 yılında Edirne’ye girerek önemli
- avantajlar elde ettikleri bir barış antlaşması imzalatabildiler. Rusya, iki
- imparatorluk arasındaki Balkan ve Kafkas sınırlarında önemli kazançlar elde etti,
- aynı zamanda da, Tuna prensliklerinin içişlerinde etkili oldu ve tüccarları ile
- deniz ticareti haklarını tekrar onaylattı.
- Ruslar güneye Ortadoğu’ya doğru ilerlemeye devam ederken, Batı’da yeni
- bir tehdit ortaya çıkıyordu. XV.yy’ın ortalarından sonra Avrupa, karadan
- Rusya’ya, Batı Avrupa’dan denize doğru ilerliyordu. İslam’a karşı Batı’da ve
- Doğu’da ilerleme fetihlerle tekrar başlamış, Tatarlar'dan Rusya, Araplar’dan
- İspanya ve Portekiz alınmıştı. Bu fetihlerden sonraki karşı saldırılar, savaşı
- düşman topraklarına götürdü. Ruslar güneye ve doğuya doğru Asya’ya girdiler,
- öte yanda da Müslüman Araplar’dan ve Magripliler’den yarım adalarını kurtaran
- İspanyollar ve Portekizliler eski efendilerini Afrika’ya ve daha da ilerilere
- sürdüler.
- Büyük keşif yolculukları birçokları için dini mücadele, Haçlı Seferleri’nin
- devamı ve ortak Müslüman düşmana karşı tekrar bir fetih girişimiydi.
- Portekizliler Asya sularına girdiklerinde, başlıca düşmanları kendilerini
- durduramayan Osmanlı İmparatorluğu, Mısır, İran ve Hindistan’ın Müslüman
- hükümdarlarıydı. Portekizliler’in ardından Batı Avrupa’daki öteki denizci
- milletler, İspanyollar, Fransızlar, Hollandalılar ve İngilizler geldiler ve Afrika ve
- Güney Asya’da XX. yy’a kadar sürecek bir Batı Avrupa hegemonyası
- oluşturdular.
- Batı Avrupa'nın Portekizliler’in ilk girişimlerinden sonra, Güney Asya’daki
- etkinlikleri genellikle denizcilik ve ticaretle ilgiliydi ama sonraları siyasi bir
- egemenlik kurulması yoluna gidilmiştir. Bu durum o zaman bile Hindistan,
- Güneydoğu Asya ve Doğu Afrika ile sınırlıydı ve Ortadoğu bundan dolaylı
- olarak etkileniyordu. Batılı devletler Ortadoğu ile büyük oranda ticari olarak
- ilgileniyorlardı. İstanbul’daki İngiliz elçiliğini XIX. yy başlarına dek bölgede
- İngiliz ticaretinin önemli aracı olan resmi Levant şirketi işletip finanse ediyordu.
- Ortadoğu, Asya’da Hollanda ve İngiliz gücünün güçlenmesiyle iki taraftan
- Batı Avrupalılarla kuşatılmıştı. Bu gelişme, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nden
- geçen baharat ticaretinin büyük oranda azalmasını Portekizliler’in daha önce
- Afrika'nın çevresini dolaşmalarından daha çok etkilemiştir. Avrupa
- imparatorluklarının Asya ve Afrika’daki egemenlikleri henüz doğrudan
- Ortadoğu’ya ulaşmıyordu ama bölgenin stratejik yollarındaki Batı ilgisi giderek
- artıyordu. Fransasız devrimi ve Napolyon savaşlarının global özelliği bu
- düşüncelere yeni bir işlerlik getirdi. Batı müdahalesi, Fransızlar ile İngilizler’in
- mücadeleleri ve her iki ülkenin Ruslar’a karşı duyduğu endişe ile
- Ortadoğu’nun merkezine taşındı. Artık Türkler yalnızca Rusya ve Avusturya ile
- değil, İngiltere ve Fransa’nın da aralarında olduğu dört devletle uğraşmak
- zorunda kalmışlardı.
- Haçlı Seferleri’nin ardından Ortadoğu’ya düzenlenen ilk askeri sefer Fransa
- tarafından gerçekleştirildi. 1798 yılında General Bonaparte komutasındaki bir
- ordu o zamanlar Osmanlı eyaleti olan Mısır’a girerek ülkeyi kolayca ele geçirdi
- ama Fransız işgalini Filistin’e kadar genişletme girişimi başarılı olmadı. 1801
- yılında Fransızlar Mısır’dan çekildiler. Bu sonuç, Mısırlılar’dan da, Türklerden
- de kaynaklanmıyordu, mücadele Fransız ve İngiliz güçleri arasındaydı.Yerel
- öğelerin etkisi bunlara oranla daha azdı. Kısa süren Fransız işgalinden sonra,
- Mısır tekrar Türk yönetimine girdi. Fransız işgali ile Batılı bir devletin küçük bir
- ordusunun bile Ortadoğu'nun önemli topraklarından birini kolayca ele
- geçirebileceği anlaşıldı. Ayrıca Fransızların Mısır’dan çıkışı yine yalnızca başka
- bir Batılı devletin onları çıkartabileceğini gösterdi. Bu çifte ders, daha sonraları
- çok kötü sonuçlar doğurabilecek bir durumu işaret ediyordu.
- Batı Avrupa ülkeleri, XIX. yy’ın ilk yansında Ortadoğu’da daha çok ticaretle
- ve diplomasiyle, özellikle de kendi aralarındaki rekabetlerle ilgilendiler.
- Ortadoğu’daki etkinlikleri, genellikle içişlerine önemli oranda müdahale
- gerektiriyordu ancak merkezi topraklara saldırmıyorlar, bölgeyi kenarlarından
- kemirmekle yetiniyorlardı. Fransızlar, Ruslar ile Türkler arasında imzalanan
- Edime Antlaşmasından bir yıl sonra, 1830 yılında, o zaman Osmanlı
- hakimiyetinde özerk bir hanedanın yönettiği Cezayir’i işgal ve ilhak ettiler. O
- sıralarda İngilizler de Arabistan civarına yerleşiyorlardı. 1839 yılında, Hindistan
- yolundaki önemli bir kömür ikmal istasyonu olan Aden işgal edildi. Benzer
- stratejik ve ticari endişelerle İngilizler de Basra Körfezine yerleştiler. 1853
- yılında yerel hükümdarlarla yapılan antlaşmayla bu yerleşme tamamlanmış oldu.
- Ruslar, yüzyılın ortalarında tekrar Osmanlı İmparatorluğu’na yüklenmeye
- başladılar ve 1853 Temmuz’unda kargaşa içindeki diplomatik bir bunalım
- sırasında Tuna prensliklerini işgal ettiler. Fransa ile İngiltere Osmanlı
- İmparatorluğu’nu destekledi. Rusya’ya karşı 3854 yılının Martı ayında bir ittifak
- kuruldu ve iki yıl süren Kırını Savaşı Paris Antlaşması ile sona erdi.
- Rusya;birtakım ödünlerin yanı sıra, topraklarından da vermek zorunda kaldı.
- Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa Birliği’ne alınması, toprak bütünlüğüne ve
- bağımsızlığına saygı gösterilmesi kabul edildi. Bu, Batı Avrupalı müttefiklerin
- Türk imparatorluğu topraklarında çok sayılarda yer aldıktan ilk savaştı. Batı ile
- bu doğrudan ilişki ileride çok önemli değişikliklere yol açtı.
- Ruslar Ortadoğu’da duraklayarak dikkatlerini Orta Asya’ya yönelttiler ve
- orada çok ilerlediler. Hazar Denizi doğusunda Çin sınırına kadar olan bölge
- yüzyıllardan bu yana Buhara Emirliği, Hokand ve Hive Hanlıkları olmak üzere
- üç İslam Türk devleti arasında paylaşılmıştı. Bunlar askeri seferler sonunda hızla
- Rus denetimine girdiler. Bölgenin bir bölümü ilhak edilirken, kalan bölümü de
- Rus işgali ve korumasındaki “yerel beylerin yönetimine bırakıldı.
- Ruslar’ın Karadeniz’deki etkinlikleri 1856 yılındaki barış antlaşmasıyla
- kısıtlanmıştı. Avrupa Fransa-Prusya savaşıyla ilgilenirken, 1870 yılında, Ruslar
- bunu fırsat bilerek kısıtlamalardan kurtuldular. Rusya’nın Osmanlılar üzerindeki
- baskıları açısından da yeni bir dönem başladı ve 25 Nisan 1877’de savaş çıktı.
- Türkler, merkezdeki meşrutiyet krizi ve taşradaki isyanlarla uğraştıkları için Rus
- ordularının ilerlemesine karşı koyamadılar. Ruslar başkentten birkaç kilometre
- uzaktaki Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar girerek Padişah ile çok ağır bir
- antlaşma yaptılar. Osmanlı İmparatorluğu, Ban, özellikle de İngiliz diplomasisi
- sayesinde kesin bir felaketten kurtuldu. Ruslar’ın Osmanlılar aleyhine yayılması
- 1878 yılındaki Berlin Antlaşması ile sınırlandı.
- Ruslar, tekrar doğuya yönelerek 1881 yılında ilerlemeye başladılar ve
- Kafkasya’ya sınır bölgelerini ilhak ettiler. Rus orduları bu on yıl süresince Hazar
- Denizi ile Amu Derya arasındaki yerlerin denetimini ele geçirdiler. 1884 yılında
- Merv’i alarak Rus imparatorluk gücünü İran ve Afganistan’ın Orta
- Asya sınırlarına dek genişlettiler.
- Doğu Avrupa’dan gelen ataklarla doğru orantılı olarak, Batı Avrupa da
- genişliyordu. 1881 yılında Tunus’u Fransızlar, 1882 yılında da Mısır’ı İngilizler
- ele geçirdi. Her iki bölgede de tıpkı Rus Orta Asyası’ndaki gibi siyasi sistemler
- ve yerli monarşiler olduğu gibi korundu. Ancak askeri işgalle birlikte genel
- bir siyasi ve ekonomik denetime girdiler.
- Ortadoğu’daki İngiliz diplomasisi Hindistan yolundaki yabancı tehditleri için
- bir kalkan şeklinde “Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlığım ve bütünlüğünü
- koruma” ilkesine dayanıyordu ama saldırılar sürüyordu. Fransızlar ve az da olsa
- Ruslar Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli bir yer kazandılar. 1880 ^yılından
- sonra, İngiltere’nin en büyük rakibi olan Almanya da Ortadoğu’ya, giderek artan
- bir ilgi duymaya başladı. Alman hedeflerinin art arda gelen Osmanlı rejimleri
- tarafından kabul edilmesi İngilizleri huzursuz ediyordu. Alman sanayicileri ve
- maliyecileri çeşitli ödünler elde etmişlerdi. Osmanlı ordusu, Alman subayları
- tarafından eğitiyor ve yeniden yapılandırılıyordu. İmparatorluğun Asya
- topraklan Alman bilim adamları ve arkeologları tarafından araştırılıyordu.
- Berlin’i İstanbul, Halep, Bağdat ve Basra yoluyla Basra Körfezi’ne bağlayacak
- olan ünlü Bağdat Demiryolu çalışmalarına 1889 yılında başlandı.
- İngilizler’in başlangıçta geçici olmasını planladıktan Mısır işgaline devam
- etmelerinin en önemli nedeni, kuzeyden gelen Alman tehdidi olmuştur. Aynı
- endişelerle, 1907 yılında İran'ın Rus ve İngiliz etki alanlarına bölünmesi için
- Rusya ile anlaşma yapıldı. Bu anlaşma, Almanya'nın Osmanlı Irağı’ndan doğuya
- ve güneye daha çok ilerlemesini engellemeyi amaçlıyordu.
- 1911 yılında, Ruslar’ın İran’ın kuzey eyaletlerini ele geçirmeleri yeni bir
- ilerleme döneminin başlangıcı oldu. I. Dünya Savaşı’nın başlayana kadarki
- süreçte, bazı direnişler olsa da, İran, Rus hakimiyetine girdi. Fransızlar da bu
- sırada Fas’taki etkilerini genişleterek 1912 yılında bir manda kurdular. İtalya,
- Fransızların Tunus’u ele geçirmeleri ve Fas’ta ilerlemeleri karşısında
- telaşlanarak, 1911 Eylülünde Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan etti.
- Sonrasında Osmanlılar, Trablus ve Cyrenaica eyaletlerini ilhak ettiler ve her ikisi
- de İtalyan sömürgesi haline geldiler.
- Artık İslami Ortadoğu XVI.yy’dan beri Avrupa'nın yayılmasıyla iki taraflı
- olarak kıstırılmıştı. Kuzeyden Ruslar, Türkiye ve İran’ı kıstırırken. Batı
- Avrupalılar da Afrika’nın etrafından dolaşarak Akdeniz’i aşıp Arap dünyasına
- ulaşmışlardı.
- 15. BÖLÜM
- DEĞİŞİM
- Ortadoğu’da Avrupa’nın siyasi ve ekonomik etkinliği aynı dönemde büyük
- ölçüde artmıştı. Bu artış, askeri ve siyasi konulardaki gibi öncelikle bozulan güç
- dengesine bağlıydı. XIX. yy’da Ortadoğu, Batı ve Doğu Avrupa ile
- karşılaştırıldığında XVI. yy’daki ihtişamlı dönemine göre oldukça güçsüz
- durumdaydı.
- Bu duruma neden olan pek çok şey bulunmaktadır. Avrupa ile ilişkilerinde,
- Ortadoğu, savaşın hızla yarattığı karmaşa ve silahlanma gerekliliği yüzünden
- artan bir maliyetle karşı karşıyaydı. XVI-XVII. yy’daki yüksek enflasyon
- ekonomiyi etkilemiş, sonrasında, da fiyat artışları sürmüştü. Dış ticaret,
- Güney Afrika, Güney Asya ve Atlantik deniz ticaret yollan nedeniyle sarsılmış,
- transit ticaretin düşmesi de Ortadoğu bölgesinin önemini azaltmıştı. Osmanlı
- İmparatorluğu’nun doğusundaki ülkelerle ticaret dengesinin bozulması,
- Hindistan ve İran’a doğru al-tin ve gümüşün akışının artması başka bir etkendi.
- Bu süreçlerin hızlanmasında, Ortadoğu’nun nakliyat, sanayi ve tarım açısından
- teknolojik olarak gelişmemiş olması da büyük rol oynuyordu.
- Öte yandan toprak mülkiyeti sisteminde de değişiklikler olmuştu. Devlet,
- yönetim ve savaş için artan nakit gereksinimini karşılamak üzere geleneksel olan
- askeri tımar sistemini terk etmek zorunda kalmıştı. Bunun yerine iltizam
- .sistemini uygulamaya başlamışa ama bu sistemin de hem taşrada hem de
- merkezde ters bir etkisi olmuştu. Özellikle XVIII. yy’da köyler başta olmak
- üzere nüfusta görülen hızlı azalış bir diğer değişikliktir. Türkiye, Suriye ve Mısır
- nüfuslarının 1800’de 1600’dekinden daha az olduğu belgelerden anlaşılmaktadır.
- XVI. yy sonuna doğru fiyatlar büyük ölçüde artmaya başlamıştı. Bu durum,
- Amerikan altın ve gümüşünün gelmesinin Ortadoğu’daki yıkıcı etkisinin bir
- görünümüydü. Osmanlı İmpara-torluğu’nda bu değerli madenleri alma gücü
- Batı’dakinden çok, îran ve Hindistan’dakinden azdı. İran ipeği başta olmak
- üzere, İran ürünleri, Osmanlı topraklarında da, Avrupa’da da çok ilgi görüyordu.
- Ancak Avrupa’da herhangi bir Osmanlı ürününe böyle bir ilgi söz konusu
- değildi. Avrupa’ya ihraç edilen başlıca ürünler tahıl ve tekstil ürünleriydi.
- Eskiden genellikle üretim mallarından oluşan tekstil ticareti azalmıştı.
- Ortadoğu’dan Avrupa’ya yalnızca pamuklu bez ihracatı bir dönem
- sürmüştür. Artık tekstil ürünleri ve Hint kumaşlarının ihracatı durmuş, durum
- tersine dönerek, Avrupa’dan Ortadoğu’ya ithalatı başlanmıştı. Avrupa’da tekstil
- ürünlerinin hammaddesi, pamuk, moher ve ipek çoğunlukla İran’dan ithal
- ediliyordu. Osmanlı belgelerine göre, Batı’dan altın ve gümüş ithal edildiği
- halde, para basmak için bile ülkede yeterli değerli maden bulunmuyordu.
- Batı’dan alınan yeni tahıllar tarıma az da olsa fayda sağlamıştı ama yine de
- ekonomik ve teknolojik bir duraklama vardı. Ortadoğu ülkelerinde Avrupa’daki
- tarım devrimi yaşanmamış ve Avrupa sanayi devrimi hiç yansımamıştır. XVIII.
- yy ortaları-na dek Ortadoğu sanayisinde gelişme görülmüş ama herhangi bir
- teknolojik gelişme olmadan el zanaatları ile sınırlı kalmıştır.
- Silah yapımı ve gemi inşası, teknolojide ilerlenmemiş olmasının en önemli
- iki göstergesiydi. XVIII. yy’da Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalı denizcilik
- mühendislerinden faydalanmış ve İsveç ve Amerika Birleşik Devletlerinden sivil
- ve askeri amaçlı tekneler satın almıştı. İmparatorluk topraklarındaki su kanalı ve
- yol ağını geliştirmek için de girişimleri olmamıştır.
- Ticaretle ilgili şarlar da Osmanlı İmparatorluğu ve öteki Ortadoğu devletleri
- aleyhine değişiyordu. Ortadoğu, açılan ve gelişen Okyanus yollarından
- etkilenmemiş, Osmanlı İmparatorluğu için başlıca vergi geliri ve hammadde
- kaynağı durumundaki İran ipek ticareti, büyük oranda Batı Avrupalı tüccarların
- kontrolü altına girmişti. Benzer değişikliklerle Karadeniz’de de Türkler güçsüz
- duruma düşüyordu. Rus gücünün Kuzey kıyısında yayılması nedeniyle
- bölgedeki Doğu Avrupa ticareti büyük oranda artmıştı. Rus tüccarlar ve
- denizciler, Küçük Kaynarca Antlaşması ile kazandıkları ticari haklar sayesinde
- doğrudan Osmanlı tebaasıyla çalışmaya başlamışlar ve Türk başkentine hiç
- gitmeden Boğazlar’dan geçip Akdeniz’e gitme olanağı elde etmişlerdi. Çok
- geçmeden öteki Avrupa devletleri de kendileri için Ruslar’ın kazandıkları haklan
- isteyip aldılar. Karadeniz ticaretini Avrupalılar’a, özellikle de Yunanlılar’a
- kaptıran Türklerini Avrupa ticaretindeki paylan da çok düşmüştür. İngiltere ile
- ticaretleri XVII. yy ortasında onda bir, XVIII. yy sonunda yüzde bir, Fransa ile
- ticaretleri de XVI. yy sonunda yüzde elli, XVIII. yy sonunda ise yirmide bir
- oranında azalmıştır. Bununla birlikte, Avusturya ve Fransa başta olmak üzere
- ithalatta büyük ölçüde artış olmuş, ucuz ve kimi zaman daha iyi olan Avrupa
- mallan yerli malların büyük bölümünü piyasadan çıkarmıştır.
- Bu dönemde Avrupa’da Osmanlı tarım ürünleri, özellikle Hıristiyan Balkan
- eyaletleri ürünleri için yeni piyasalar açılmaya başlamıştır. Bu durum, Osmanlı
- nüfusu için ciddi toplumsal sonuçlar doğurmuştur. Çoğu Müslüman olan esnaf
- ve zanaatkarlar, geleneksel zanaatların azalması nedeniyle niteliksiz işçi haline
- gelmişlerdir. Öte yandan, çiftçiler, tüccarlar ve nakliyeciler olarak Hıristiyan
- azınlıklar için yeni olanaklar doğmuştur. Bunlar, ticaret yaptıkları Avrupa
- devletlerinin yakınlıkları, teşvikleri ve bu yeni durum sayesinde servet,
- beraberinde eğitim,dolayısıyla da etkinlik ve güç elde etmişlerdir.
- Arap eyaletlerinde meydana gelen ekonomik çöküş Osmanlı İmparatorluğu
- ’nda olduğundan çok daha da ağır olmuştur. Suriye, Irak ve Mısır’da hem tarım
- ara2isi hem de nüfus büyük ölçüde azalmıştır. Nüfus azalması şehirlerde görülse
- de, daha çok kırsal kesimde olmuştur. Ayrıca, sanayide de gerileme olduğu
- anlaşılmaktadır. Şehirlerdeki zanaatkar sayısı ve üretim kaliteleri düşmüş; çoğu
- büyük liman da önemini yitirmiştir.
- Ortadoğu’da oluşan bu değişikliklerin nedenleri arasında çoğunlukla otorite
- eksikliği, kısmen siyasi nedenler, bir ölçüde bağımsız yerel yöneticilerin çıkması
- ve yerli göçebelerle ithal askerlerin taşrada yol açtıkları ciddi hasarlar yer
- almaktadır. Yönetici askeri ve bürokrat gruplar çoğunlukla yerel ekonomik
- gelişmelere ilgi göstermişler, az da olsa sarf ettikleri çabalarsa Avrupa’nın
- ekonomik çıkarları yüzünden engellenmiştir. Bu çöküş bir ölçüde ekonomik
- nedenlere, çoğunlukla da maden, su ve kerestenin eksik oluşuna bağlıydı.
- Enerjinin ve yakıtın azlığı nedeniyle sanayinin, nakliyenin ve önemli
- teknolojilerin gelişmesi sınırlı olmuştur. Ortadoğu, hayvan kullanımını
- kolaylaştıran gelişmiş koşum teknikleri, yel ve su değirmeni gibi ilk teknolojik
- gelişmelerden pek etkilenmemiş ve bu konularda Avrupa’dan oldukça gerilerde
- kalmıştır.
- Osmanlılar’daki gerilemenin nedenleri iç değişikliklerle birlikte, Batı’daki
- yaşanan bilim ve teknolojideki, savaş ve barış sanatlarındaki, ticaret ve devlet
- yönetimindeki hızlı ilerlemelere ayak uyduramamış olmalarıdır. Türk liderler, bu
- durumun farkındaydılar ve sorunun çözümüne yönelik birtakım düşünceleri
- vardı. Ne var ki yeni düşünce ve yöntemlerin benimsenmesi konusundaki büyük
- ideolojik ve kurumsal engellerle baş edemiyorlardı. Bu konuda, ünlü bir Türk
- tarihçisi şunları söylemiştir: “Bilimsel dalga, hukuk ve edebiyat engellerine
- çarparak kırıldı."Yeniliklere ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğu,
- Sovyetler Birliği gibi onlar tarafından yok edilmiştir.
- Osmanlılar ile Sovyetler Birliği’nin kaderinin karşılaştırmasında liberalizmin
- patlayıcı güçleri, eski ideolojilerin iflası, eski siyasi yapıların çökmesi ve
- milliyetçilik gibi ideolojik ve siyasi konular dikkat çekicidir. Tüm bu konularda
- Ruslar da, Türkler’in geçtikleri yollardan geçmişlerdi ve onların da milli
- tarihlerinde yeni bir sayfa açacak bir Mustafa Kemal Atatürk’e ihtiyaçları vardı.
- Osmanlılar’daki gerilemede farklı bir yan söz konusudur. Ortadoğu’daki
- ekonomik güçsüzlük, Sovyetler Birliği’ndeki gibi merkezi denetimin aşırılığına
- bağlı değildi. Aksine, bu şekilde bir denetim neredeyse hiç bulunmuyordu.
- Kısmen taşra ve lonca pazarları düzeyinde bazı ekonomik düzenlemeler olsa da,
- Osmanlılar ekonomik gücün kullanılması ve seferber edilmesi konusunda, Batı
- Avrupa’nın epeyce gerisinde kalmışlar daha çok tüketim toplumu haline
- gelmişlerdi.
- Üretime yönelik olarak, Batı’da merkantilizmin ortaya çıkması, Avrupa
- ticaret şirketleri ile onları teşvik edip koruyan devletlerin, gerçekte pazar
- güçlerinin herhangi bir kısıtlama olmadan işlemekte olduğu Doğu’da benzersiz
- olan ve tanınmayan ekonomik enerjilerini yaygınlaştırmalarını ve bir ticari
- örgütlenmeye kavuşmalarını sağlamıştır. Artık Batılı ticaret şirketi, ticarete
- destek olan hükümetlerin de yardımları sayesinde yeni bir güç olmuştu. Batılı
- tüccarlar, sonra üreticiler, daha sonra da hükümetler, ekonomik güç ve iradede
- artmaya başlayan eşitsizlik sayesinde, Ortadoğu pazarlarım ve sonuçta en
- büyük Ortadoğu üretim sektörlerini neredeyse mutlak bir denetim altına
- almışlardır.
- Bu dönemdeki tekstil ticareti, Batı’daki ilerlemeden etkilenmiştir. İran ve
- Osmanlı imparatorluklarının limanlarına İngiliz tüccarlar tarafından, artan
- miktarlarda Hint pamuklusu ve başka kumaşlar getirilmiştir. Daha ucuz ve daha
- saldırgan yöntemlerle pazarlanan Batılı ürünler, eskiden Batı’da çok ilgi gören
- Ortadoğu tekstillerini önce dış, sonra da iç pazarlardan çıkarmıştır. Bu ticari
- ilişkideki değişikliği Ortadoğu'nun geleneksel alışkanlığı olan kahve ile
- açıklayabiliriz. Kahve ve onu tatlandıran şeker Avrupa’ya Ortadoğu’dan
- gitmiştir. Hollandalılar, XVII. yy’ın son çeyreğinde Cava’da Avrupa pazarlan
- için kahve üretiyorlardı. Fransızlar da Osmanlı İmparatorluğu’na Batı
- Hint sömürgelerinden kahve ihracatı yapıyorlardı. 1739 yılında Batı Hint
- kahvesi, doğuda Erzurum’a dek gitmişti. Batı’nın sömürge kahvesi daha ucuz
- olduğu için Kızıldeniz. bölgesinden gelen kahve çok büyük ölçüde azalmıştı.
- Aslında bir Doğu icadı olan şeker, ilk kez Hindistan ve İran’da rafine
- edilmişti. Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’den Avrupa’ya ithal ediliyordu ve
- Araplar tarafından İspanya ve Sicilya’ya da götürülmüştü. Burada Batı Hint
- sömürgeleri de iyi bir fırsat yakalamışlardı. Colbert’in emriyle 1671 yılında
- Fransızlar Marsilya’da bir rafineri kurdular ve oradan sömürge şekerini Osmanlı
- İmparatorluğu’na ihraç ettiler. Batı Hint kahvesi daha acı olduğu için Türkler
- şeker kullanmaya başladılar ve tüketim de çok büyük miktarlarda arttı. Mısır
- şekeri kullanıyorlardı ama Batı Hint şekeri çok daha ucuz olduğu için kısa
- sürede Ortadoğu pazarını ele geçirdi. Bir Arap ya da Türk’ün XVI-II. yy
- sonlarında içtiği bir fincan kahve ve şekeri Avrupa sömürgeleri üretmiş ve ithal
- etmiş oluyordu. Yerel kaynaklar yalnızca sıcak suyu sağlayabiliyordu ve XIX.
- yy’da Avrupa şirketlerinin Ortadoğu şehirlerinde kurdukları yeni tesislerden
- sonra bu da şüpheli oldu.
- Batı’nın Ortadoğu’daki ekonomik egemenliği çeşitli biçimlerde desteklenmiş
- ve devam etmiştir. Ortadoğu ürünlerinin Batıya ithal edilmesi, koruyucu
- gümrüklerce kısıtlanmış ve kimi zaman de engellenmiştir. Ancak Ortadoğu’daki
- Ban ticareti sınırsız ve serbest giriş sağlayan kapitülasyon sistemi ile
- korunmuştur. Osmanlılar döneminde, “Kapitülasyon” (Latince liste anlamına
- gelen; “bölüm”; capitula), Osmanlı ve öteki Müslüman hükümdarlar tarafından
- Müslüman ülkelerinde Hıristiyan devletlerinin tebaalarına tanınan iskan ve
- ticaret hakkı aynca-lığı için kullanılırdı. Onlar Müslüman olmayan tebaanın
- vergilerinden muaftı. Bu gibi ayrıcalıklar XTV-XV. yy’da İtalyan denizci
- devletlerine verilmişti. Bu ayrıcalıklar, XVI. yy’da Fransa’ya (1569), İngiltere'ye
- (1580) ve başka ülkelere de verildi. 1580 yılındaki bir İngiliz kapitülasyonunda
- şu hükümlere yer verilmiştir:
- 2
- . .Müslüman İmparatoru Sultan Murad Han, İngiltere Kraliçesi Elizabeth
- ‘e dostluğumuzu göstermek üzere, Kraliçe ’nin tebaasının ve halkının
- ülkemizde güven içinde mallarını ve diğer eşyalarını büyük ve küçük gemilerle
- ve karadan araba ve kervanlarıyla getirebileceklerini, kendilerine bir zarar
- verilmeyeceğini, kendi ülkelerinin geleneklerine göre hiçbir güçlükle
- karşılaşmadan mal alıp satabileceklerini... Burada yerleşecek ya da buradan
- geçecek, evli olan ya da olmayan bir İngiliz'in kelle vergisiya da başka bir
- vergi ödemeyeceğini... Ingilizlerin arasında bir anlaşmazlık çıkarsa kendi
- elçiliklerine başvurabileceklerini... Bu anlaşmayı ve kutsal barışı İngiliz
- Kraliçesi koruduğu ve uyguladığı sürece bizim de aynısını yapacağımızı
- bildiririz.. "
- Bu ilişki ticaretle birlikte başka şeyler de içeriyordu. Arşiv dairesindeki pek
- çok belgeden birisi olan Sultan III. Murad’ın 1590 Haziran’ında Kraliçe I.
- Elizabeth’e gönderdiği mektubun sonu şöyledir:
- 3
- “Daima çatışmada olduğun İspanyol kafirlerine saldırdığında, Allah ’nın
- yardımıyla zafer kazanacaksın. Bizi gerektiğinde işlerinden haberdar etmeyi
- ihmal etme. Allah 'a şükürler olsun ki, biz de boş durmayacak, zamanı
- geldiğinde kafir İspanyollar’ı rahatsız etmek için gerekli önlemleri alacağız ve
- mutlaka size yardım edeceğiz."
- Kapitülasyonlar, Müslüman devletlerinin daha da zayıflaması ve Hıristiyan
- komşularıyla ilişkilerindeki değişiklikler yüzünden, başlangıçta amaçlandığından
- daha çok ayrıcalık içerir olmuşlardı. XVIII. yy sonu ile XIX. yy başında bir
- Avrupa devletinin koruması mali ve ticari büyük avantajlar sağlıyordu ve bu
- uygulama çok artmıştı. Daha da ileri gidilerek, Avrupa diplomatik misyonları
- kapitülasyon haklarını aşıp koruma belgeleri olan beratlar dağıtmışlardı.
- Başlarda bu belgeler, Avrupa konsolosluklarının yerel halk arasından seçtikleri
- memur ve ajanları korumak içindi ama kısa sürede pek çok yerel tüccara verilir
- ya da satılır oldu. Onlar da korunmuş ve ayrıcalıklı bir statü kazanmış oldular.
- Böyle kötü kullanımı engellemek için Osmanlı yetkilileri boşuna uğraştılar.
- Sultan III. Selim, XVIII. yy sonları ile XIX. yy başlarında Avrupa devletlerinin
- konsoloslarıyla baş edemeyince katılarak Müslümanlar’a değil ama Osmanlı
- Hıristiyan ve Musevi tüccarlarına berat verdi. Bu beratlarla belirli ticari, hukuki
- ve mali ayrıcalıklar, bağışıklıklar ve Avrupa ile ticaret hakkı tanınıyordu.
- Osmanlı tebaasını yabancı tebaalarla neredeyse tümüyle eşit düzeye getirmeyi
- amaçlıyordu. Bu durum yeni bir ayrıcalıklı sınıfın ortaya çıkmasına yol açtı.
- Osmanlı Rumları denizcilik yetenekleri ve olanaklarıyla giderek daha üstün bir
- duruma ulaştılar. Bu sistem XIX. yy başında Müslüman tüccarlar arasında da
- yayıldı ancak çok az tüccar faydalanabildi.
- Tarih boyunca daha karmaşık ve hareketli yapısı olan bir toplumun ticari
- etkisiyle canlanan daha basit ekonomi örnekleri de bulunmaktadır.
- Ortadoğu’daki örnekleri değişikliklerden faydalanan yabancılar ve ajanlardı.
- Yabancı olanlar Avrupalılar idi, ancak Müslüman ülkelerde dini azınlıkların
- üyeleri baş aktörlerdi ve çoğunluk toplumu onları marjinal bulurdu. Bu durumu,
- Türkçe'de Avrupalı yabancılar için kullanılan “Frenkler” ve Avrupalılaşmış olan
- yerli Levanten nüfus için kullanılan “tatlısu Frenkleri” terimleri de
- göstermektedir.
- XX. yy başında, azınlıkların ve yabancıların mali konularda ağırlıkları
- oldukça fazlaydı. 1912 yılındaki bir listede, İstanbul’daki kırk özel bankacıdan
- on ikisi Ermeni, on ikisi Rum, sekizi Musevi ve beşi Levanten ya da Avrupalı
- idi. Yine başka bir listede, İstanbul’daki otuz dört borsacıdan on sekizi Rum,
- altısı Musevi, beşi Ermeni idi ve hiç Türk yer almıyordu.
- Ermeniler, Rumlar ve Türk Musevileri’ni komşularından ayıran yalnızca
- dinleri değil, dilleriydi de. Arapçanın konuşulduğu ülkelerde böyle bir ayrım
- yoktu. Museviler ve Hıristiyanlar, Müslüman komşularıyla aynı dili, Arapçayı,
- konuşuyorlardı. 1830’lardan sonra Beyrut limanında ve çevresinde yeni
- Hıristiyan ticari buıjuvazisinin ortaya çıkıp gelişmesi bu durumun bir sonucudur.
- Böylece yüzyılın ortalarına doğru, öğrenim görmüş, varlıklı ve Arapça konuşan
- yeni bir orta sınıf doğmuştur. Bu sınıfın Hıristiyan kimlikleri yüzünden önemli
- bir toplumsal ya da siyasi rolü olmamıştı ama Arapçayı çok iyi kullandıkları için
- Arap kültürünün canlanmasında çok ciddi katkılan olmuştur.
- Ortadoğu ülkelerinde Batı sızmasının ikinci yolu, iktidar ve etkinlik
- makamlarına gelen dini azınlıklardı. Ruslar, Küçük Kaynarca Antlaşmasının
- ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortodoks Hıristiyan toplumu üzerinde bir
- ölçüde hamilik elde etmişlerdi. Nüfusunun çoğunluğu Ortodoks
- Hıristiyanlar, Yunan ve Balkan eyaletlerinden oluşturuyordu ve bunlar Suriye’de
- ve Anadolu’da önemli azınlıklardı. Çarların Ortodokslar üzerindeki hamiliği,
- Ruslar’a Osmanlı nüfusunun önemli bir unsuru üzerinde büyük etkinlik
- veriyordu. Benzer bir hamiliği sultanın Katolik tebaası üzerinde de Fransızlar
- elde etmişlerdi. Sayıları Ortodoks Hıristiyanlar’dan az olmasına karşın,
- önemliydi. Lübnan’daki önemli Maruni kilisesi de aralarında bulunuyordu.
- İngiltere, koruyacak bir dini azınlık bulamadığından, Rus ve Fransız rakiplerine
- göre oldukça avantajsızdı. Protestan topluluklar, İngiliz, Amerikan ve Alman
- misyonerler tarafından sayılan arttırılmaya çalışılsa da, önemsiz derecede azdı.
- Zaman zaman İngiliz dış işleri bakanları İngiliz korumasını Museviler ya da
- Dürziler gibi gruplarda yaygınlaştırmayı denemişlerdir. Benzeri bir dezavantajlı
- durumdaki, Protestan güç olan Almanya, bu durumu korumasını Osmanlı
- İmparatorluğu’nun tamamına genişleterek avantajlı hale getirdi.
- Dini koruma çeşitli yollarla yapılıyordu. Korunan dindeki Osmanlı
- tebaasının refahları ve çıkarları korunuyordu. XIX. yy’da Osmanlılar’ın güçten
- düşmesi ve Avrupalılar’ın kapitülasyon sistemiyle oluşturdukları zor şartlar
- içinde bu neredeyse Osmanlı içişlerinin her alanına sınırsız müdahale hakkı
- anlamına gelmeye başlamıştı. Osmanlı Musevileri’nin ve Hıristiyanları’nın
- eğitim ve dinle ilgili gereksinimleri, misyonlar, okullar ve öteki öğrenim, kültür
- ve toplumsal kurumlar ağı ile gideriliyordu. Bunların pek çoğu Hıristiyan, bir
- bölümü de Musevi kurumlarıydı ve laik olarak kurulan bazıları azınlıkların yanı
- sıra, Müslüman çocukları da kabul ediyordu. Ortadoğu’daki Batı okullarından
- mezun olanlar, yüksek öğrenimlerini de Batı üniversitelerinde yapıyorlardı. XIX.
- yy’ın ikinci yansından sonra, Ortadoğu şehirlerinin bazılarında Batı kolejleri
- açıldı. Hami devletin, kültürel, dolayısıyla da siyasi ve ekonomik etkinliğini
- yaymasında eğitim, önemli bir yol oldu. Fransızlar bu konuda en başarılı
- olanlardı. Onlardan sonra da sırasıyla İtalyanlar, İngilizler, Almanlar ve
- Amerikalılar geliyordu. Rus girişimleri, Ortodoks Hıristiyanlar arasında önemli
- olmakla birlikte, diğerlerine oranla daha azdı. Batı misyonerleri, Müslümanlar
- içinde birkaç mühtedi buldular ama İslam hukukunda din değiştirmenin cezası
- ölüm olduğundan, Hıristiyan nüfus arasında daha başarılı oldular ve bazı
- Ermeni, Ortodoks ve diğer Doğu Hıristiyanları Katolikliğin ve Protestanlığın bir
- mezhebinden ötekine geçtiler.
- Kudüs ve Filistin’deki Hıristiyan kutsal yerlerinin korunması, Avrupa
- devletlerinin dinle ilgi önem verdikleri başka bir konuydu. Bu konudaki
- tartışmalar, yerel kiliselerde yüzyıllarca yapılmıştı. Bu konuda, Türkler hor
- gören ama çoğunlukla etkin arabulucular olarak davranmışlardı. Büyük
- devletlerin kiliselerinin koruyucuları olarak ortaya çıkmalarıyla yerel tartışmalar
- da uluslararası çatışmalar haline geldi ve Kırım Savaşı’nı çıkaran nedenlerden
- biri oldu.
- Kapitülasyonlar sayesinde Osmanlı İmparatorluğu içinde geniş bir yetki alanı
- ve güce sahip konsolosluk ve elçilikler korumayı sağlıyordu. Bunların kendi
- kanunları, mahkemeleri, cezaevleri ve hatta postaneleri bulunuyordu.
- Avrupa, Ortadoğu’daki eğitim girişimlerinde askeri eğilime büyük önem
- veriyordu. Avrupa’nın, askerlik sanatının İslamiyet'inkinden üstün olduğu savaş
- deneyimleri ile görülmüştü. Bu yüzden, İslam devletleri Avrupalılaşın
- öğrencileri olmak zorundaydılar. Bazı Avrupalılar Osmanlı İmparatorluğu’nda
- askeri uzman ve danışman olarak uzun süre kalmışlar ve önemli başarılar
- kazanmışlardı. XVIII. yy sonlarına doğru artık bu tür bireysel çabalar yetersiz
- kalıyordu. 1793 yılının sonbaharında Padişah, bir mesajla Fransa’dan getirtmek
- istediği subay ve teknisyenlerin listesini Paris’e gönderdi. Birkaç yıl sonra
- İstanbul’dan Kamu Güvenliği Komitesi’ne daha uzun ikinci bir liste gönderildi.
- 1796 yılında yeni Fransız elçisiyle birlikte bir grup Fransız askeri uzman geldi.
- 1798-1802 savaşında, Osmanlılar ve Fransa karşı taraflarda oldukları için bu
- işbirliği sona erdi ama daha sonra müttefik olduklarında yeniden başlayarak
- 1806-1807’de Rus ve İngilizler’in açtıkları savaşla en üst seviyeye ulaştı.
- Reformcu sultan II.Mahmud’un, 1830’larda silahlı kuvvetlerini
- modernleştirmek üzere Batılı devletlerden yardım istemesiyle yeni bir girişim
- başladı. 1835 yılında bir Prusya askeri heyetinin, 1838 yılında da bir İngiliz
- denizcilik heyetinin gelmesiyle XIX.yy süresince ve XX. yy başlarına dek
- devam edecek bir ilişki başladı.
- Daha önceleri buna paralel bir gelişme, Mısır’da Osmanlı valisi Mehmed Ali
- Paşa’nın bağımsız bir beylik yaratmaya çalışmasıyla başlamıştı. Mehmed Ali
- Paşa da özellikle Fransız olmak üzere tek tek yabancı askeri ve teknik uzman
- toplamıştı. Napolyon’un son yenilgisinden sonra 1824 yılında, askeri
- personelin çoğunun boşta olduğu Fransa’dan daha sonra gelmeye devam edecek
- heyetlerin ilki olarak bir askeri heyet getirtmişti.
- Avrupa güçler merkezinden uzaktaki İran’da değişiklik daha yavaş olmuştu.
- İngiltere ve Fransa, Avrupa politikasına ilk kez Napolyon döneminde karışmış
- olan İran’ın ordularım eğitmek üzere ilk olarak 1807-1808’de, daha sonra
- 1810’da heyetler göndermişlerdir. Sonrasında da orduda eğitmen olan
- Rus, İtalyan ve Fransız subayların etkileri sınırlı olmuştur. XX. yy’a dek İran
- ordusunun modernleşmesi başlamamıştır.
- Genellikle askeri eğitimciler başta İngiltere, Fransa ve Prusya, sonra da
- Almanya olmak üzere Batı Avrupa’dan gelmiştir. Eğitmenlik yapan bazı
- İtalyanlar da olmuştur. Amerikan İç Savaşı bitince ülkelerinde kendilerine gerek
- kalmayan bazı Amerikalı subaylar, mesleklerini Mısır’da sürdürmüşlerdir.
- Eğitmen ya da danışman olarak Ruslar’ın ortaya çıkmaları ancak XX.yy’da
- görülür.
- Askeri eğitimin sonuçlan önemlidir. Ortadoğulu öğrenciler Batı’nın kara ve
- deniz harp akademilerine giderken, Batılı subaylar ise Ortadoğu kurmay
- okullarında öğretmenlik yapmışlardır. Batılılar danışman ve zaman zaman da
- subay olarak istihdam edilmiş ve Batı’dan malzeme, silah ve teknoloji ithal
- edilmiştir. 1950’lerden sonraki öneme ve düzeye ulaşmamakla birlikte bu süreç,
- XIX. yy ve XX. yy başlarının güç politikaları açısından çok önemlidir.
- Avrupa devletleri, XIX. yy’da uluslararası ticaret ve maliye ağına girmeye
- başlayan Ortadoğu’nun ekonomik iç işlerine doğrudan karışır olmuşlardır. Bu
- durumdan kaynaklanan değişiklikler de Ortadoğu’daki hayatı her yönüyle
- etkilemiştir.
- Yüzyıllardan beri ihmal edilen tarım alanlarının genişletilmesi bu
- değişikliklerden biri olmuştur. Genişleme, güvenlik şartlan genişletilip toprak
- tekrar kazanılarak ve bazı yerlerde yaygın sulama sistemleri kullanılarak kolay
- olmuştur. İhracat amacıyla ipek, pamuk, tütün, kahve, haşhaş, hurma, arpa
- ve buğday gibi ürünler ekilmiştir. Öte yandan tarımın geçim yerine gelir
- sağlamak için yapılması ve bununla birlikte hukuk sistemindeki Batılılaşma
- toprak sahipliğinde önemli değişikliklere yol açmış, toprakta aşiret ya da köy
- sahipliği azalarak Avrupa tipi mülkiyet artmıştır. Bunun için ihtiyaç olan
- sermaye, yurt dışından yatırım ya da borç olarak gelmiş, kapitülasyonlar
- aracılığıyla devlet denetiminden korunan Avrupa şirketleri, Ortadoğu ülkelerinin
- kaynaklarının kullanımına hakim olmuşlardır.
- Yabancıların uzmanlığı ve girişimciliği hizmetlerin gelişmesinde önemli bir
- rol almıştır. Bunlar örnek olarak, Doğu Akdeniz’in başlıca limanları Mısır,
- Türkiye, Suriye ve Irak demiryolları, telgraf, belediye taşımacılığı, su, gaz,
- büyük şehirlerdeki elektrik ve telefon verilebilir.
- Karadeniz ve Ege Denizi’ne İstanbul’u yerel buharlı vapur şirketleri
- bağlıyorsa da, Avrupa ile ilk bağ yabancı denizyolları ile kurulmuştur. 1825
- yılında çalışmaya başlayan bir Avusturya şirketinden sonra, Osmanlı ve Avrupa
- limanları ile imparatorluğun çeşitli limanları arasında taşımacılık yapan Fransız,
- İngiliz, Rus ve İtalyan denizyolu şirketleri gelmiştir. 1837 yılında yeni bir
- önemli gelişme olmuştur: Avrupa, İngiliz vapur seferleri aracılığıyla Süveyş’ten
- İskenderiye ve Hindistan’a önce posta, sonra ürün ve insan taşımacılığıyla
- bağlamıştı. Başlangıçta buharlı vapurlarla iç sularda ve arabalarla yeni açılan
- karayollarında taşıma yapılıyordu. 1851 yılında Mısır demiryollarının yapılması
- ve 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Mısır, yeniden Avrupa ile Güney
- Asya arasındaki başlıca yol ve dünya trafiğinin önemli bir noktası olmuştu. İran,
- o yıllarda Hazar Denizi ve Basra Körfezinde başlayan buharlı vapur seferleriyle
- Rusya’ya da Batı Avrupa’ya da biraz daha yaklaşmıştı.
- Avrupa’nın mali nüfuzu, Kırım Savaşı sırasında yeni bir döneme girdi.
- XVIII.yy sonu ve XIX. yy başında Osmanlı hükümetleri iç borçla para
- sağlamaya çalışıyorlardı. Kırım Savaşı’nın olanakları ve gereksinimleriyle,
- Avrupa para pazarlarından yeni bir tür borç almaya yöneldiler. İlk olarak 1854
- yılında Londra’dan yüzde altı faizle üç milyon sterlin borç alındı; sonraki yıl da
- yüzde dört faizle beş milyon sterlin borç alındı. Daha sonra 1854-1874 yılları
- arasında yaklaşık olarak her yıl alman dış borçlar toplam iki yüz milyon sterline
- ulaştı. Bu dönemde bölgede önemli banka faaliyetleri de olmuştur. Önceki yirmi
- otuz yıl içinde, hem İngiliz hem de başka özel bankacılar çeşitli Akdeniz
- limanlarına yerleşmişlerdi. 1850’lerden sonra önemli gelişmeler oldu.
- Ortadoğu’da Mısır Bankası (1855), Osmanlı Bankası (1856), İngiliz-Mısır
- Bankası (1864), büyük İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyan bankalarının şubeleri
- ile başkaları kuruldu. Tümü Avrupalılar’a ait olan bu bankalar, Ortadoğu'nun
- mâliyesine hakim durumdaydılar. I. Dünya Savaşı’ndan sonra açıla-bilen gerçek
- Türk, İran, Arap ve Mısır bankalarının toplam maliye işlerinin önemli bir
- bölümünü denetim altına almaları da ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında
- olmuştur.
- Türkiye riskli ve güçsüz görüldüğü için çoğunlukla borçlar çok ağır şartlarla
- veriliyordu. Genellikle para bütçe açığının kapatılmasına ya da ekonomik
- olmayan kalkınma projelerine harcanıyordu. Bu nedenle 6 Ekim 1875 tarihinde
- ekonomisi çöken Osmanlı devleti anapara ve faizleri ödeyemedi. Avrupalı
- alacaklıların temsilcileriyle yapılan görüşmelerin ardından 20 Aralık 1881
- fermanıyla yabancı alacaklılara karşı sorumlu ve onların yönetiminde olan
- “Düyunu Umumiye İdaresi” kuruldu. Görevi Osmanlılar’ın kamu borçlarının
- ödenmesi için “borcun tamamı ödenene dek” Osmanlı devletinin gelirlerini
- tahsil etmekti. Düyunu Umumiye İdaresi’nde 1911 yılında 8931 kişi çalışıyordu.
- Bu sayı, Osmanlı Maliye Nazırlığı’nda çalışanların sayısından çoktu. Benzer bir
- iflas yaşayan Mısır’da 1880 Likidasyon Yasası ile Mısır’ın toplam gelirinin
- yansı Mısır hükümetinin yönetim harcamaları, yansı da borçların ödenmesi için
- ayrıldı. İki ülkede de bu yüzyılın ilk yıllarında yeni borç anlaşmaları yapıldı ama
- bu kez de alacaklıların yatırımlarım korumak için kurulan bazı kurumlar paranın
- tümünün ya da önemli bir kısmının verimli bir şekilde kullanılmasını sağlamıştır.
- Bu değişiklikler olurken, Avrupalı girişimcilerin, onların yabancı ve azınlık
- temsilcilerine karşın halkın büyük bölümünün durumu pek değişmemişti.
- Yalnızca bir tek konuda önemli bir değişiklik olmuştu. Yüzyıllardır yaşanan
- gerileme ve durgunluğun ardından, XIX.yy’da nüfusta ciddi bir artış olmaya
- başlanmıştı. Şu veriler bunu açıkça göstermektedir. İstanbul, Anadolu ve
- Adalar’ın nüfusu 1831 yılında 6.500.000, 1884 yılında 11.300.000 ve 1913
- yılında 4.700.000 kişidir. Mısır'ın nüfusu yaklaşık olarak, 1800 yılında 3-
- 500.000, 1846 yılında 4.580.000, 1882 yılında 6.800.000, 1897 yılında 9-
- 710.000 ve 1907 yılında 11.290.000.kişidir. Kırsal kesim ve şehir nüfusunun
- yaşam standartlarında fazla bir gelişme olmadığı gibi gerileme olmuştur.
- Toplumsal açıdan üst sınıflardaki Batılılaşmaya paralel olarak alt sınıflarda
- gelişme olmaması, eski sistemde onları birbirine bağlayan yükümlülük, sadakat
- ve ortak değerler ağını zayıflatarak yeni çatışmalara ve liderliklere yol açmıştır.
- Hıristiyan Avrupa ile karşılaştırıldığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi,
- askeri ve ekonomik açıdan güçsüz olması konusunda birçok açıklamalar vardır.
- Büyük keşiflerden sonraki dönemde, Batı dünyasında gerçekleşen büyük
- ilerlemeler ve bunların sonucundaki teknolojik, toplumsal, siyasi ve ekonomik
- değişikliklerden İslam dünyası etkilenmemiştir. Avrupa'nın ilerlemesi tek başına
- yeterli bir açıklama değildir. Osmanlı topraklarında da pek çok güçsüzlük
- belirtileri bulunmaktadır. Bir tarafta, Avrupa devletleri yeni rollerinin devamı
- için güç ve servet kazanırlarken, diğer tarafta padişahlar güçlerinin tamamını
- başkentte vezirlerine ve saray erkanına, taşrada ise özerk ve miras yoluyla başa
- geçmiş olan yöneticilere kaptırıyorlardı.
- Güçleri bu şekilde erirken, diğer yandan da vergilendirme ve toprak
- mülkiyeti sisteminde önemli değişimler oluyordu. Osmanlılar’ın geleneksel
- düzenine göre tımar sahibi olan sipahiler, mali ve askeri bakımdan toprak
- dağıtım sisteminin merkezindeydiler.
- XVI. yy başlarında ve ortalarında sipahi sistemi en üst seviyesine ulaşmıştı.
- Ancak sonralan, XIX. yy başlarında yok olana dek gerilemeye devam
- etmişlerdir. Önemini yitiren sipahilerin yerlerine, kırsal kesimde mültezimler,
- savaş alanlarında ise düzenli askerler geçmiştir. Sipahilerin azledilmeleri ya da
- ölmeleri nedeniyle boşalan tımarlar, yeni sipahilere verilmemiş, mâliyeye daha
- çok vergi geliri sağlamaları için tekrar imparatorluk topraklarına katılmışlardır.
- Ne var ki, genellikle bu gelirler doğrudan devlet memurlarınca toplanmıyor, ilk
- zamanlarda yıllık bir tutar üzerinden bir mültezime satılıyorlardı. Daha sonraları
- iltizamların kötüye kullanmalarıyla süreler uzamış ve sonunda da malikane
- sistemi ortaya çıkmıştır. Bu sisteme göre teorik olarak belirli bir süre için vergi
- toplanıyordu ama uygulamada ömür boyu süren ve satılabilen ya da miras olarak
- kalabilen bir sistem ortaya çıkmıştır. Bu sistem, XVII. yy sonlarına doğru
- imparatorluk eyaletlerinin çoğunda yayılarak, XVIII.yy’da, yok edilmeye
- çalışılmasına rağmen, genel bir uygulama haline gelmiştir.
- Taşranın asıl hükümdarları haline gelen ayan açısından malikane sistemi,
- ekonomik bir temel olmuştur. Merkezi hükümetin güçsüz oluşu ve eyaletlerin
- denetimini kaybetmesi, ayanın siyasi güç kazanmasını, hatta kimi zaman özerk
- yerel hükümdarlar haline gelmelerini sağlamıştı. İltizamlar, devletten satın alma
- ya da bağış yollarıyla, zaman zaman da otoritelere karşı çıkılarak el koyma
- yoluyla toprak mülkiyeti haline getirilmişti.Ayan, zengin toprak sahipleri,
- tüccarlar, bu işin askerlikten daha kârlı ve daha az tehlikeli olduğunu düşünen
- sipahiler, sarayda ve haremde çalışanlar gibi farklı kökenlerden geliyordu. Artık
- ayan, devletin tanıdığı ve kendi temsilcilerini ve liderlerini seçen, mülkiyet
- sahibi bir sınıf olmuştu.
- Ayanın ekonomik gücü arttıkça, yasa ve düzenin sürdürülmesi işlevlerini de
- elde etti, silahlı güçler oluşturdu ve bazıları belirli bölgelerin irsi yöneticileri
- oldular. İstanbul hükümeti de bu gelişmeler karşısında bazı taşra şehirlerinin
- idaresini ve taşra işlerini ayana bıraktı. Ayanm büyüyen gücünden çekinen sultan
- ve hükümeti, 1786 yılında, onları şehir yönetimlerinden azledip yerlerine yeni
- yöneticiler getirmek için uğraştılar ama kısa süre içinde bu çabalarından
- vazgeçerek ayanın yönetimini kabul etmek zorunda kaldılar.
- Artık, ayan bir taşra beyi ve kadısından daha fazlasıydı. Anadolu’daki yerel
- beyler XVII.yy başlarından sonra, çok geniş arazilerin denetimini ele
- geçirmişlerdi. Derebeyi olarak adlandırılan bu beylerin kökenleri farklıydı.
- Aralarında önceleri merkezi hükümetin taşra memurları olanlar ve bölgenin önde
- gelen ailelerinin çocuklan bulunuyordu. Derebeyleri, merkezi hükümet
- tarafından hoşgörüldü, kimi zaman da tanındı ve babadan oğula geçen özerk
- beylikler kurarak padişaha itaatle değil, bir tür vasallıkla bağlandılar. Savaşlarda
- sultanın öteki birlikleri ile birlikte hizmet ettiler. Padişah ordularının büyük
- bölümü zaten bu yan feodal askerlerden oluşuyordu. Babıali bunlara müfettiş ya
- da vali unvanları veriyordu ama onlar aslında kendi topraklarında bağımsızlardı.
- Anadolu’nun neredeyse tamamı XIX. yy başında çeşitli beyliklerin elindeydi.
- Yalnızca Karaman ve Anadolu beylikleri İstanbul’un doğrudan yönetiminde
- kalmışlardı.
- Benzeri bir gelişme Balkan yarımadasında da yaşanmıştı. Vidin valisi
- Pazvanoğlu Osman Paşa ve Yanya valisi ünlü Tepedelenli Ali Paşa gibi yerel
- liderler denetimi ele geçirmişti ve kendi ordularım oluşturup kendi vergilerini
- topluyorlar, kendi adlarına sikke bastırıp yabancı devletlerle diplomatik ilişkiler
- içine giriyorlardı. Ali Paşa’nın sivil memurlarının ve askerlerinin çoğunluğu
- Rumdu. Böylece onlar da bağımsızlığın tadını ve ona kavuşmak için gereken
- beceriyi kazanıyorlardı. İmparatorlukta Arapça konuşulan bölgelerden Mısır,
- neredeyse tümüyle özerk olmuştu. Güney Suriye’de ve Irak’ta merkezi
- hükümetin atadığı valiler, bağımsız hanedanlar gibi hareket ediyor, hatta feodal
- beylerle ve yerel aşiretlerle iktidar savaşlarına giriyorlardı. Arap yarımadasında
- zaten hiç yerleşmemiş olan Osmanlı otoritesi, şimdi de Vahabi dini hareketi
- tarafından başa getirilen Suudi Hanedanı’nın tehdidindeydi.
- XVIII.yy’da saraya ait Enderun okulunda, imparatorluğun yöneticileri ve
- valileri büyük oranda yetişmeye devam ediyordu. Bu okulda Kafkas köleler
- çoğunluktaydı. Ancak buradan, Kafkasyalılar’ın bir zamanlar Balkan
- kökenlilerin tümüyle yönetici seçkinler arasına girdikleri anlaşılmamalıdır.
- Çoğunluğu yerini korumuş olsa da geçmişte köleliğin geçerli olduğu
- öteki alanlardaki gibi, sarayda da Müslüman tebaaya yer açılıyordu. Devşirme
- yönteminin bırakılmasından sonra, yeni kan ancak Kafkas kölelerden
- sağlanıyordu. Devlete hizmet edecek uygun kişilerin sayısı yetersiz olduğu için,
- önceden bu yana birtakım unsurları ayıran engeller küçülerek siviller geçmişte
- askeri ve idari köle seçkinlerinin makamları olan taşra valiliklerine, hatta
- sadrazamlıklara atanmaya başladı.
- XVIII.yy’da Osmanlı sistemindeki sivil meslek yapısı, çoğunlukla
- devşirmelerin soyundan gelenlerin alındığı bürokrasi ve topluca ulema olarak
- adlandırılan dini hiyerarşi olmak üzere iki türdü. Genellikle tüm hizmet
- alanlarında kariyer ve mesleklerin miras yoluyla geçme eğilimi vardı. Bu eğilim
- özellikle de genel güvensizlik döneminde, aile mallarını korumak ve miras
- bırakmak için İslam dini vakıflar yasasını kullanan ulemada vardı. Daha 1717
- yılında usta gözlemci Lady Mary Wortley Montagu bu konuya değinmiştir:
- 4
- "Bu kişiler hukukta da, dinde de eşit ölçüde uzmanlaşmışlardı ve iki bilim
- birbirine karışmıştı :-Tüm kârlı işler ve “din kurumu”gelirleri imparatorluğun
- gerçekten önemli olan bu kişilerinin ellerindeydi. Halkının genel mirasçısı
- olmasına rağmen Büyük Senyör, onların paralarına ve topraklarına
- dokunamazdı ve bunlar kesintisiz biçimde onların çocuklarına miras kalırdı.
- Bu durum, imparatorluğun tüm bilimine ve neredeyse servetinin tamamına
- sahip, bu insanların güçlerini göstermektedir. Devrimlerin aktörlerinin
- askerlerken, aslında gerçek yazarlar bu kişilerdir. ”
- Padişah bu yeni sınıfa taşranın denetimini bırakıyor ve merkezi gücü de
- onlarla paylaşmak zorunda kalıyordu. Bu babadan oğula geçen mülk sahibi ve
- yönetici sınıfın oluşumunu Osmanlı sultanları önlemeye çalıştılarsa da başarılı
- olamadılar.Bu güçsüzlük döneminde, vergi toplayan, adalet dağıtan, toprağa
- sahip olan, taşraya, sonuçta da başkente ve hükümdara hakim olmak amacıyla
- birbirleriyle çarpışan yeni unsurlar ortaya çıkmıştır.
- Osmanlı tarihinin bu aşamasındaki bu gruplar kesin olarak teşhis edilip
- tanımlanamamışlardır. İstanbul’da XVII.yy sonu ve XVIII.yy’da meydana gelen
- olayları etkileyen grupların ve çıkarların çatışmaları çok net olmamakla birlikte
- görülebilmektedir.
- Sonraları Babıali olarak anılan sadrazamlık makamı, bunlardan biridir.
- Sadrazam, padişahın ve İmparatorluk Konseyi’nin gerçek gücü zayıfladıkça,
- otoritenin ve hükümetin etki merkezi haline gelmiştir. Sadrazamın altında güçlü
- bir ortak mesleki bağlılığı olan geniş bir bürokrasi kadrosuyla üst düzey
- memurlar hiyerarşisi yer alıyordu. Genellikle bu makamlara, başkentin,
- kökenleri Balkanlar’a kadar giden büyük yönetici aileleri sahip olmuştur. Aynca
- bu makamlar, başkentin ve taşra şehirlerinin eğitim görmüş, özgür Müslüman
- nüfusu açısından da bir meslek kapısıydı.
- İmparatorluk sarayı, vezirliğin büyük rakibiydi. Mirasla orada da bir
- toplumsal grup oluşuyordu, ancak Afrika’dan ve Kafkasya’dan gelen yeni
- kölelerin güçlü etkinlikleri devam ediyordu. Afrikalılar genellikle hizmet
- işlerinde bulunurlarken, hadımlar büyük güçleri olan makamlara çıkabiliyorlardı.
- Bir hadım olan Kızlar Ağası, Osmanlı sarayının en etkin kişilerinden biriydi..
- Saray ahalisi hükümdarın yanına girebilmek için denetimi elinde tutar ve
- imparatorlukta büyük iktidara ulaşanlar kendi adaylarını sadrazamlığa
- getirebilirlerdi. Bu saray egemenliği dönemleri, vezirliğe ılımlı bakan
- tarihçilerce “cariyeler ve hadımlar yönetimi” olarak adlandırılmıştır. Yine bu
- tarihçilere göre saray mensupları ve adamları açgözlü, sorumsuz ve bencildir.
- İktidar mücadelesi, Babıali ve saray bürokratları ile saray erkanı arasında
- basit bir çatışma şeklinde görülürse, konu çok basite indirgenmiş olacaktır.
- Taraflar kendi içlerinde birtakım fraksiyon ve kliklere ayrılmıştı. Bunlar bazen
- aralanndaki sınırlan kaldıran geçici koalisyonlar yaparlardı. Bu
- mücadelede etkileri olan diğer çıkar grupları arasında yer alanlardan bazı-lan
- şunlardır: Kendi çıkarları ve politikaları olan bağımsız kurumlar; taşra ve merkez
- bürokrasisi, yeniçeriler ve dini hiyerarşi; çoğunluğunun İstanbul’da çok paraya
- sahip ajanları bulunan taşra ayanı ve beyler; tüccarlar ve çoğunluğu Rum olan
- siyasetten uzak tutulmalarına rağmen sarayda da, Babıali’de de ortakları olan
- maliyeciler; önemleri ve sayıları azalmasına rağmen, hâlâ belirli kritik
- dönemlerde rol alabilen feodal sipahi kalıntıları.
- Dönemin birçok gözlemcisine göre, saray erkanı ve bürokratlar, özgür
- doğanlar ve köleler, Rumeliler ve Kafkasyalılar hükümet mekanizmasının
- denetimine hakim olmaya uğraştıkları sırada, İmparatorluk ölmek üzereydi ama
- ölmedi. İmparatorluk, XVIII. yy’ın en karanlık günlerinde dahi Müslüman
- topraklarının neredeyse tamamının yabancıların ya da yerel rakiplerinin eline
- geçmesine engel olacak gücü buldu. İmparatorluğun başkentte ve taşrada hizmet
- verecek ve onu kendi düzensizlik ve dağınıklığının en kötü sonuçlarından
- kurtaracak namuslu ve sadık kişiler bulmayı sürdürebilmesi çok daha şaşırtıcıdır.
- XV.yy sonuna doğru artık sultan ve danışmanları yaşanan bunalımın farkına
- varmışlardı. İmparatorluğun direnci, eyaletlerdeki isyancı liderlere karşı kısa
- süreli bir hükümranlık sağlamaya yetse bile, otorite daralmasını ve toprak
- kaybını engelleyemiyordu. Avusturya ve Rusya’ya karşı kazandıkları küçük
- zaferlerin kendilerinin güçlü olmalarından kaynaklanmadığını, düşmanlarının
- aralarındaki endişe ve anlaşmazlıklara, Fransa’daki yeni karışıklığın yol açtığı
- korku ve Prusya yayılmacılığına bağlı olduğunun bilincindeydiler.
- 16. BÖLÜM
- ETKİ VE TEPKİ
- Yüzyıllardan bu yana Müslümanların tarihi bakış açılarında, Allah’ın
- gerçeğini tüm insanlığa kazandırmak gibi kutsal bir görevleri vardı. Ait oldukları
- İslam toplumu Allah’ın amacının dünyada somutlaştırılması, İslam hükümdarları
- da, Hz.Muhammed’in mirasçıları ve Allah’tan getirdiği mesajın bekçileriydi.
- Onlar Allah tarafından, Şeriat’ı uygulamak ve egemen olacağı alanı
- genişletmekle görevlendirilmişlerdi. Teorik olarak bu sürecin bir sınırı
- bulunmuyordu. XVI. yy’da Müslümanların Amerika ile ilgili yazdığı ilk ve uzun
- bir zaman tek olan kitabın Türk yazarı, Avrupa’nın “Yeni Dünya” adını verdiği
- keşif ve fethinden söz etmiş ve oranın İslamiyet ile aydınlanarak
- Osmanlı topraklarına katılacağını umut ettiğini yazmıştır.
- Müslüman devleti ile kafir komşuları arasında zorunlu ve devamlı olan bir
- savaş durumu söz konusuydu. Bu durumun sona ermesi gerçek dinin egemenliği
- ve dünyanın tümünün İslam olmasıyla mümkün olacaktı. Gerçeğin ve
- aydınlanmanın tek sahibi olan İslam devleti ve toplumunun çevresinde, dinsizlik
- karanlığı ve barbarlık vardı. Allah’ın toplumunu gözde tutmasının göstergesi,
- Peygamber zamanından itibaren dünyada güç ve zafer kazanmalarıydı.
- Osmanlılar’ın İslam ordularının Hristiyan dünyasının kalbine girdikleri XVXVI.yy’daki büyük başarılan Ortaçağ mirası bu düşünceyi desteklemiş ve
- XVIII. yy’daki geçici ama etkileyici zaferleri de tekrar canlandırmışa. Artık
- koşulların Müslüman devleti yerine Hıristiyan düşmanlarınca belirleniyor
- olduğu yeni durumu ve devletin varlığını sürdürmesinin Hıristiyan devletlerin
- yardımına ve iyi niyetine bağlı olmasını Müslümanların kabul etmeleri ve bu
- duruma uyum göstermeleri oldukça acı ve yavaş olmuştur. Tüm tartışmaların en
- kesin sonucu savaş alanındaki yenilgidir. Osmanlılar’ın ilk yenilgisini gösteren
- Karlofça Antlaşması imzalandıktan sonra, Osmanlı yöneticileri Batı
- yöntemlerini araştırma ve taklit etme çalışmalarına girişmişlerdir.
- Türkler, başlangıçta sorunu askeri olarak görüp askeri çözümler aramışlardır.
- Savaş alanlarında Hıristiyan ordu lan onlardan üstün olduğu için onların
- tekniklerini, eğitim yöntemlerini ve silahlarını almak faydalı olacaktı. XVIII.
- yy’da Osmanlı hükümeti Avrupa savaş yöntemleri için okullar açıp Türk subayla
- n için Avrupalı eğitmenler getirtmişti. Zaman içinde bu küçük başlangıç, çok
- büyük değişikliklere yol açmıştı. Eskiden dinsiz ve barbar Batılılar’dan nefret
- etmek üzere eğitilen genç Müslümanlar, artık onları öğretmen olarak kabul etmiş
- ve onların dillerini öğrenip kitaplarını okumak zorunda kalmışlardı. Genç Türk
- subay adayları, XVIII. yy sonlarında, istihkam ve topçu okullarındaki dersleri
- için öğrendikleri Fransızca’yı başka kitapları okumak üzere de kullanmışlardır.
- Okudukları kitaplarda karşılaştıkları bazı düşüncelerin topçu öğretmenlerinin
- öğrettikleri her şeyden çok daha patlayıcı olduğunun farkına varmışlardı.
- Askeri reformlardan sonra, iki dünyayı ayıran engellerden başka şeyler de
- olmuştur. Türkler’in uzun zamandır matbaaya karşı sürdürdükleri direniş 1729
- yılında kırılarak bir matbaa kurulması izin çıkmıştır. 1742 yılında kapatılan
- matbaa on yedi kitap basılmıştı. Bu kitaplar arasında, Avrupa ordularının askeri
- sanatları ile ilgili bir araştırma ve 1721 yılında Fransa’da elçilik yapmış olan bir
- Türk’ün Fransa ile ilgili olarak yazdığı kitap vardı.
- Batı’nın kültürel etkinliği oldukça azalmış durumdaydı. Çevrilen kitap sayısı
- çok azdı ve çoğu askeri ve siyasi konulardaydı. Öte yandan, Avrupa ihracatı
- Türk’lerin zevklerini koşullandırmaya başlamıştı. Dini mimaride, Osmanlı
- imparatorluk camilerinde bile Avrupa'nın etkisine rastlanıyordu. Bir toplumun
- doğası, durumu ve kendini algılayış biçimi ile ilgili pek çok şey mimarisinden
- anlaşılabilir. Modem New York’un gökdelenleri, eski Mısır'ın piramitleri ve
- tapınakları gibi, İstanbul’un büyük camileri de genişleyen ve müreffeh bir
- toplumun kendine güvenini ve gücünü anlatmaktadır. Her şeyden önce Osmanlı
- İmparatorluğu da, Ortadoğu’daki selefleri gibi bir İslam devleti olduğundan,
- karakteristik ve ihtişamlı binalarının istisnası olmaksızın tamamı ibadet
- yerleriydi. Yüzyıllar boyu sultanların yaşadıkları Topkapı Sarayı bunlara oranla
- daha az önemi olan bir yapıydı. Geniş bir alanı kaplıyordu, büyük lüksleri vardı
- ama aslında her biri gösterişsiz olan bir dizi küçük binadan oluşuyordu: Tahta
- çıkan yeni bir sultanı kutlayan halkın, “Övünme Padişahım, senden büyük Allah
- var!” şeklindeki haykırıştan şüphesiz bu ruhu yansıtıyordu.
- Bu durumdaki büyük bir değişim, 1755 yılında Kapalı Çarşı’nın girişinde
- inşa edilen Nuruosmaniye Camisi ile başlamıştır. Genel olarak bu bir Osmanlı
- imparatorluk camisidir ama süslemeleri İtalyan barok stiline benzemektedir.
- Osmanlı devlet ve toplumunun merkezindeki bir imparatorluk camisinde, Gotik
- bir katedralde arabesk süslemeler olması kadar şaşırtıcı olan yabancı süslemeler,
- azalmaya başlayan kendine güvenin ilk işaretidir.
- XIX. yy’da bu tür işaretlerden daha pek çoklan görülmüştür. En ilginci olan,
- 1853 yılında inşa edilen Dolmabahçe Sarayı’nda iki değişiklik göze çarpar.
- Bunlardan ilki, sultanların ve mimarlarının kaynaklarım harcadıkları ve dış
- dünyayı etkilemek istedikleri yerin artık bir cami yerine, saray olmasıdır. İkincisi
- de, Osmanlı binalarını tanımlayan geleneksel değerlerin, standartların ve zevkin
- tam anlamıyla yıkılmasıdır. Dolma-bahçe Sarayı o düğün pastası mimarisiyle,
- aşın süslemeleriyle, Avrupa’dan ithal edilme konu ve stillerin muhteşem
- birleşimiyle, XIX.yy’daki reformların amaçlarını ve nereye
- yöneleceğini şaşırmış anlayışının bir göstergesidir.
- Batının etkisi çok azdı ve Avrupa’nın düşünceleri halkın çok az bir
- bölümüyle sınırlı durumdaydı. Bu sınırlı müdahale bile kısıtlı olmuş ve bazen de
- 1742 yılında ilk Türk matbaasının kapatılmasına neden olan gerici hareketlerle
- tersine dönmüştü. Askeri yenilgi tetikleyici olmuşsa da, Osmanlılar’ın bir
- şekilde ayakta kalmayı başardıkları, bazen zaferler bile kazandıkları XVIII.yy
- süresince bunun etkisi azalmıştı. Bu tahrik, Küçük Kaynarca Antlaşması ile
- Kırım'ın elden çıkarılması ve Fransızların Mısır’ı fethetmeleriyle daha büyük bir
- güçle yenilenmiştir.
- XIX. yy’ın başından itibaren, Osmanlı İmparatorluğu toprak bütünlüğüne
- yönelik yeni bir tehditle karşı karşıya kalmıştı. Sınırlarına doğru yürüyen
- yabancı devletlerden sonra, şimdi bir de ülkenin çeşitli yerlerindeki yerel liderler
- ve hareketler özerklik, hatta bağımsızlık peşindeydiler. Bunlardan bazıları
- XVIII. yy'da ortaya çıkmış olan eğilimin, ayanın, derebeylerinin ve valilik olarak
- gönderildikleri eyaletlerde kendileri için birer beylik kapmış itaatsiz paşaların
- kazandıkları bölgesel özerkliklerin devamı niteliğindeydi. Osmanlı imparatorluk
- hükümetinin başkentin otoritesini tekrar kurma çabası direnişle karşılandı.
- Osmanlı direnişçileri başlangıçta ciddi başarılar elde ettiler. 1808 yılında
- İstanbul’da, derebeyleri ve ayanın kurduğu bir koalisyon ile merkezi hükümet
- yetkilileri ortak bir destek anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmayı tahta yeni çıkmış
- olan Osmanlı sultanı II. Mahmud istemeden de olsa onaylayarak, XIX.yy
- başlarında, İmparatorlukta feodal ayrıcalıkları ve bölgesel özerklikleri tanıyan
- bir belge imzalamak zorunda kalmıştı.
- Sultan imparatorluğun merkez eyaletlerinde otoritesini yavaş yavaş tekrar
- kurarak güçlendirmeye başladı ama uzak eyaletlerde bunu yapmak çok zor oldu.
- Arabistan, Irak, Lübnan ve özellikle de Mısır olmak üzere Arapça konuşulan
- ülkelerde bazı bağımsız yöneticiler gerçek denetime sahip olmak için uğraşarak,
- Osmanlı hükümdarına sözde bağlılıklarını bildirmekle yetindiler. 1805-1848
- yıllan arasında, Mısır valiliği yapan ünlü Mehmed Ali Paşa, Osmanlı sultanına
- karşı diplomatik ve askeri bir mücadeleye başladı. Avrupalı devletlerin
- müdahalesi zafer kazanmasına engel oldu ama Mısır’ı özerk ve babadan oğula
- geçen bir beylik yapmayı ve modernleşme yoluna sokmayı başardı. Ondan sonra
- yerine geçenler de XX. yy ortalarına dek Mısır’da hüküm sürdüler. Osmanlı
- İmparatorluğundaki yarı monarşik statülerini belirtmek üzere birkaç kez
- unvanlarında değişiklik yaptılar. Sırasıyla paşa,sultan ve sonunda da
- bağımsızlıklarını ilan edip önce Osmanlı, sonra İngiltere hükümdarlarıyla
- eşitliklerini göstermek üzere kral unvanlarını kullandılar.
- XVIII. yy sonlarından XX. yy ortalarına dek Ortadoğu’da yüz elli yıl süren
- Batı etkisi ve egemenliği yaşamın her düzeyinde çok önemli değişimlere neden
- olmuştur. Bu değişimler bir ölçüde Batılı hükümdarların ve danışmanların eylem
- ya da müdahaleleri sonucunda olmuştur. Ancak bunlar politikalarında dikkatli ve
- muhafazakar olmak için özen göstermişlerdir. En önemli değişim Batılılar’dan
- çok Ortadoğulu Batı yanlıları sayesinde olmuştur.
- Ortadoğu hükümdarlarının ekonomik alandaki doğrudan katkıları çok az
- olmuştur. Bazı ülkelerde, özellikle Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu’nda,
- hükümetler Batı’nın güç ve servet anahtarı olarak gördükleri hızlı ve zorunlu
- sanayileşme yoluyla devlet denetiminde ekonomik kalkınma planları
- uygulamayı denemişlerdir. Bu planlar, XIX. yy’ın ilk yarısında çok
- büyük oranda ortaya konmuş ama sürekli etkili olmamıştır. XIX. yy’ın ikinci
- yarısında, hükümetler sulama tesisleri, ulaşım ve iletişim gibi alanlara önem
- vererek üretken ekonomik faaliyetleri özel teşebbüse bırakmışlardır. Bu
- yaklaşım, tarım dışında, girişimciliği yabancılara ve azınlıklara bırakmak
- anlamına gelmektedir.
- Ortadoğu hükümetlerinin çabalarının askeri modernleştirme ve idari
- merkezileşme olmak üzere iki önemli amacı vardı. İçice geçmiş bu tasarılarla,
- hükümetin içeride muhaliflere ve ayrılıkçılara, dışarıda da güçlenmeye devam
- eden düşmanlara karşı otoritesinin tekrar kurulup güçlendirilmesi
- amaçlanıyordu. Hükümetler bu sonuçlara ulaşmak üzere çok ayrıntılı bir
- reform programı başlattılar.
- Reform, Avrupa’nın silahlı gücünün egemenliğindeki dünyada ayakta
- kalabilme zorunluluğu nedeniyle askeri alanda başladı. Ne var ki, modem
- ordular kurmak yalnızca eğitmen tutup silah alarak üstesinden gelinecek bir
- eğitim ve teçhizat sorunu değildi. Modern ordular için bir idari reform; eğitim
- görmüş subaylar ve bir eğitim reformu; orduya malzeme sağlayacak fabrikalar,
- yani bir ekonomik reform; askere verecek para, yani uzun vadeli mali yenilikler
- gerekiyordu.
- Askeri reformcuların amacı, uzun süredir İslamiyet ile Hıristiyanlığı ayıran
- engelde yalnızca bir gedik açarak buradan güdümlü ve kısıtlı bir akış
- gerçekleştirmekti ama kontrollerinden çıkan bir sel meydana getirdiler. Avrupa
- silahlarını ve teçhizatını getiren kişiler yanlarında, eski düzeni sarsacak
- Avrupa düşüncelerini de getirdiler. Diplomasi, ticaret, eğitim ve başka yollarla
- gelişen kişisel iletişim bu yeni düşüncelerin yayılmasını sağladı. Zamanla
- Ortadoğuluların daha çok yabancı dil öğrenmeleri, çevirilerin artması ve
- bunların matbaa sayesinde çoğaltılıp dağıtılması ve 1820 yılından itibaren
- haftalık, daha sonra da günlük gazetelerin çıkmasıyla bu düşünceler daha büyük
- bir alana yayıldı.
- Yüzyıllardır süren üstünlük inancının Batılı silahların etkisiyle parçalanması
- İslam toplumunda derin bir yara açtı ve ilk ifadesini reform hareketlerinde buldu.
- Reformlar, Müslüman ordusunun, böylece de İslam devletinin
- modernleştirilmesi amacına yönelikti. Batı uygarlığının teknolojinin kısıtlı
- alanında kalacağı umulan bazı ürünleri benimsendi ama çok geçmeden yabancı
- düşünceler, dahası yabancı devletlerin müdahalesi çok güçlü bir tepki yarattı.
- Başlangıçta bu tepki dini bir görünüşteydi. XVIII. yy’daki önemli iki yeni
- hareket, İslam’ın Batı’nın giderek artan gücüne karşı tepkisini farklı yollardan
- ortaya koymuştu. İlk başlarda her iki hareket de İslamiyet’in çöküşüne, dinin
- saflığından uzaklaşmaya karşı yapılan protestolardı ve ikisi de yabancıların
- ülkeye girişleriyle ilgiliydi.
- Bu hareketlerden ilki Nakşibendi dervişleri tarikatınınkiydi ve Sofi
- kökenliydi. Ortadoğu’ya Hindistan’dan gelen Nakşibendilik, ilk başta Arap
- ülkelerine, sonra Osmanlı İmparatorluğu’na, sonra da Kafkasya’ya yayıldı.
- Mısır’da Hintli bir Nakşibendi bilim adamı Arapça öğrenmenin yayılmasına ve
- Mısır rönesansını başlatmaya çalıştı ama Fransız istilası yüzünden başarılı
- olamadı. Arabistan’da bir başka Nakşibendi, eski Araplar’ın yüceliklerini ve
- onların gerçek İslamiyet’inin sonradan olan değişikliklerle çarpıtıldığını
- yazmaya başladı. Orta Arabistan’da dönemin ikinci büyük hareketi olan
- Vahabiler’in ortaya çıkışında, bu görüş etkili olmuş olabilir. Vahabiler dinin
- bozulması ye çürümesinin bir parçası olarak kabul ettikleri Sofi mistikliğine de
- karşı çıkıyorlardı. Teoride safıyetçi, uygulamada militan olan Vahabiler, Arap
- yarımadasının büyük bir kısmını ele geçirdiler. XVIII.yy’dan sonra da
- Mezopotamya sınırlarında Osmanlı İmparatorluğuna kafa tutmaya başladılar.
- 1818 yılında güçleri kırıldı, ancak Vahabilik varlığını sürdürdü. Arabistan’da
- birkaç defa canlandı ve öteki Müslüman ülkelerde de dolaylı etkileri görüldü.
- Ortadoğu’da Vahabi öğretisinin çok taraftarı olmadı ama temsil ettiği dini
- canlanma birçok ülkedeki Müslüman’ı etkileyerek, Avrupalı istilacılar
- karşısındaki mücadele için yeni bir militan ruhu kattı.
- Yabancılar karşısındaki direnişin başında sultanlar, vezirler, askerler ya da
- ulema yerine, bu canlanan hareketlerden birini temsil eden popüler dini liderler
- yer aldılar ve güçlü arzular uyandırarak büyük enerji birikimlerine yön verdiler.
- Batı’nın etkisine İslam'ın verdiği yanıtın sonraki aşaması, Rus Orta Asyası,
- İngiliz Hindistanı ve Fransız Kuzey Afrikası gibi sömürge imparatorluklarındaki
- uyum ve işbirliği olmuştur. Her üç bölgedeki liderler, halkı, efendilerinin
- dillerini öğrenerek ilerlemek için ihtiyaç olan modem bilgiye
- ulaşmaya özendirmişlerdir. Henüz Ortadoğu’nun merkezinde yabancı bir efendi
- olmasa da, reformcu hükümdarlar ve modem entelektüeller de bu yolu izlediler.
- XIX. yy’ın reform hareket ve etkinliklerinde aralarında sürekli bir mücadele
- olan iki farklı görüş dikkat çekmektedir. Görüşlerden biri Orta Avrupa
- aydınlanmasından çıkmış ve otoriter reformcuların benimsedikleri düşünceleri
- getirmişti. Orta Avrupa’daki örnekleri gibi onlar da halk için doğru olanı
- biliyorlardı ve doğru olanı yaparken sözde popüler hükümetin onlara engel
- olmasını istemiyorlardı. Bu görüşe göre, boyun eğip seyirci kalmaya alışmış olan
- hareketsiz yığınların kendi kaderlerine sahip çıkmaları mümkün değildi. Bunun
- için, tarihi görevleri öğretmek ve yönetmek olan entelektüeller ve askerler
- tarafından eğitilmeleri ve yönetilmeleri gerekiyordu.
- Öteki görüş Orta Avrupa yerine, Batı Avrupa’dan, ekonomik ve siyasi
- liberalizm öğretilerinden kaynaklanmıştı. Bu görüşün, önce Osmanlı
- İmparatorluğu, sonra da öteki ülkelerdeki taraftarlarına göre, ülkenin genel
- kalkınmasının beraberinde insanların güvenceye alınacak hakları vardı. Bu da
- temsili ve meşruti bir hükümetle sağlanabilirdi. Batılı gücün, servetin ve
- büyüklüğün temelindeki gerçeğin özgürlük olduğu kabul ediliyordu.
- Özgürlük sözcüğü birçok anlam ifade ediyordu. Ancak XX.yy’ın başında,
- henüz Orta doğulular tarafından, Avrupa siyasi görüşlerinin ortaya çıkmasının
- ardından, ancak ülkelerinde doğrudan Avrupa yönetiminin kurulmasından önce,
- ileride bağımsızlık anlamına gelecek şekliyle kullanılmıyordu. Vatandaşın
- hükümetin yasal olmayan ve keyfi eylemlerinden bağışıklığı, daha da
- geliştirilerek, hükümetin kurulmasına ve yürütülmesine katılma hakkı şeklinde,
- Batılı anlamında kullanılıyordu. Bu düşüncelerin ithali, uyumu ve bir ölçüde de
- uygulanması XIX. ve XX.yy’daki önemli siyasi gelişmelerden biridir.
- Mısır’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda tümü atamayla kumlan ilk danışma
- meclisi deneyleri tarım, eğitim ve vergi konularını görüşmek için toplandıkları
- XIX. yy başında yapılmıştır. 1845 yılında Osmanlı sultanı her eyaletten iki kişi
- katılacak şekilde bir eyalet temsilcileri meclisi topladı. Meclis üyeler, "saygın,
- güvenilir, bilgili ve halk tanıyan kişilerden” seçilecekti.Ancak tüm bu iyi
- özelliklerine rağmen uygulama başarılı olamayarak sona erdi. Aynı durum kısa
- bir zaman sonra İran’da da gerçekleşti.
- Sultan, şah ve paşalar bu gibi atanmış danışma kurumlarıyla ilgilenirken
- halktan da daha radikal düşüncelerle uğraşmaya başlayanlar olmuştu. Avrupa'ya
- gitmiş olanlar orada gördükleri parlamenter hükümete övgüler yağdırıyorlardı. O
- zamana dek Ortadoğu’dan Avrupa’ya gidenlerden resmi temsilciler ve
- öğrencilere siyasi sürgünler de eklendi.
- 1860-1870’lerde meşrutiyet düşüncesi güçlenmeye başladı. 1861 yılında,
- Osmanlı hakimiyetindeki özerk bir hanedan olan Tunus Beyliği tarafından kabul
- edilen anayasa, bir İslam ülkesine ait ilk anayasadır. Bu anayasa 1864 yılında
- kaldırılmıştır ama aynı eğilim sürmüştür. 1866 yılında, Mısır hükümdarı üç
- yıllığına seçilmiş olan yetmiş beş delegelik bir danışma meclisi kurdu. Bu sırada
- Osmanlı İmparatorluğu’nda da meşrutiyet hareketleri gelişmeye başlamıştı.
- Ancak bu hareketlerin aktif destekçileri 1867 yılında Fransa ve İngiltere’ye
- sığınmak zorunda kaldılar. Osmanlı anayasası, yeni sultan II. Abdülhamid
- tarafından büyük bir gösterişle ilan edildi.
- Osmanlılar’ın ilk meşrutiyeti kısa sürdü. İki seçim yapıldı ve padişah canlılık
- belirtisi göstermeye başladığında meclisi kapattı. İlk Osmanlı meclisi beş ayda
- yalnızca iki oturum yapabildi ve meclisin bir daha açılmasına dek otuz yıl geçti.
- Osmanlı meclisi, Abdülhamid tarafından kapatıldıktan sonra meclis seçimleri
- yalnızca Mısır’da yapıldı, birkaç meclis seçildi ve çalıştı. 1882 İngiliz işgalinin
- ardından da bu süreç sürdü. 1883 yılında çıkarılan “Kuruluş Kanunu” ile sınırlı
- seçmeni ve gücü olan, ara sıra kısa toplantılar yapabilen iki yan meclis açıldı. Bu
- meclisler, 1913 yılında birleşerek güçlerini artırdılar, ancak 1914 yılında savaş
- çıkınca, seçimler de meclisler de sona erdi.
- Bu sırada başka yerlerde daha radikal gelişmeler yaşanıyordu. 1905 yılında
- meşruti Japonya’nın otokrat Rusya’ya karşı kazandığı zaferle, yüzyıllardır ilk
- defa bir Asyalı devletin bir Avrupalı devleti yenmesi, çok popüler bir mesaj
- veriyordu. Bu mesaj Rusya’dan bile duyuldu ve halkın baskısıyla bir çeşit
- parlamenter rejim kuruldu.
- Meşrutiyet adeta hemen alınması zorunlu olan bir hayat iksiri gibiydi.
- İran’da 1906 yılı yazında olan meşrutiyet taraftarı bir isyan şahın bir millet
- meclisi toplayıp liberal bir anayasayı kabul etmesini sağladı. İki yıl sonra,
- Osmanlı subaylarından oluşan Jöntürkler adlı bir grup, padişahı 1876
- anayasasını tekrar kabul etmeye zorlayarak Osmanlı İmparatorluğunda çok daha
- Önemli olacak bir meşruti ve parlamenter hükümet dönemine geçişi sağladı.
- Avrupa etki ve örneğinin ve Avrupa ile eşit şartlarda bulunma isteği, bu gibi
- ilk anayasal reformları doğurmuştu. Bu reformlar gerek borç alabilmek gerek de
- müdahale ve işgali önlemek üzere yapılmış uyum jestleri olma özelliğini de
- taşıyordu. Ne var ki, bu amaçlara ulaşmak konusunda pek de başarılı olunamadı.
- Hem Tunus’daki, hem de daha uzun süreli olan Mısır’daki parlamenter
- deneyimler, karışıklığa, iflasa, denetim ve işgale doğru ilerleyişi
- engelleyemediler. Hatta bu sürecin hızlanmasını sağladıklarını öne sürenler
- olmuştur.
- Bu sırada Avrupa’daki iki taraftan ilerleme sürmüş tür. Bu yeni müdahalelere
- karşı Ortadoğu Müslümanları’nın gösterdikleri tepkiler dini terimlerle ifade
- edilmiştir. Hıristiyan imparatorluklarının ortak tehdidine karşı Müslüman
- halkların ortak cephesi olan pan-İslamizm, 1860-1870’lerde doğmuştur. Bu
- harekette, Alman ve İtalyanlar’ın kendi halklarını ve ülkelerini birleştirme
- başarılarından esinlenilmiş olması mümkündür. Türkiye’de, varlığım sürdüren
- tek bağımsız Müslüman devleti,Osmanlı împaratorluğu’nun Piyemonte’nin
- İtalyanlar ve Prusya'nın Almanlar için yaptıklarını yapacağına inanılıyor ve
- bu bütün Müslümanlar’ın birliği ve dayanışması olarak kabul ediliyordu.
- Resmi Osmanlı politikası kontrollü ve sınırlı bir pan-İslamizm oldu. Bu
- politika, ülke içinde sultana bazı ihanetler karşısında Müslüman tebaasına
- yaptığı sadakat çağrılan için yardım ederken, ülke dışında da Osmanlı olmayan
- Müslümanlar, özellikle Avrupa imparatorluklarındaki Müslüman tebaa arasında
- faydalı oldu. Ancak ülke dışındaki pan-İslamizm politikası, resmi olan Osmanlı
- pan-İslamizm politikasından daha radikal ve militan bir yapıdaydı. Bunu da
- önemli etkileri olan bazı liderler sağlıyordu. Öte yandan, o zamanki panİslamizm dönemin radikal seçkinlerinin izlediği siyasi programların temel
- unsurları arasında yer almıyor, Avrupa'dan ^aldıkları liberal ideolojilerin ve yeni
- “bir ülke ve millet” düşüncesinin gölgesinde kalıyordu.
- 17. BÖLÜM
- YENİ DÜŞÜNCELER
- Eylül 1802’de Osmanlı İmparatorluğu’nun hariciye nazırı Ali Paşa, Paris’te
- bulunan elçisine yazdığı bir mektupla diplomatların “ufuk turu" olarak
- adlandırdıkları bazı bilgileri gönderdi. Avrupa'nın genel diplomatik durumunu
- inceledikten ve ülke ülke gezdikten sonra, milli birlik mücadelesi vermekte
- olan İtalya’yı anlattı. Ali Paşa mektupta şunları söyledi:
- 1
- "Dini ve dili aynı olan tek bir ırkın yaşadığı İtalya, birliğini sağlamada
- önemli zorluklarla karşı karşıyadır. Şu ana dek tüm başarısı düzensizlik ve
- anarşidir. Tüm farklı milli özlemler serbest olursa, Türkiye'de olabilecekleri
- bir düşün. Az da olsa bir istikrar elde edebilmek için bir yüzyıla ihtiyaç olacak
- ve çok kan dökülecektir."
- Ali Paşa doğru kehanetlerde bulunuyordu ama “bir yüzyıl” tahmini
- gerçeklerden oldukça uzaktı. Aslında bunlar, kehanetten çok çağın iyi
- gözlemleriydi ve bu denli endişe duyduğu milliyetçilik virüsü siyasete bulaşmış,
- Osmanlı İmparatorluğu’nu güçsüzleştirip yıkacak süreç başlamıştı. Tarih
- araştırmalarında çok nadir görülen bir kesinlikle, bu sürecin kaynağı, şekli ve
- zamanı bilinmektedir: Fransız Devrimi ile başlayıp Fransızlar tarafından
- yayılmış, Osmanlı halkının başlangıçta az olan ama giderek artan ve zaman
- zaman hakim duruma gelen bir azınlığı tarafından kabul edilmiştir.
- Hıristiyan Avrupa ile Müslüman Ortadoğu dünyasının etkileşimi yeni bir
- durum değildi. Yüzyıllardan beri, mal ve teknoloji i alışverişi, kimi zaman çok
- büyük çaplı olarak yapılıyordu. Ortadoğu, çok daha önceki çağlarda Avrupa’ya
- yeni teknikleri ve zevkleri öğretmiş ve sağlamıştı. Avrupa'nın ekonomik ve
- askeri açıdan güçlendiği son dönemlerdeyse, büyük hareket batı yerine, doğuya
- doğru artmıştır. Ancak bu durum fazla bir entelektüel özelliği olmadan, maddi
- düzeyde kalmıştır. Ortaçağlardaki düşünce hareketleri sürekli olarak doğudan
- batıya doğrudur. Batı Avrupa’nın geri kalmış ve fakir toplumları, astronomi
- ve kimyada, matematik ve tıpta, felsefede ve İlahiyatta İslam dünyasının
- öğrencileri olmuşlardı. Ancak Batılı tarihçilerce Ortaçağ olarak kabul edilen
- dönemin sonunda, Müslüman Doğu’nun Avrupa’ya öğretecek bir şeyi kalmamış,
- zaten Avrupa’nın buna ihtiyacı kalmamıştı. Yalnızca sanat, resim ve edebiyat
- alanlarında bazı önemli olmayan etkiler kalmıştı. Defoe’nun Robinson Crusoe
- adlı romanının konusu, İngilizce çevirisi birkaç yıl önce yayınlanmış olması
- olası bir Ortaçağ Arap felsefe romanından alınmıştı. Arap öyküler külliyatı olan
- Binbir Gece Masalları’nın 1704-1717 yıllan arasında Fransızca çevirileri
- yayınlandıktan sonra, neredeyse Avrupa dillerinin tümünde taklit ve uyarlamaları
- yapılmıştı. Balkanlar’da Türk müziği ve İspanya’da Mağripliler, Avrupa sınır
- ülkelerinin folk ve sonra da sanat müziklerini önemli ölçüde etkilemişti. Osmanlı
- sefirlerinin Avrupa başkentlerini ziyaretleriyle, iç dekorasyonda, mimaride ve
- zaman zaman da giyimde Türk modası yaratılmıştır.
- Bunun tersi yönündeki entelektüel iletişim neredeyse hiç yoktur. Ortaçağ’da
- çok daha gelişmiş ve ileri olan İslam toplumlarına Avrupa'nın verebileceği pek
- bir şey yoktu. Ne var ki, daha sonra maddi güç dengesi gibi, entelektüel denge
- de değişmiştir. İslam dünyası eski kabul edebilme yeteneğini yitirerek Hıristiyan
- dünyasından gelecek her şeye için bağışıklık kazanmıştır. Öte yandan,
- Avrupa'nın üstünlüğünün erken bir tarihte kabul edildiği askeri konulardaki bilgi
- ihtiyacı Avrupa’dan karşılanmaktaydı. Ancak Rönesans, Reform, Aydınlanma ve
- Bilimsel Devrim gibi hareketler hiç dikkatlerini çekmemiş ve hiçbir etki
- yapmamıştır. Birkaç yüzyıl önce İslamiyet’in kendi Rönesans’ı gerçekleşmiş ve
- Avrupa’ya bile etkileri olmuştur. Avrupa Rönesansı’na bir yanıt ve bir Reform
- hareketi olmamıştır. Bu hareketlerin tümü ve daha sonrakiler, Hıristiyan olarak
- görüldükleri için gereksiz bulunmuş ve önem verilmemiştir.
- Halklarının düşünce ve eylem süreçlerinde bir değişiklik başlatan Fransız
- Devrimi, Ortadoğu’da ilk kez önem kazanan bir Avrupa düşünce hareketi
- olmuştur. Bu, Avrupa’da düşüncelerin Hıristiyan terimleriyle anlatılmadığı ilk
- büyük ayaklanmaydı, hatta bazı savunucuları tarafından Hıristiyanlık karşıtı
- olduğu öne sürülüyordu. Avrupa’nın öteli hareketleri ile Fransız Devrimi
- arasındaki bir ayrım da, Fransızlar’ın Ortadoğu halkları arasında düşüncelerini
- yaymak üzere adım atmalarıydı. Fransız devrimci propagandasına ilk tepkiler, az
- oranda ve Hıristiyan tebaa ile sınırlıydı. Ancak bunlar arasında düşünceler çok
- hızlı yayılarak kısa süre içinde imparatorluğun tebaası ile birlikte efendilerini de
- etkiledi. Dönemin Osmanlı yazarlarının bir benzetmesini ile “yeni Frenk
- düşünceleri, yeni Frengi hastalığı gibi” yayılmıştı.
- İslam halkları için eşitlik, kardeşlik ve özgürlük tamamen yeni ve tuhaf
- düşünceler değildi. Kardeşlik, müminlerin kardeşliği, aralarındaki eşitlik gibi
- temel bir ilkeydi ve aristokratik ya da etnik ayrıcalıklarla engellenmezdi. Başka
- yerlerde olduğu gibi İslam topraklarında da yüzyıllar boyunca bu tür ayrıcalıklar
- olmuştu. Ancak bu ayrıcalıklar, İslamiyet’in bir parçası olarak değil, ona karşı
- çıkmış ve asla Avrupa’daki gibi kabul edilmemişlerdi.
- Müminler ile inanmayanlar arasındaki eşitlik farklı bir konuydu ama İslam
- dininin seçilmesiyle irade dışı bu kusur ortadan kalkabilirdi. Kadın ve kölenin
- eşit olmayan statüleri böyle kolayca ortadan kalkmazdı ama bu durum o
- dönemde de,daha sonraki dönemlerde de güçlü bir duygu uyandırmamıştı. Azat
- edilen köleler yüksek makamlara çıkabiliyorlardı ve sultanın köleleri birçok
- açıdan 'imparatorluğun gerçek yöneticileri olmuşlardı. Öte yandan, kadınların
- vahiyle gelen ve Şeriat’ta yer alan aşağı statüleri pek net değildi. Müslüman
- kadınların bazı mallar için Batılı hemcinslerinin henüz sahip olmadıkları hakları
- olduğundan Şeriat’ın tamamen olumsuz bir etkisi yoktu. Batı’dan gelen birçok
- kadın ziyaretçi bu konuyu belirtilmiştir.
- Batı yönetimi, müdahalesi ya da etkisiyle hukuki cariye köleliği kaldırılmış
- ve fazla bir tartışma yaratmamıştı. Buna oranla kadınların özgürlüğü, Batılı
- düşüncelerden etkilenmekle birlikte, Batı’nın müdahalesine ve baskısına bağlı
- değildir. Bu konuda kaydedilen ilerleme oldukça hararetli iç tartışmalarla yapılan
- iç girişimler sonucunda olmuştur. Gerek geleneksel gerekse de radikal İslami
- militanlar, bu çok kısıtlı ilerlemeden bile şikayetçi olmuşlardır. Erkeklerin
- olmasa da, kadınların geleneksel kıyafetlerine dönmeleri, İslami canlanmanın
- çok önemli sonuçlarından biridir. Devrimden sonra İran’daki erkekler, Batı stili
- giyinmeyip kravat takmayarak Batı’yı reddettiklerini göstermişlerdir.
- Kadınlardan da çok daha fazlası istenmiştir.
- Özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe göre, en azından siyasi anlamıyla, yeni bir
- sözcüktü. İslami kullanımda “özgür ve özgürlük” sözcükleri önce hukuki, sonra
- da toplumsal bir anlamı taşımıştır. Özgür bir kadın ya da erkek köle olmayan
- kişilerdi. Sözcük, zorunlu çalışmadan ve başka yükümlülüklerden kurtulmuş
- olmak gibi bazı durumlarda belirli ayrıcalıkları ve bağışıklıkları ifade etmek için
- de kullanıldı. Müslüman geleneğine göre uygarlığın karşıtı özgürlük değil,
- adaletti. Adalet, tebaanın bir hakkı değil, hükümdarın görevi olarak görülürdü.
- Devrimci Fransa’nın etkisiyle Batı’daki yurttaşlık kavramı ile beraberindeki
- katılım ve temsil ilk kez öğrenilmiştir.
- İstanbul’daki Fransız elçiliği daha başlarda bir pfopagan-da merkezi haline
- gelmişti. İmparatorlukta konuşulan Türkçe, Arapça, Rumca ve Ermenice
- dillerinde çevrileri yapılan devrimci edebiyat, Fransa’dan ithal edilmiş veya
- elçilikteki bir matbaada basılmıştır. 1793 yılında Sarayburnu karşısında
- demirlemiş olan iki Fransız gemisine Cumhuriyet bayrağının çekilmesi büyük
- bir kutlama ile karşılanmıştı. Bu olay için Fransız elçisi şunları söylemiştir:
- “Osmanlı ve Amerikan bayrakları ve silahlarını günahkar zorbaların ittifakında
- birleştiren diğer devletlerin bayrakları bu iki gemide dalgalanmıştır.” Bu
- kutlama, Fransızlar ve arkadaşlarının Fransız Sefareti’nde Türk topraklarına
- diktikleri özgürlük ağacının etrafında yaptıkları “cumhuriyet karmanyolu" dansı
- ile sona ermişti.
- Bu olaylar, Türkler’den daha çok öteki Avrupa devletlerinin sefaretlerini
- endişelendirmişti. Bir Osmanlı tarihçisinin yazdıklarına göre Rusya, Avusturya
- ve Prusya birlikte, Türkiye’de Fransızların üç renkli şapkalarını ve başka
- devrimci amblemlerini giymelerinin yasaklanmasını istemişlerdir. Bu ortak
- istek karşında Babıali’den şu yanıt gelmiştir:
- 3
- "Sevgili dostlarımız, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir Müslüman devleti
- olduğunu sizlere sıkça ifade etmekteyiz. Aramızda onların bu
- işaretlerine önem veren hiç kimse yoktur. Dostumuz olan devletlerin tüccarları
- aramızda misafir olarak bulunur, istedikleri gibi giyinebilirler, buna karışmak
- Babıali'nin işi değildir. Sizler boşuna endişeleniyorsunuz
- Diğer bir Osmanlı kaynağı, Babıali’nin yabancı konuklarının başlarına veya
- ayaklarına giydikleri ile ilgilenmediğini belirtmektedir. Bu ve başka eski
- kaynaklardan anlaşıldığına göre, Türkler başlangıçta eskisi gibi Batılı
- düşüncelerin bulaşmasına karşı dinleriyle bağışıklı olduklarına inanmışlardır.
- Ne var ki, kısa bir süre içinde düş kırıklığına uğrayacaklardı. 1797 yılı Ekim
- ayında Campo Formio antlaşmasıyla Habsburg İmparatoru devrimci Fransa ile
- barış yapmak zorunda kaldı. Antlaşmaya göre uzun bir ömür süren Venedik
- Cumhuriyeti son bulmuş, topraklan da Fransız Cumhuriyeti ile Habsburg
- İmparatorluğu arasında paylaşılmıştı. Fransa’ya Preveze limanı ile İyonya
- Adaları ve Yunanistan ile Arnavutluk kıyılan verilmişti. Bu bölgede 1797’den
- 1799’a ve 1807’den 18l4’e kadar kısa süren Fransız egemenliğinin çok büyük
- etkileri olmuştur. Yüzyıllar boyunca Venedik egemenliğinde olan bu topraklarda
- yaşayan halk Yunanlı’ydı. Fransız yönetimi zamanında gerçekleşmiş olan
- devrimci ve radikal değişikliklerin Osmanlılar’ın Mora eyaletindeki Rum
- komşularım etkilememesi olası değildir.
- Çok uzun süredir Fransızlar, kendilerini Osmanlı İmparatorluğu’nun
- geleneksel dostları gibi gösteriyorlardı. Eski dost, atık yeni komşuydu ve bu şok
- karşısında dostluk duramadı. Kısa süre içinde başkente Osmanlı Yunanistanı’ı,
- Fransız yönetiminde olan bölgelerde gerçekleşen olaylarla ilgili telaşlı raporlar
- gönderilmeye başlandı: “Soyluların ayrıcalıkları ellerinden alınmıyor, köylüler
- zorunlu çalıştırılamıyor, seçimler yapılıyor, eşitlik ve özgürlük konuşmaları
- serbestçe yapılıyordu.” Bir Osmanlı tarihçisine göre en kötüsü şuydu: “Eski
- Yunanistan devletlerinin dönemini anımsatarak bölgedeki Ortodoksları
- cumhuriyetçilik için kışkırtıyorlar ve komşu Osmanlı devleti tebaasını da
- etkilemeye çabalıyorlardı.
- 4
- Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir Osmanlı eyaleti Mısır’ı ele geçiren
- Fransızlar, burada da eski ihtişamlı günlerden ve modem özgürlükten söz etmeye
- başladıklarında artık ders alınmıştı.Bu iki düşüncenin çeşitli karışımlarda çeşitli
- zevklere sunulan bileşimi karşı konulmaz olmaya başlamıştı. Vatandaşlık
- anlamında-özgürlük, başlangıçta sınırlı bir çekiciliği olan alışılmadık bir tad
- vermişti ama Avrupa’dan ithal edilen yeni milliyetçilik ve yurtseverlik
- düşünceleri ile birleşince ve sadakat ile kimliğin, dolayısıyla da bağlılık ve
- yasallığın determinantları olarak millet ve ülke dinin yerine geçince gücü iyice
- artıyordu.
- Başta laik sonuçlan olmak üzere tehlike muhalefetsiz kalmadı. Sultanın
- hükümetinin Arapça ve Türkçe yayınladığı bildiride şunlar vardı:
- 5
- "Fransızlar... Cennetin ve dünyanın Tanrısının birliğine inanmazlar...
- Tüm dinlen terk etmişlerdir... Onlar... kıyamet ve hesaplaşma günü
- cezalandırma, imtihan, soru ve yanıt olmayacakmış gibi davranırlar...Onlar
- tüm insanların insanlık açısından eşit olduklarına inanırlar; hiç kimsenin bir
- üstünlüğü olmadığım ve herkesin kendi ruhundan ve yaşamından sorumlu
- olduğunu savunurlar. Bu boş inançları ve saçma düşüncelerinden hareketle
- yeni kanun koymuşlardır. Şeytan‘ın söylediklerini yaparak, dinin temellerini
- yıkmış, yasaklananları yasal yapmış, tutkulu arzularına ulaşmış, tüm insanları
- günahlarına ortak etmeye çalışmış, dinler arasında nifak tohumlan ekmiş,
- krallar ve devletler arasına fesat sokmuşlardır. Yalanlarla dolu sahte
- kitaplarıyla “Biz size, dininize ve toplumunuza aitiz demiş ve herkesi Şeytan ın
- bayrağı altında birleşmeye çağırmışlardır. ”
- Burada Şeytan’a sıkça yer verilmiş olması ilginçtir. Kuran’ın son cüzü
- (114:5) Şeytan’ın “insanların kalplerine fısıldadığı” yazmaktadır. Bu durum, XX.
- yy sonunda Avrupa’nın, sonra da Amerikan düşünce ve yaşayış tarzının
- çekiciliğine karşı koyma çabalarında da görülmüştür.
- Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ve birtakım değişikliklerle İran şahlarının
- ülkesindeki geleneksel toplumsal ve siyasal düzenin kökeni klasik İslam hukuk
- ve geleneklerine, bundan da öte eski Ortadoğu uygarlıklarına dayanır. Bu da,
- öteki dini kültürlerdeki gibi Allah’ın son vahyini kabul edenler ve reddedenlere
- eşit davranmak mantıklı ve uygun olmayacağından, eşitsizliğe dayanmaktadır.
- Bunu eşit haklar düzeni olarak gösteren,geleneksel İslam rejimlerinin dini
- hoşgörüsünü hakkıyla öven bazı modem savunucular olmuştur ama durum böyle
- değildi. O dönemde bu tür bir eşitlik bir erdem gibi görülmez, görevin kötüye
- kullanılması olarak kabul edilirdi. İslam devleti inanmayanlara eşitlik tanımayı
- kabul etmeyerek iktidardaki dinlerin uygulamasını izlemekteydi. Ötekilerdeki bu
- farklı yan, toplumda inanmayanlara Şeriatla tanımlanan, sınırlanan ve
- Müslüman toplumunun çoğunluğunu kabul ettiği bir yer veriyordu. Ancak bu bir
- eşit statü değil, bir hoşgörü düzeyiydi. İslamiyet’in hoşgörüsü, eski dinler olarak
- kabul ettiği tek tanrılı olanlarla sınırlıydı ve uygulamada, Ortadoğu’daki çeşitli
- mezheplerden olan Musevileri ve Hıristiyanları içeriyordu. İran’da küçük bir
- Zerdüşt toplumu vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu azınlıklar “millet” olarak
- adlandırılıyordu.
- Millet bir dine bağlılığıyla tanımlanan dini ve siyasi bir topluluktu. Üyeleri,
- o dinin, devlet kanunları ve çıkarlarıyla çatışmadığı sürece liderlerinin
- kanunlarına ve kurallarına uymak zorundaydılar. Bu dini özgürlük ve komünal
- özerklik karşılığında Müslüman olmayan milletler devlete sadakat borçlu
- olurlardı ve “zimmi” statülerinin eksikliklerini ve sınırlılıklarını kabul ederlerdi.
- Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler ve Museviler
- olmak üzere başlıca dört millet vardı. Tümü de yalnızca dini terimlerle
- tanımlanırdı. Müslüman millete “millet-i hakime” de denirdi ve arasında Türkçe,
- Arapça, Kürtçe, Arnavutça, Rumca ve başka Balkan ve Kafkasya dilleri
- konuşanlar vardı.
- Rum milleti de aym ölçüde farklılıklar taşıyordu. Etnik Yunanlılarla birlikte
- başka kökenlerden olduğu halde Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olanlar vardı:
- Avrupa’da Romanyalılar, Sırplar, Arnavutlar ve Bulgarlar; Asya’da, Batılı
- sınıflandırmasında Hıristiyan Türkler ve Araplar olarak bilinen Türkçe ve
- Arapça konuşanlar.
- Ermeni milleti homojen özellikteydi ve Ermeni Kilisesi’ne bağlı
- Ermeniler’den oluşuyordu. Türkçe konuşan kişi sayısı çoktu ve bunlar Türkçeyi
- Ermeni alfabesi ile yazarlardı. Belirli zamanlarda Suriye Yakubi Kilisesi ve
- Mısır Kıpti Kilisesi’ne bağlı olanlar da Ermeni Kilisesi ile ilişki kurmuşlardı.
- Gerek Ermeni, gerek de Rum milletinde, diğer Katolik Rum ve Ermeniler veya
- daha sonra her iki milletten de Protestanlığı seçen kimsenin olmaması önemli bir
- konudur.
- Musevi milleti, Suriye ve Irak’taki Arapça konuşan Museviler, 1492
- kovulma fermanıyla İspanya’dan kaçan ve İspanyolca konuşanlar, Mora’daki
- Rumca konuşan Museviler ve daha başka dilleri konuşan daha küçük Musevi
- gruplarından oluşuyordu.
- Dinlerine göre tanımlanan bu milletlerde çeşitli etnik ve bazen de aşiret
- grupları yer alıyordu. İçteki bölünmeler de önemliydi ve bürokratik, siyasi,
- toplumsal ve ticari rekabetlerdeki dayanışma gruplarının temellerini
- oluşturuyorlardı. Bunlar yüzyıllardan beri edebi kaynaklarda rastlandığı üzere ve
- bugün de sürdüğü gibi çeşitli etnik stereotip tipe ve alışılmış ön yargılara neden
- olmuşlardır. Ancak klasik millet sistemi henüz kendi iç mantığında yürüdüğü
- için bu gibi etnik dayanışmalar temel kimliği tanımlamadığı gibi, kesin bir
- bağlılığı da belirlemiyordu. Bugün bizler tarafından Araplar ve Türkler olarak
- adlandırılan, kendilerine de Arap ve Türk diyenler, çok yakın çağlara kadar
- kendilerini böyle tanımlamamışlardı. Dil Türkçe bilinse de İstanbul ve başka
- şehirlerdeki uygar insanlar, kendilerini Türk olarak adlandırmazlardı. Türk adını
- Anadolu’nun ilkel köylüleri ve göçerleri için kullanırlardı. Benzer şekilde, Mısır
- ve Verimli Hilal’deki Arapça konuşan kişiler dillerine Arapça dedikleri halde,
- Arap adını çöl kıyılarında yaşayan Bedeviler için kullanırlardı. Şehirlerde
- yaşayan eğitimli insanlar, ancak modem çağlarda ve Avrupa’daki milliyet
- düşüncelerinin etkisiyle kendilerini bu etnik terimlerle tanımlamaya
- başlamışlardır.
- Doğal olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Hıristiyan halklarını Avrupalı
- düşünceler daha çok etkiliyordu. Bu yeni ve güçlü milliyetçilik düşünceleriyle
- sırasıyla Yunanlılar, Sırplar, öteki Balkan halkları ve son olarak da Ermeniler
- karşılaştılar ve tepkileri olumlu oldu. Müslüman olmayan azınlıklardan en
- küçük, güçsüz ve en az tatminsizliği olan Museviler bile milliyetçiliklerini
- geliştirmeye başladılar. Osmanlı Saraybosna şehrinde doğan ve yaşayan, Haham
- Yehuda Alkalai 1843 yılında yazdığı kitabında Museviledin Kutsal Topraklar’a
- dönüp ilahi yardım beklemeksizin, onu kendi çabalarıyla tekrar kurmaları gibi
- yeni bir düşünceye yer verdi.
- XIX.yy’da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan azınlıklar üç farklı ve
- uyuşmayan hedefe yöneldiler. Osmanlı devletinde yaşayan Müslüman
- çoğunlukla aynı haklara sahip eşit yurttaşlık, bu hedeflerden biriydi. Avrupalı
- devletler, dini ayrım yapmadan bu eşit yurttaşlık konusunu Türkler’e
- dayatıyorlardı. Ancak bazı durumlarda bu kendi ülkelerindeki uygulamalarla
- çelişkili olsa da, Osmanlı liberalleri ve reformcuları tarafından benimsendi.
- Bundan daha azı dönemim aydınlanmış düşünce standartları karşısında kabul
- edilemez ve küçültücü kabul ediliyordu.
- Yalnızca yeni düşünceler yüzünden değil, yeni refah nedeniyle de eski
- eşitsizlikler kabul edilemez oluyordu. Devrim ve Napolyon savaşları sırasında ve
- XIX. yy’ın başlarında Müslüman olmayan toplumlar çoğunlukla başarılı
- olmuşlardı. Eğitim düzeyleri Müslümanlar’dan daha yüksek olduğu ve dış
- dünya ile daha kolay iletişim kurabildikleri için gittikçe refah düzeyleri
- artıyordu. Böylece eski sistemin onlara dayattığı -siyasi ve toplumsal
- aşağılanmanın verdiği rahatsızlık daha az oluyordu. XIX.yy süresince Osmanlı
- devletindeki hakların eşitliği, bazı önemli reform fermanlarıyla resmen
- sağlanmış oldu. Sonuçlar kanunlardaki boyutlarına ulaşamamış olmasına rağmen
- çok önemli olmuştur.
- Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan azınlıkların artarak daha fazla bir
- ilgiyle yöneldikleri ikinci hedef bağımsız, en azından kendi milli toprakları
- üzerinde özerk olmaktı. XIX.yy’da ve XX. yy başında ilk önce Sırplar ve
- Yunanlılar, daha sonra Balkan Yarımadası’nın öbür halkları kendilerinin
- milli toprakları kabul ettikleri yerlerde egemen bağımsız devletler kurmuşlar ve
- hem Osmanlıların hem de komşularının topraklarına göz dikmişlerdi. Asya’daki
- Osmanlılar’a ait topraklarının tamamına dağılmış olan ama her yerinde azınlık
- olan Ermeniler’in durumu daha zordu. Balkan halklarının, daha sonra da Arap ve
- Museviler’in tersine, Ermeniler, Sovyetler Birliği yıkılıp eski Sovyet Ermeni
- Cumhuriyeti bağımsızlığını alıncaya dek modern çağlarda hiç egemen devlete
- sahip olmamışlardı.
- Ara sıra gündeme geldiği halde, ısrarla üzerinde durulan üçüncü hedef ise,
- milletlerin eski sistemde sahip oldukları özerklikleri ve ayrıcalıkları, başka bir
- deyişle kendi dini yasalarını devam ettirme ve uygulama, eğitim sistemlerini
- kendi dillerinde denetim altına alma ve kendi farklı kültürlerini sürdürme
- haklarını korumaktı. Avrupa icatlarından, XIX.yy’da askere alma listenin önemli
- bir maddesiydi. Önceleri silah altına alınmadan bağışık tutulmak aşağılayıcı bir
- durumken artık zorunlu askerlikten bağışık tutulmak bir ayrıcalık haline
- gelmişti, bu ayrıcalık için ufak bir bedel olarak askeri hizmet bağışıklık vergisi
- altında eski kelle vergisi ödeniyordu.
- Sonuç itibariyle birbiriyle uyuşmayan bu üç hedefin kısa vadede bile çeşitli
- dezavantajları olmuştu. Eşit yurttaşlık, yükseğe çıkmak gibi daha aşağı inmek
- anlamına da geliyordu. 1856 yılının Şubat ayındaki büyük Islahat Fermanı ile
- ilgili olarak çağdaş Osmanlı tarihçisi Cevdet Paşa şunları yazmıştır:
- 6
- "...Patrikler, memnun değillerdi... Eskiden Osmanlı devletindeki
- toplumların bir sıraları vardı. Sırayla Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler ve
- Museviler gelirdi. Artık tümü aynı düzeye indirilmişti. Bu duruma itiraz eden
- bazı Rumlar şunları söylemiştir: Devlet bizi Musevilerle aynı yere koydu,biz
- İslamiyet’in üstünlüğünden memnunduk. ”
- Rumlar’ın bu tepkisi olağandı. XVII-XVIII. yy’da Başkentteki Rum
- aristokrasisi Osmanlı devletiyle hemen hemen ortak bir ilişki kurmuştu.
- Adlarım İstanbul’da yaşadıkları yerden alarak Fenerliler olarak adlandırılan
- soylu aileler, Osmanlı hizmetindeki bazı önemli makamları ele geçirmişlerdi.
- Babıali Yüksek Tercümanlığı bu makamlar arasındaydı ve dışardan yalnızca
- bir çevirmenlikmiş gibi görünse de imparatorluğun günlük dış ilişkilerini
- yürütme göreviydi. Avrupa’ya gönderilen her Osmanlı sefiri ile birlikte Yüksek
- Tercümanlık’tan bir Rum çevirmen de bulunuyordu ve sefaret işlerinin
- çoğunu o yapıyordu. İleride Romanya Krallığı olacak iki Tuna prensliğinin
- valilikleri de Fenerliler’in yer aldıkları makamlardandı.
- Bağımsız olma isteği ve buna ulaşma çabaları, doğal olarak Müslüman
- olmayan tebaanın, özellikle de devletin Müslüman olmayan hizmetkarlarının
- güvenilirliği ve sadakati ile ilgili şüpheler doğurmaya başlamıştı. Bunun
- sonuçlar çok ağır oldu. İleride Yunan Bağımsızlık Savaşı’na haline gelecek
- olan Yunan isyanının başlangıcında Babıali Yüksek dragoman’ı
- (tercümanı) büyük olasılıklar uydurma olan, isyancılarla birlik olduğu
- iddiasıyla asıldı. 1840’ta Osmanlılar’ın Atina’da açtıkları ilk elçiliklerinde bile
- ilk elçileri, gelecekte Londra’daki sefirleri olacak Fenerli Rum Kostaki
- Musurus idi. Ne var ki, Osmanlı Rumları bir toplum olarak Osmanlı
- devletinde sahip oldukları güven ve güç makamlarına bir daha hiç sahip
- olamadılar.
- Azınlıkların durumlarında başka değişiklikler de olmaya devam ediyordu.
- XVI.yy’da, Osmanlı hükümdarları, devletin Avrupalı düşmanlarına sempati
- duymalarından şüphe edilmeyen ama Avrupa bilgi ve becerisine sahip tek
- toplum olduklarından Museviler’den gerek siyasi, gerek de ekonomik işlerde
- yararlanıyorlardı. Ancak Musevi toplumu, Osmanlı gücünün çökmesinden
- bütün azınlıklardan daha fazla etkilenmiştir. Onlar, Osmanlı
- Hıristiyanları’nın güvendiği gibi, Avrupalı tüccarların lütuflarına ve Avrupalı
- devletlerin korumasına güvenemezlerdi. Yine onların tersine XIX. yy’ıri ikinci
- yansına dek, Hıristiyan toplumlarını canlandıran herhangi bir eğitim ve kültür
- canlanması yaşamamışlardı. Başkent ve taşrada iş ve hükümetteki yerlerini
- Rumlar'a, Ermeniler’e ve önemli bir yeni unsur olan Levant’ın Arapça
- konuşan Hıristiyanlan’na bırakmışlardı.
- Bu azınlıklar, arasından Rumlar giderek şüphe altına girmeye başlarken,
- Arapça konuşan Hıristiyanlar imparatorluktaki çok uzak yerlerde yaşıyorlardı
- ve henüz gelecekte sahip olacakları etkinliği ve önemi elde etmemişlerdi. Bu
- değişim en çok Ermeniler’in işine yarıyordu. Uzunca bir zaman “millet-i
- sadıka”olarak adlandırılan Ermeniler’i yalnızca Osmanlılar değil,
- Batılı araştırmacılar da Osmanlı devletine en sadık azınlık olarak kabul
- ederlerdi. Onlar da kendilerinden önceki Rumlar gibi Batı’nın eğitim ve
- ticaret olanaklarını kullanarak zengin olmuşlardı. Bir Ermeni grubu,
- XX.yy’ın başına dek, Jöntürkler’in Sultan II. Abdülhamid’in despot
- yönetimine son vermelerine ve 1908 Jöntürk devrimini yapmalarına yardım
- etmişlerdi. Devrimden sonra hükümette bir süre bir Ermeni dışişleri nazırı bile
- görev yapmıştı.
- Ne var ki, Rumlar için olduğu gibi, Ermeniler için de eski ortak ilişkiye
- devam etmek imkansızdı. Yeni refah, Rumlar’ı olduğu gibi onları da daha iyi
- bir eğitim ve kültür ortamına kavuşturmuş, dış dünyadaki düşüncelere daha
- açık duruma getirmişti. Batı’dan da, Doğu’dan da gelen düşünceler, genellikle
- birbiriyle çatışan ve çelişen mesajlar içeriyorlardı. Batılı düşünceler, milli
- bağımsızlık, liberal demokrasi ve sayılan hızla çoğalan misyoner okulları
- sayesinde büyüyen Hıristiyanlık duygusuydu. Doğulu düşüncelerse, Rus
- devletinin koruma önerisi, Rus devrimcilerinin ihanet mesajları ve
- yöntemleriydi. Tüm bu düşünceler, iyi kullanılsa da “zimmi” statüsünün artık
- katlanılabilir olmadığı kişiler arasından taraftar buluyordu.
- Osmanlı gücünün çok açık bir şekilde gerilemesiyle yeni umutlar doğdu.
- 1876 Bulgar krizi, sonra da Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilerek yabancı
- devletlerin iç işlerine karışması,bu adımların tatmin yollarını gösteriyordu.
- 1878 Berlin Antlaşması’nın 6l. maddesi ile Ayastefanos Antlaşması’nın 16.
- maddesi korunuyordu. Bu maddelere göre, Osmanlı devleti Ermeniler'in
- yaşadıkları eyaletlerde gereken yerel reform ve düzenlemeleri yapmak, onları
- Kürtler’e ve Gürcüler’e karşı korumakla yükümlüydü. Bu konudaki
- uygulamaların, denetleyici olan(Avrupalı) devletlerine düzenli bir şekilde
- bildirilmesi gerekiyordu.
- Bu durumun açık mesajını pekiştiren olaylar oldu.Bulgarlar da
- kendilerinden önceki Yunanlılar gibi ayaklanma, bastırılma ve müdahale
- yollarıyla bağımsızlıklarını elde ettiler. Bu yolu izleyerek Ermeniler’in de
- bağımsız bir devlet kuracakları düşünülüyordu. Kışkırtmanın silahlı eyleme
- dönüşmesiyle çok uzun süredir uyuyan dini ve etnik düşmanlıklar tekrar
- uyandı. 1890 yılından sonra, özellikle 1895-1896 yıllarında Doğu Türkiye’de
- isyan ve bastırma, terör ve kıyım hakim oldu ve bu durumdan kısa süreliğine
- olsa da başkent de etkilendi. II. Sultan Hamid’in emriyle, Ermeni isyancılar
- ile onlara yardım ve yataklık edenleri sindirmek üzere yerel başıbozuklardan
- oluşan Ha-midiye birlikleri tarafından çok sayıda Ermeni öldürüldü. Ancak
- bu olay devrimci eylemlerin bastırılması yerine, teşvikiyle sonuçlandı.
- Hıristiyanlar (Ermeniler) ile Müslümanlar (Türk, Çerkez ve Kürt köylüleri ve
- göçerleri) arasındaki savaş ve baskınlar yerel olarak sürdü.
- Ermeniler’in durumu onlardan daha önce bağımsızlık mücadelesi
- başlatan Balkan Hıristiyanları'ndan daha kötüydü. Çoğunluk oldukları
- kasabalar, köyler ve bölgeler çok dağınıktı. Bulgaristan ya da Yunanistan gibi
- bir anavatan şeklinde birleşmemişti ve yaşadıkları her yerde azınlık
- durumundaydılar. Ermeni anavatanı ile eski başkentleri, çarların
- imparatorluğuna ilhak edilmişti. Koruma ve teşvik teklif etmelerine rağmen
- Ruslar, özgür bir' Ermenistan istemiyorlardı.
- Türkler, Araplar ve imparatorluğun diğer Müslüman halkları, eski
- bağışıklıklarını kaybetmeye başlamışlardı ve Avrupa’nın vatansever, milliyetçi,
- liberal düşünceleri onları da etkilemişti.
- Geleneksel yasallık ve sadakat yapısını zayıflatarak eski düzeni yıkan bu
- düşünceler, önce Batı Avrupa’dan vatanseverlik, sonra da Orta ve Doğu
- Avrupa’dan milliyetçilik şeklinde iki aşamalı olarak gelmişti.
- Geleneksel İslam dünyasında da, Hıristiyan dünyasındaki gibi, ülkeler ve
- milletler güçlü bir milli ve bölgesel kimliğe sahiplerdi. Ortadoğu İslamiyeti’nin
- başlıca üç halka Araplar, İranlılar ve Türkler, tarihleri, kültürleri, dilleri,
- edebiyatları,, ortak kökenleri, ayırt edici gelenekleri ve davranışlarından
- oluşan milli miraslarıyla gurur duyarlardı. Ayrıca insanın doğduğu yere karşı
- doğal bağlılığı ile gelişen yurt sevgisi, yerel gurur, sıla özlemi gibi duygular
- Batı’da da olduğu gibi, İslam edebiyatında da vardı ama siyasi bir mesaj
- içermiyorlardı. Batılı düşüncelerin etkilerinden önce, milli vatanın ya da
- milletin siyasi kimlik ve egemenlik unsuru olduğu düşüncesi bilinmez ve
- benimsenmezdi. Müslümanların kimlikleri dinleriydi ve dinleri için
- onları yöneten hükümdara ya da hanedana sadakatle bağlı olurlardı.
- İslam dünyası için milliyetçilik ve vatanseverlik yabancı kavramlardı.
- Tarihçilerin yazdıklarına göre ülke ve millet ne egemenliği kısıtlar, ne de
- kimliği tanımlardı. Ali Paşa tarafından da gözlemlendiği gibi, bu düşünceler
- yıkıcı etkiler yapmıştır.
- Batı uygarlığında, insanın yalnızca doğduğu yeri doğal olarak sevmesi
- olmayan, insanın vatanına karşı siyasi ve gerekirse askeri görevi anlamına
- gelen vatanseverlik yerleşmiş bir kavramdı ve kökeni eski Yunanistan ve
- Roma’ya dayanıyordu. İngiltere, Fransa, sonraları da Amerika Birleşik
- Devletleri’nde başka iki düşünceyle ilişkili hale geldi: ülke nüfusunun çeşitli
- birimlerinin bir tek milli bağlılıkta birleşmeleri düşüncesi ve egemenliğin tek
- ve gerçek kaynağının Kilise ve devlet değil, halk olduğu düşüncesi.
- İngiltere ve Fransa’nın farklı din ve dilleri olan halklarının birleşik ve
- güçlü milletler haline gelmelerini vatanseverlik sağlamıştır. Avrupa’nın
- Osmanlı gözlemcileri, bu düşüncenin, Osmanlı İmparatorluğunun farklı dini
- ve etnik toplumlarını ana-vatanlarına ve onu yöneten Osmanlı devletine ortak
- bir sadakatle bağlamak için kullanılabileceğini düşünmüşlerdi.
- Vatanseverlik düşüncesi, bu amaç için çeşitli avantajları olan Mısır’da biraz
- daha geç etkili olmuştur. Bölgenin öteki ülkelerine göre Mısır, gerek coğrafya
- gerek de tarih açısından daha sınırlıdır. Mısır, tek bir nehrin vadisi ile deltasından
- oluşuyordu. İslâmlaştırılmış ve Araplaştırılmış olduğu halde, bin yıl süresince
- sahip olduğu bir kimlik ve bölgede eşi görülmeyen bir homojenlik ve
- merkeziyetçilik vardı. Osmanlı sultanlığının sözde egemenliğindeki Mısır’da
- özerk bir devlet kuran Hidiv hanedanının emelleri, ülkenin bu yeni vatanseverlik
- düşüncesini belirlemesine yardım etmişti. Hidivler, ayrı bir milliyet ve devlet
- olarak tanımlanacak, ayrı bir Mısır kimliği düşüncesini yayacak bir ideolojiye
- karşı açık bir ilgi duyuyorlardı. Batılı anlamda bir millet ve ülke olarak XIX.
- yy’ın çok dilli ve çoğulcu Osmanlı İmparatorluğu yerine, Mısır’ı görmek çok
- daha kolaydı. Öte yandan bu kimliğin kabul edilmesi Mısır’da da çok
- yavaş;olmuş ve itirazla karşılaşmıştır. Bugün bile Mısırlılar’ın tamamının tam
- olarak kabul etmiş olduğu söylenemez.
- Yüzyılın ortalamadan sonra, vatanseverliğin ardından çok farklı bir düşünce
- olan milliyetçilik gelmiş ve daha ileri gitmiştir. Batı Avrupa’da vatanseverlik iyi
- hizmet görmüş, bir taraftan ülke ve devlet, öteki taraftan da millet tam olarak
- tanımlanmıştır. Ancak bu durum, Orta ve Doğu Avrupa’daki bölünmüş
- Almanya, Avusturya-Macaristan’ın etnik çeşitliliği ve çarların “milletlerin
- hapishanesi” gibi farklı koşullara uyum sağlayamamıştır. Çünkü vatanseverlik
- bu koşullarda statükonun desteklenmesi anlamına geldiğinden, giderek artan
- sayıdaki kişi açısından kabul edilemez oluyordu. Bu kişilerin günlük
- yaşamlarına, ülke ve statü yerine, dil, kültür ve ortak soydan geliş
- olarak tanımlanan millet düşüncesi daha uygundu. Orta Avrupa milliyetçiliğinin,
- Batı’nın liberal vatanseverliğinden daha anlaşılabilir ve kabul edilebilir olduğu
- Ortadoğu gerçekleri de bu düşünceye daha yakındı.
- Ortadoğu’ya gelen vatanseverlik ve milliyetçilik düşüncelerinin, özgürlükçü
- muhalefet hareketleriyle ilişkisi bulunuyordu. Genellikle vatanseverlik var olan
- siyasi düzeni pekiştirirken, milliyetçilik baltalıyordu. Vatanseverlere göre
- ülkenin bağımsızlığı kabul edilmiş bir gerçekti ve özgürlük ülkede yaşayanların
- durumlarına ilişkindi. Milliyetçilere göre devlet baskıcı, yabancı olabilirdi; ülke
- ve millet yabancı ve bölünmüş bir yönetim altında olabilirdi; hu sapmaların sonu
- ve milli bağımsızlıkla birliğin elde edilmesi, özgürlük demekti.
- ‘ Hıristiyan Avrupa’dan gelen düşüncelere daha açık olan ve kendilerini
- yöneten devletin yabancı bir despot olduğuna daha kolay inanan Müslüman
- olmayan kesim, bu yeni düşüncelerin etkisini ilk hissedenler olmuştu ve bu
- durum yalnızca devletle sınırlı değildi. İmparatorluğun tüm Ortodoks
- Hıristiyanları’nı eski rejim altında birleştiren Rum milleti için de aynı durum söz
- konusuydu. Rum Ortodoks Kilisesi’nin Helen olmayan taraftarları, XIX.yy’da
- üst makamlarının neredeyse tamamı etnik Yunanlılar’ın elinde olan dini
- otoriteden hoşnut değillerdi. İlk önce Balkan halkları, sonra da daha az başarıyla
- Suriye’nin Arapça konuşan Ortodoks Hiristiyanları kendi toplum işlerinde daha
- çok söz hakları ve kendi dini örgütleri olmasını istediler. Rum milletini içten içe
- yıkan, bu yeni milliyetçi eğilimler, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu’nu
- yıkacaktı.
- Batı’dan gelen ani etkilere karşı Osmanlı ve Rus imparatorlukları tarafından
- korunan ve Avrupa’dan daha uzakta bulunan İran’da, Batılı düşüncelerin etkisi
- çok daha zayıf yavaş ve geç olmuştur. Şahlar da sultanlar gibi farklı din ve dilleri
- olan çeşidi azınlıkları yönetiyorlardı ama İran’da bu azınlıklarının rolleri,
- Osmanlı İmparatorluğu’ndakinden çok daha önemsizdi ve varolan toplumsal ve
- siyasi düzen için Osmanlı’da olduğu gibi bir tehdit hiç olmamıştı. Müslüman
- olmayan azınlıkların sayısı Osmanlı İmparatorluğu'ndakine göre daha azdı, bu
- azınlıklar daha az zenginlerdi ve daha çok baskı altında
- bulunuyorlardı. Zerdüştiler ile Museviler kültürel açıdan bütünleşmişlerdi,
- yalnızca Farsça konuşuyorlardı ve kökenleri İslamiyetten önceki çağlara
- dayanıyordu, ancak toplumsal ve hukuki açıdan tecrit edilmişlerdi ve siyasi
- güçleri yoktu. Ermeniler, tek büyük Hıristiyan toplumuydu ve pek çok konuda
- durumları Zerdüşti ve Musevi tebaadan çok daha iyiydi. Ancak onların tersine,
- İranlılar’dan yalnızca dinleriyle değil, sahip oldukları ayn etnik, dil ve kültürel
- kimlikle de ayrılıyorlardı. İran’daki Müslüman olmayan toplulukların kendi
- içlerinde belirli bir özerk düzenleri olsa da, Osmanlı İmparatorluğu’nun
- milletleriyle karşılaştırıldığında bu topluluklar çok önemsizlerdi.
- İlk bakışta, Müslümanların içindeki dini ve etnik azınlıkların daha önemli
- olduğu düşünülebilir. Küçük bir Sünni azınlığı ve yeni Bahai inancının daha
- aktif taraftarlardan oluşan bir azınlık vardı ama Sünniler sessizlerdi, diğerleri de
- sıkı kısıtlamalar altındaydılar. İran nüfusunun yansından çoğu Farsça
- konuşanlardan oluşuyordu, nüfusun geri kalanı da etnik azınlıklardan
- oluşuyordu. Bunlar, kuzeydoğuda Türkmenler, kuzeybatıda Azeriler ve Kültler,
- güneydoğuda Beluciler, güneybatıda Kaşgaylar ve Araplar idi. Pek çoğunun
- dilleri, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının ötesinde, çarların Transkafkasya ve
- Orta Asya sömürgelerinde konuşulan Türki dillerin akrabalarıydı. Ancak
- bu etnik farklılıklar Osmanlılar’dakinden daha az önemliydi. Bu azınlıkların
- tümü Müslüman, çoğunluğu Şii olduğundan, sahip oldukları dini bağlılık ve
- kültürel yakınlık Avrupa’dan gelen yeni milliyetçilik düşüncelerinden çok daha
- güçlüydü.
- Tüm bunlara karşın İran, yine de yeni düşüncelerden milliyetçilik olmasa
- da,vatanseverlik düşüncesini kabul etmeye daha uygundu. Arap dünyasına haline
- gelen Mısır, Kuzey Afrika ve Mezopotamya halklarının tersine İranlılar,
- İslamiyetten önceki geçmişlerinin bilincini korumuşlar ve başarılarıyla gurur
- duyuyorlardı. Geçmişteki anılar, tarihi olmaktan çok efsanevi olduğu halde çok
- canlıydı, sanat ve edebiyatta önemli bir yerleri vardı. Yine Arap dünyasının
- tersine kendi dillerini korumuşlardı. Dillerini yazarken Arap alfabesini
- kullanıyorlardı,Arapça’dan da pek çok sözcük almışlardı ama Farsça,
- Arapça’dan çok farklı bir dildi.
- İranlılar, XVI.yy’da Safevi hanedanının ortaya çıkmasının ardından tek bir
- meşruti hükümdar altında birleşmişlerdi. Onları komşularından ayıran şey Fars
- dili ve kültürü, daha çok da Safeviler’in resmi, sonra da bölgenin hakim dini
- olan Şiilikleriydi. İranlılar’ın Şiilikleri, Sünni komşuları Orta Asya’nın İslam
- devletleri, Afganistan, Hindistan ve Osmanlılar ile sürekli bir çatışma
- yaşamalarına neden oluyordu. İran’a geç gelen vatanseverlik geldiğinde de, Şii
- radikal hareketlerin Batı, modernlik ve laiklik aleyhtarı liderleri tarafından
- sempatiyle karşılanmıştı.
- Seymour’un raporuna göre, 9 Ocak 1853 tarihinde ‘Tüm Rusyalar’ın Çarı”
- St. Petersburg’da İngiliz sefiri Sir George Hamilton Seymour ile bir
- konuşmasında, Osmanlılar için şunları söylemişti: “Elimizde hasta bir adam var
- ve gereken düzenlemeleri yapmadan elimizden kayarsa çok yazık olur.”
- Seymour da hasta adama iyi davranılarak iyileşmesi için yardım edilmesi
- gerektiğini, cerrah yerine bir doktorun gerekli olduğunu söylemişti. Yurt içinde
- ve yurt dışında pek çok doktor bulunuyordu ve bunlar ara sıra anlaşmazlığa
- düşseler de hasta adamı iyileştirmek için bir miktar ilerlemişlerdi. Sakin ve
- sabırlı olarak başarıya ulaşabilirlerdi belki de ama bunun için zamana da,
- sakinliğe de sahip olamadılar.
- 18. BÖLÜM
- SAVAŞLAR
- Osmanlı İmparatorluğu yıkılışına dek geçen yüz yılı aşkın süre içerideki ve
- dışarıdaki düşmanlarıyla savaşmıştır. XVI. yy başlarından itibaren Müslüman
- Ortadoğu’daki güç olmak ve aralarındaki sınırı belirlemek için İran’la yapılan
- savaşların sonuncusu 1821-23 yıllarında olmuştur. Sonucunda sınırlar
- kesinleşmiş ve ortak bir komisyon tarafından çizilmiştir. Netlik kazanmayan
- birkaç sınır çizgisi de, Türkiye ve İran cumhuriyetlerinin doğu sınırı olarak
- sonraki yıllarda belirlenmiştir. Osmanlı ve İran’ın bölgedeki hakim güç olma
- mücadelesi her iki ülkenin de yerlerini dış güçlere bırakmalarıyla sona ermiştir.
- Yaklaşık olarak iki yüzyıl boyunca, bu dış güçlerin bazen bölge içinde, bazen de
- dışında sürdürdükleri rekabet ve mücadele, bölgenin siyasi tarihine hâkim
- olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaptığı zorlu ve uzun süren savaşlar, bu
- rakip dış güçler ve himayelerindeki yerel devletler arasında olmuştur.
- İmparatorluğun içinde bulunan düşmanlarla da çok savaşılmıştır. Bu
- savaşlarda karşılarındaki, kimileri bağımsızlık isteyen milliyetçi gruplar ve tümü
- Hıristiyan olan ve dışarıdan yardım alan gruplar başarı kazanmışlardı. Osmanlı
- paşaları da İmparatorluktaki karışıklıktan yararlanarak valilikleri oldukları
- illerde kendilerine özerk beylikler kurmak isteyerek isyan çıkarmışlardır.
- Mehmed Ali Paşa bunlar arasında en başarılı kişidir ve sözde Osmanlı
- egemenliğini kabul ederek, Mısır’da yan bağımsız bir devlete hükmeden yeni bir
- hanedan kurmuştur. Irak ve Suriye’de, daha küçük ve kısa süreli olarak böyle bir
- özerklige sahip başka paşalar da olmuştur.
- Arap topraklarında yaşayan ama. Arap olmayan bu paşaların çoğunluğu,
- Balkan ya da Kafkas kökenli Türkçe konuşan Osmanlılar’dı. Yalnızca iki alanda
- Arapça konuşan liderler bir tür bölgesel özerkliğe sahip olmuşlardı. Hıristiyan ve
- Dürzi yerel liderlerin bir beylik kurdukları, gelecekteki Büyük
- Lübnan Cumhuriyeti’nin temeli olan Lübnan bunlardan biriydi. Yüzyılın
- ortalarından itibaren, bu beylik ve etrafındaki Osmanlı yönetiminde bulunan
- topraklar bir Arap kültür ve ekonomi rönesansına şahit olmuşlardır.
- Arabistan yarımadası, özellikle de Osmanlılar, İran ve sonra da İngiltere
- arasında tartışmalı durumdaki Körfez bölgesi Arap hareketlerinin diğer alanı
- olmuştur. XVIII.yy’in sonuna doğru bu rekabetlerin yerel ve bölgesel aşiret
- reisleri tarafından kendi lehlerine çevrilmesiyle büyük bir ölçüde özerklik
- kazanmışlardı. 1756 yılında baştaki Sabah ailesinin iktidarı ele aldığı Kuveyt
- (Hintçe kale sözcüğünün Arapça kısaltmasıdır) prensliği bunlardan en
- önemlisidir.
- Vahabilik, Osmanlı devletinin meşruluğuna karşı gelen tek Arap hareketidir.
- Necid’deki bir diri adamı olan Muhammed ibn Abdülvahab, bu hareketin
- kurucusudur ve Hz, Muhammed'in gerçek ve saf İslamiyeti’ne geri dönülmesini
- istemiş,onu çarpıtıp yozlaştıran yanlış ve kör inançlara, kötü uygulamalara ve
- onları destekleyip koruyan rejimlere karşı çıkmıştır.Necid’de Dariye emiri
- Muhammed ibn el-Suud onu destekleyenler arasındaydı. Muhammed ibn
- Abdülvahab taraftarlarına öğretilerini ve ateşli silah kullanmasını öğrettiğini
- anlatan bazı metinler vardır. XVIII. yy ortalarından sonra dinin bu yeni
- savaşçıları ibn Suud’un askeri yeteneğiyle Arabistan'ın büyük bir bölümünü ele
- geçirip Suriye ve Irak sınırlarını bile tehdit ettiler. Dini arındırma çabalan, Hz.
- Muhammed’in ve ondan sonrakilerin zamanındaki İslamiyet’in ortaya çıkışının
- yenilenmesi olarak sunuluyordu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu içinde
- bulunduğu tüm sıkıntılara rağmen, o güçsüz halinde, Vahabi Suudi saldırısını
- kolayca püskürterek Bizans ve Pers büyük imparatorluklarının aksine başarı
- kazandı. VII. yy’da saldıranlar da savunanlar da aynı silahlan kullanmışlardı ve
- XVIII-XIX yy’da ise Osmanlılar’ın topları vardı.
- Osmanlı ordularının isyancı Bedevilerin üstesinden gelebilecek olan güçleri,
- Avrupalılar’ı kovacak kadar güçlü değildi. Dış güçlerin iç isyanlara karışmaları
- da dış savaşlara yol açmıştı. Diğer dış savaşların nedenleri yabancı devletlerin
- arasındaki rekabetti. Rusya ile 1808-1876 yılları arasında dört defa
- savaşan Osmanlılar, tümünde de toprak kaybetmiştir. Batılılar’ın müdahalesiyle
- Ruslar kazandıklarının bir bölümünden vazgeçmeselerdi Osmanlı’nın
- mağlubiyeti çok daha kötü olurdu.
- Bu müdahaleler, Osmanlı gerilemesinin, diplomatlarca “Doğu Sorunu”
- olarak adlandırılan duruma gelmesi gibi önemli bir değişikliği göstermektedir.
- Dolayısıyla imparatorluğun ayakta kalması yalnızca Osmanlı ordularının başarılı
- olamayan inatçı savunmalarıyla değil, bu yeni müdahalelere bağlı olarak
- da gerçekleşmiştir. Avrupa devletleri, Rusların yayılmasından endişe duyuyordu.
- Diğer taraftan da Osmanlı devleti bu rakipleri tanıyıp elde ettikleri fırsatlardan
- faydalanma olanağı kazanıyordu.
- Osmanlılar 1699 yılında, Viyana’dan ikinci ve son kez çekildiklerinde, bir
- yenilginin ardından imzaladıkları ilk antlaşmayla ülkelerinin, Avusturya’nın
- ilerlemesinden duyduğu endişeleri taşıyan İstanbul’daki İngiliz ve Hollanda
- sefirlerinin düşüncelerinden ve yardımlarından yararlanmışlardı. XIX. yüzyıl
- süresince diplomatik müdahale kadar, askeri müdahale de olağan durumdaydı.
- Fransız! ada karşı İngilizler, devrim ve Napolyon savaşları sırasında, daha sonra
- da Ruslar’a karşı Fransızlar, Türkler’e yardım etmişlerdi. Prusyalı bir ara bulucu,
- 1829 yılında zafer kazanmış Rusları şartlarını yumuşatmaya ikna etmişti,
- Osmanlı müttefikleri olarak İngiltere ile Fransa, Kırım Savaşı’nda Rusya’ya
- karşı omuz omuza savaşmışlardı. İngiliz diplomatik müdahalesi ile 1878 yılında
- Osmanlı askeri yenilgisinin siyasi sonuçlan daha ılımlı hale getirilerek,
- imparatorluğun yıkılışı bir sonraki yüzyıla ertelenmişti. Bu sırada da, hasta
- adamın mirasından bir ön pay alan Batılı müttefikler, Osmanlı eyaletlerini
- doğrudan yönetmek yerine daha uzak topraklardaki yerel yönetimleri ele
- geçirmişlerdi.
- İranlılar da XIX.yy’da ve XX.yy başlarında, Osmanlılarla aynı tehditlerle
- karşı karşıya kalmışlardı ve işleri çok daha kolay olsa da, tehlikeliydi. Kısa bir
- süreliğine de olsa îranlılar da, Napolyon’un şaha yardım için, kuzeyde Ruslar’a
- kaptırılan toprakları geri almak ve güneyde Hindistan’da İngilizîer’e
- saldırmak üzere 1806-1807 yıllarında Tahran’a bir heyet göndermesiyle, Avrupa
- mücadelesine karışmış oldular. Fransızlar’ın bu ilgileri,Tilsit’te 1807 yılında
- imzalanan Fransız-Rus barışının ardından yok oldu. İngilizler ile Ruslar
- oldukları yerlerde kaldılar. İran tarihi bir yüzyılı aşkın bir süre Asya’daki en
- büyük iki Avrupa imparatorluğunun rekabeti altında geçti.
- Rusya, yerel hükümdarların ve şahın aleyhinde elde ettikleri topraklarla önce
- Hazar Denizi’nin batısında, sonra da doğusunda, İran'ın kuzey komşusu oldu.
- Hindistan’da güçlenen yönetimiyle de İngiltere, İran’ın güneydoğu sınırına koşu
- oldu ve etkinliklerini de daha ötelere götürdü. Rus birliklerinin güneye doğru
- ilerlemesiyle Tahran’da Rus etkisinin artması sonucunda bu ilerlemeyi
- imparatorluk çıkarlarına bir tehdit olarak gören İngilizler, Rus yayılmasını
- durdurmak üzere kendi yayılmalarını genişletmeye çalıştılar.
- Fransızlar çekildi. Almanlar da I.Dünya Savaşı’nda müttefikleri olana kadar
- Osmanlı topraklarında görülmediler. O zamana kadar Osmanlılar’ın aksine
- İranlılar, güneyde İngiltere ve kuzeyde Rusya olmak üzere yalnızca iki
- imparatorluk devletiyle karşı karşıya kaldılar.
- Bazı açılardan İranlılar’ın durumları Osmanlılar’dan daha iyiydi. Özellikle
- de Ermenistan topraklarını Ruslar ele geçirdikten sonra, dini azınlıkları artık
- önemli olmayacak derecede azalması ve daima İran devletine boyun eğmemiş
- olan etnik azınlıkların da yeni bir devlet yaratmak ya da başka bir devletle
- birleşmek istemekten vazgeçmesi, İran açısından oldukça büyük avantajlardı.
- Şahlar, silahlı kuvvetlerini, zorunlu olarak yönetim ve eğitimlerini
- modernleştirmek ve merkezileştirmek; iletişim alanında modem bir altyapı
- kurmak ya da başkalarının kurmasına izin vermek; asgari ölçüde gereken Batı
- teknik ve yöntemlerini benimsemek ve kendilerine uydurmak, bunu yaparken de
- rakip imparatorluk güçlerini birbirlerine düşürerek bağımsızlıklarını korumak
- gibi bazı politikalarında Osmanlı sultanlarını örnek almışlardı.
- Ne var ki, İranlılar gerek iç, gerek de dış politikalarda Osmanlılar’dan daha
- az başarı elde etmişlerdir. İranlılar’ın askeri ve sivil reformları daha az ayrıntılı
- olmuştur. Merkezileştirme önlemleri bölge ve aşiret tavırlarıyla gecikmiş, kimi
- zaman da engellenmiştir. Dolayısıyla da rakip imparatorlukların ilerlemelerini
- engelleme amaçlarına ulaşamamışlardı.
- Rus baskısı genellikle askeri olmuştu, Rus fetih ve ilhak aşamaları da
- antlaşmalarla yasallaştırılmıştı. İngiltere, anlaşma ve ödünlerle belirlenmiş daha
- çok ekonomik ve diplomatik bir nüfuz elde etmişti. Ancak her iki devlet de
- birbirlerinin yöntemlerini gözardı etmemişlerdi. Kimi zaman İngiltere İran’a
- isteklerini yaptırtmak için Hindistan’dan İngiliz askerleri getirtiyordu. Rus iş
- adamları ve diplomadan da Rus etkinliklerini artırmaya çabalıyorlardı. İngilizler,
- İran’da 1864 yılında Hindistan’la iletişim hattının bir parçası olarak ilk telgraf
- sistemini kurdular. 1872 yılında da bir İngiliz şirketine Reuter İmtiyazı ile
- İran’ın maden kaynaklarını geliştirme, telgraf hattı ve bir banka kurma ve
- demiryolu inşa etme hakları verildi. Karşılık olarak İran gümrük gelirleri
- gösterildi ama İran hükümeti bu imtiyazı, hem şiddetli Rus muhalefeti hem de
- pratik zorluklar yüzünden iptal etti.
- Ruslar’ın bir başarısı da 1879’da Rus eğitimi almış, Rus silahlarıyla
- donanmış ve kısmen Rus subayları emrindeki Kazak Tugayı’nın sözde şahın
- muhafızları olarak kurulmasıdır. Ruslar’ın Orta Asya'da ilerlemeleri Kuzey
- İran’daki güçlerini sağlamlaştırarak güneye doğru ilerlemelerinde bir üs
- olmuştur. İngilizler’e 1901’de verilen petrol imtiyazı Ruslar’ın ilerlemesinde ve
- başarısında tek önemli istisnadır.
- 1905’te yalnızca İran’la sınırlı kalmayan tüm bölgede önemli olan bir
- değişiklik gerçekleşti. Rus-Japon Savaşı’nda Rusya'nın ağır bir şekilde
- yenilmesi, Avrupalı bir imparatorluk devletinin bir Asya milleti karşısındaki ilk
- yenilgisi olmuştur. Bu yenilgi Rusya’da önemli sorunlara neden oldu, 1905
- yılının Ekim ayında temsili ve parlamenter hükümeti öngören bir anayasa
- yapılması gerekti. İran dersini almıştı, çarların despotluğu yenilgiye uğramıştı.
- 1889 yılında kendileri bir anayasa yapan Japonlar zaferi kazanmışlardı. Bu
- örneği izleyen Ruslar da liberal demokrasinin gücünü ve etkinliğini
- gösteriyorlardı.
- 1905 yılının Aralık ayında İran anayasal devrimi başladı. Mücadelelerden
- sonra, ilk Meclis 1906 yılı Ekim ayında, Tahran’da toplandı ve şahın imzaladığı
- anayasayı hazırladı. Bu sırada uluslararası durumda İran aleyhine değişiklikler
- oldu. Rusya ile İngiltere, Almanya’nın güçlenmesinden korktukları için, 1907
- yılının Ağustos ayında İran’ı kuzeyde Rus, güneyde İngiliz etki alanına alacak
- ve ortada iki devlete açık bir kuşak oluşturacak bir anlaşma yaptılar. Bunun
- sonrasında İran, şah ile meclis, gericiler ile liberaller ve Rus ile İngiliz çıkarları
- arasında bir mücadele dönemine girdi. Savaş 1914 yılında başladığında Ruslar
- da Kuzey İran’ı işgale başladılar.
- Daha iyi koşullarda başlayan Osmanlı 1908 anayasa devrimi, yeni bir çağın
- başlangıcım müjdeliyordu. Sultan Abdülhamid’in despotluğuna son verilmiş,
- otuz yıl önce rafa kaldırılmış olan anayasa tekrar yürürlüğe girmiş ve özgür
- seçimler ilan edilmişti. Birbirleriyle kucaklaşan Türkler, Ermeniler,
- Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler, yeni bir kardeşlik ve özgürlük çağının
- başladığını müjdeliyorlardı. Türk tarihçisinin 1940 yılında yayınlanan bir
- kitabında bu devrimle ilgili şöyle denilmiştir: “Dünyada bunun gibi umut verici
- ve yine bunun gibi umutların bu kadar çabuk boşa çıktığı çok az hareket
- olmuştur.”
- 1
- Jöntürk Devrimi’ni ileriye doğru önemli bir adım olarak gören Osmanlı
- Hıristiyanları ile Avrupa devletleri, onun kendi planlarına müdahale etmesine
- izin vermediler ve tam tersine, kaçırılmayacak bir fırsat olarak gördüler.
- Avusturya-Macaristan, Bosna ve Hersek! ilhak etti. Bulgaristan bağımsızlığını
- ilan etti. 1896 Yunan-Türk Savaşı’nın ardından imparatorlukta özerk statü
- verilmiş olan Girit de Yunanistan’la birleştiğini ilan etti. 1909 yılında karşı
- devrimci bir isyan kanlı bir çarpışmayla bastırıldı.
- İtalyanlar’ın Trablus’a saldırmasıyla 1911 yılının Eylül ayında yeni bir
- savaşlar dizisi başladı. Bu sırada Mısır’dan Fas’a kadar bütün Kuzey Afrika
- kıyıları İngiliz ya da Fransız denetimin-deydi, yalnızca iki Osmanlı sancağı olan
- Trablusgarp ve Bingazi kalmıştı. İmparatorluk oyununa daha sonra dahil olup
- hasta adamın topraklarında bir köprübaşı tutmak isteyen İtalya, Avrupa
- devletlerinden izin alarak bir kara ve deniz harekâtı başlattı. Ancak Kuzey
- Afrika’da beklenmedik derecede güçlü bir Osmanlı direnişi ve yerel direnişle
- karşılaştı. Ne var ki, aynı yılın. Ekim ayında daha yakın yeni bir tehditle
- karşılaşan Osmanlılar bu direnişe son vermek zorunda kaldılar
- 18 Ekim 1912 tarihinde başlayan I. Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913 tarihinde
- son buldu. Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan gibi Balkanlı müttefikler
- Osmanlılar’dan büyük topraklar elde ettiler. Arnavutluk da bağımsız devletler
- arasına girdi. 1913 yılının Haziran ve Temmuz aylarında yapılan II. Balkan
- Savaşı’nda Osmanlılar kaybettikleri toprakların bir bölümünü ve özellikle Meriç
- ırmağına dek Edirne’yi geri alma şansını elde ettiler ve burası da bugünkü
- Türkiye’nin Avrupa’daki sınırı oldu.
- Tüm bu zorluklara karşı büyük umutlarla kurulan Jöntürkler demokrasisi
- sarsıldı ve 1913 yılının Ocak ayındaki bir darbeyle askeri bir diktatörlük başa
- geçti. Sonraki yıl, Jöntürkler Merkezi Devletler tarafında bir dünya savaşına
- katıldılar ve Osmanlılar bu ölümüne savaşta geleneksel dostları ile düşmanlarını
- karşılarında ittifak halinde buldular.
- Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük devletler arasında yer alarak, büyük bir
- devlet olarak yaptığı son savaş Birinci Dünya Savaşı idi. İki Alman
- kruvazörünün eşliğindeki Türk savaş gemileri tarafından, 1914 yılının Ekim ayı
- sonunda Ruslar’ın Odessa, Sivastopol ve Theodosia limanları bombardımana
- tutuldu. Halife sultan tarafından ona ve müttefiklerine karşı savaş açan herkese
- cihad ilan edildi. İngiltere, Fransa ve Rusya başlıca üç müttefikti ve Kuzey
- Afrika, Orta Asya ve Hindistan’da çok büyük Müslüman nüfusları bulunuyordu.
- Türkler ve Alman müttefikleri, bu Müslüman halkların cihad çağrısına karşılık
- efendilerine başkaldıracaklarını düşünmüşlerse de bu olmamıştır. Osmanlılar
- doğu ve güney sınırlarında imparatorluk Rusyası ve İmparatorluk İngilteresi'nin
- güçleriyle karşı karşıya kaldılar.
- Türkler savaşın başlarında başarılı oldular ve 1914 yılının Aralık ayında
- Doğu Anadolu’da saldırıya geçtiler. 1878 yılında Rusya’ya bağlanan Kars’ı ve
- bir süreliğine yine Ruslar’dan İran'ın Tebriz şehrini aldılar. 1915 yılı başında,
- Osmanlı birlikleri Filistin’den Sina çölüne girdiler ve İngiliz işgalindeki
- Mısır’da Süveyş Kanalı’na saldırdılar.
- Osmanlıların bu başarıları kısa sürdü. Doğuda Ruslar büyük bir güçle karşı
- saldırıya geçtiler ve yerel halkın da yardımıyla girdikleri Van’a bir süreliğine
- hâkim oldular. Türkler tarafından Süveyş Kanalı’na düzenlenen saldırılan, o
- sırada Hindistan’dan Basra Körfezi’ne bir birlik gönderen İngilizler püskürttü.
- 22 Kasım 1914 tarihinde bir Osmanlı limanı olan Basra bir İngiliz birliğince
- işgal edildi. Öncelikli amacı İran’dan gelen petrol boru halimi korumak olan
- İngilizler, bu ilk başarılarından sonra daha büyük planlar yapmaya başladılar ve
- 1915 yılında Dicle ve Fırat nehirlerinde bazı yerleri ele geçirerek kuzeye,
- Bağdat’a doğru ilerlediler.
- Osmanlılar da bu sırada başkentlerinin çok yakınında daha tehlikeli bir
- saldırıyla karşılaşmışlardı. 1915 yılının Şubat ayında Çanakkale bölgesinde bir
- deniz harekâtı başlatan İngilizler Limni adasını işgal edip orayı bir üs haline
- getirdiler. Boğazlar’daki Osmanlı savunma hatlarını yarmayı ve Karadeniz’de
- Ruslarla birleşmeyi amaçlayan İngiliz ve Avustralya birlikleri ilkbahar ve yaz
- süresince Gelibolu yarımadasına çıkartma yaptılar. Ancak 1915 sonu ve 1916
- başmda işleri yolunda giden Osmanlılar, Ruslar’ı Van’dan çıkarıp, İngilizler! de
- Irak’ta yendiler. Sonra da Süveyş Kanalı’na ikinci bir saldırıya giriştiler. 1916
- başındaki büyük bir savaşta ağır kayıplar veren İngiliz ve Avustralyalılar
- Gelibolu’dan çekilerek Boğazlardan geçme girişiminden vazgeçtiler. Ancak
- sonuçta müttefiklerin üstün gücü galip oldu. 1917 Rus Devrimi’nden sonra
- Doğu’daki baskı azalmış olsa da, güneyden gelen İngilizler’i durdurmak
- mümkün olmadı.
- Osmanlı İmparatorluğu halkının büyük bölümü, tüm bu mücadele ve
- karışıklık ortamında, etnik ve dini kimliklerini gözardı ederek, devlete
- bağlılıklarını korumuşlardır. Yalnızca Anadolu’daki Ermeniler ve Hicaz’daki
- Araplar arasında bu durumun istisnaları olmuştur. Ermeniler ve Araplar’ın da
- çoğunluğu kanunlara karşı gelmeyen, barışçı insanlardı ve erkekleri sultanın
- ordularında hizmet ediyorlardı. Ancak bu iki grubun bazı milliyetçi liderleri,
- savaşı Osmanlı yönetiminden kurtulup milli bağımsızlığı elde etme fırsatı olarak
- görüyorlardı. Bunun sultanın düşmanları olan Avrupalı devletlerin yardımıyla
- olacağı açıktı. Ruslar 1914 yılında dört ve 1915 yılında beş büyük Ermeni
- gönüllü birliği kurdular. Başlangıçta Rus Ermenistanı’ndan olan bu birliklerde
- aralarında asker kaçağı ve tanınmış kişiler olan Osmanlı Ermenileri de
- bulunuyordu. Osmanlı parlamentosunun eski bir Ermeni üyesi birliklerden
- birinin komutanıydı. Ülkedeki çeşitli bölgelerde Ermeni gerilla çeteleri faaliyete
- başladılar ve Ermeni halkı Anadolu’da Van ve Kilikya’da Zeytun şehirleri başta
- olmak üzere ayaklandı.
- 1915 yılı ilkbaharında Ermeni isyancılar Van’ın denetimini ele geçirdikleri
- sırada, İngilizler Çanakkale’ye girmişler, Ruslar da doğudan saldırıyorlardı.
- Diğer bir İngiliz birliği de Bağdat’a doğru ilerliyordu. Osmanlı hükümetince,
- Anadolu Ermeni nüfusunun sürülmesine ve başka yerlerde iskânına karar
- verildi. Bölgede buna benzer sert uygulamalar daha önceki çağlarda da olmuştur.
- Katolikler, Protestanlar, demiryolu işçileri ve silahlı kuvvetlerdeki bazı Ermeni
- grupları ve aileleri bu sürgünün dışında tutuldular. Anadolu'daki Ermeniler’in
- çoğunluğu ve tehlikeli bölgelerle şüpheli grupların dışındakiler bile, sürgüne ve
- onun ölümcül sonuçlarına dahil edildiler.
- Sürgünlerde büyük zorluklar yaşandı. Savaş halindeki imparatorlukta insan
- gücü eksik olduğundan, yeterli asker ve jandarma bulunmadığı için yerel halktan
- seçilen gruplara sürgünlere eşlik etme görevi verildi. Sayıları kesin olmamakla
- birlikte yüz binlerce Ermeni’nin açlık, yorgunluk, hastalık ve hava koşulları
- nedeniyle öldüğü bilinmektedir. Yerel aşiretler ya da köylüler, kendilerine eşlik
- etmek için para almayan, açlık çeken ve disiplinsiz muhafızlarla işbirliği yapan
- köylüler ve muhafızlar tarafından da çok. sayıda Ermeni öldürülmüştür.
- Bu aşırılıkları engellemek için Osmanlı merkezi hükümetinin bazı çabaları
- olmuştur. Arşivlerde yüksek Osmanlı makamlarının Ermeniler’e karşı şiddetin
- cezalandırılması ve engellenmesi için telgrafları ve sürgünlerde işlenen
- suçlardan yargılanan ve hüküm giyen, kimileri de ölüm cezasına alan bin dört
- yüz kadar askeri mahkeme kaydı bulunmaktadır. Ancak tüm bu çabaların etkisi
- kısıtlı olmuş, Ermenilerle bir zamanki barışçı komşuları arasında yıllardır biriken
- etnik ve dini anlaşmazlıklar yüzünden durum daha kötü bir hal almıştı. İstanbul
- ve İzmir, sürgünden bağışık tutulurken, çoğunluk Osmanlı Suriye ve
- Mezopotamyası’na sürülmüştür.
- Osmanlı yönetimine karşı Arap isyanı daha iyi planlama, zamanlama ve
- destekle yapılmıştı. Ermeniler Müslüman çoğunluk arasında Türkiye’nin
- ortasında yaşarlarken, Arap isyanı yarı özerk Hicaz eyaletinde başlamıştı.
- Burada neredeyse tamamı Müslüman olan Araplar vardı. İslamiyet’in en kutsal
- iki yeri olan Mekke ile Medine buradaydı ve bir Arap hükümdarı olan Şerif
- Hüseyin baştaydı. Bölge Osmanlı güç merkezlerinden uzakta ve Mısır’daki
- İngilizler’e yakındı. Arap isyancıların İngilizler’e sunacakları faydalı şeyler
- vardı. Şerif, gizli ve uzun görüşmelerin ardından 1917 yılında Hicaz’ın
- bağımsızlığını ve sonra da kendini. “Araplar’ın Kralı” olarak ilan etti. Bunları
- destekleyen İngiliz hükümeti, daha önce de Hüseyin’e yazdıkları mektuplarda
- çok açık olmasa da bir Arap bağımsızlığından söz etmişti.
- Müslüman tebaaları üzerindeki otoritelerini sürdürmek isteyen İngiliz ve
- Fransızlar için birkaç bin Bedevi başıbozuk, düzenli ve büyük ordular içinde
- askeri önemi taşımıyordu ama Türkler’e karşı savaşan Arap ordusu ve kutsal
- yerlerin koruyucusunun Osmanlı sultanına ve sözde cihadına karşı çıkması çok
- önemliydi. Arap isyanının zamanlaması, Osmanlı ordularının Arap
- eyaletlerinden çekilmesine rastlamıştı. Araplar’ın seçtikleri koruyuculardan yana
- daha şanslı olmaları belki de en önemlisiydi. Ruslar’ın yaptığı gibi, İngilizler
- kendi ülkelerinde bir devrimle uğraşmıyorlardı ve askeri destek
- verebilirlerdi. Siyasi vaatlerinin tutulması farklı bir konu olsa da, en azından
- Arap isyancıları Osmanlı misillemesinden kurtarmışlardı.
- 1916 yılı sonunda İngiliz birlikleri, Mısır’dan Osmanlı Filistini’ne doğru
- ilerlerken, bir diğer İngiliz birliği de Irak’a çıkarak kuzeye doğru ilerlemeyi
- sürdürdü. İngiliz güçleri 1917 yılı ilkbaharında Bağdat’ı ve Filistin’de Gazze’yi
- aldılar. 1917 yılı Aralık ayında Kudüs’ü, 1918 yılı Ekim ayında da Şam’ı ele
- geçirdiler. 29 Ekim 1918 tarihinde, üç günlük ön görüşmenin ardından, bir
- Osmanlı heyeti Limni Adası’nın Mondros limanı açıklarındaki İngiliz
- Âgamemnon zırhlısına gitti ve sonraki gün ateşkes imzalandı.
- I.Dünya Savaşı, ilerleyen Batı karşısında İslam ordularının çekilmeleriyle
- sona erdi ve resmen tarafsız olan İran yabancı askerler tarafından işgal edildi.
- Osmanlı topraklarında, daha önceki Kirim Savaşı gibi, bu sonuncu savaş da
- Avrupa ile yakınlaşmayı yoğunlaştırarak yaşanacak değişimleri hızlandırdı.
- Kırım Savaşı’nın tersine, savaştan yenilgiyle çıkılmış, Arap topraklan İngiliz ve
- Fransızlar’a bırakılmıştı. Türkler, zafer kazanmış devletlere yalnızca Anadolu’da
- meydan okuyarak verdikleri mücadelenin ardından bağımsız Türkiye
- Cumhuriyeti’ni kurdular.
- Avrupa tarihinde 1918-1939 yılları savaşlar arası dönem olarak
- adlandırılmasına karşın, kimilerine göre de bu yıllar, aynı savaşın iki aşaması
- arasındaki uzun bir ateşkes yıllandır. Ancak Ortadoğu açısından her iki açıklama
- da yeterli değildir. Bölge tarihinde bu yılların bir ara dönem ya da bir cerrahi
- müdahale gibi değerlendirilmesi daha anlaşılır olacaktır. Bu dönem, Ortadoğu
- açısından hem iki dünya savaşı hem de onların arasındaki huzursuz banş
- yıllandır.
- Ortadoğu’nun büyük bir kısmında dört yüzyıldan beri süren eski düzenin
- çöküşü, daha doğrusu ortadan kaldırılması bu dönemin başlangıcı olmuştur.
- Osmanlılar kendilerinden öncekilerin çalışmaları üzerine ayakta kalabilen bir
- siyasi yapı ve işleyen bir siyasi düzen kurmuşlardı. Geliştirdikleri oldukça iyi
- anlaşılan siyasi kültürde, yer alan her grup ve birey, durumlarını, sınırlarını,
- güçlerini, en önemlisi de ne alıp vereceklerini ve kimden alıp kime vereceklerini
- çok iyi biliyordu. Osmanlı düzeni zor zamanlarda da’ birçok zorluğa rağmen
- işlemeye devam ediyordu. Hıristiyan tebaasının çoğunluğunun onayını ve
- bağlılığım kaybetmiş olsa da, Müslüman halkın çoğunluğu meşruluğunu kabul
- etmeye devam ediyordu. Osmanlı düzeni son yüz yılı içinde kendine gelmeye v
- düzelmeye başlamıştı ama I.Dünya Savaşı’na girilmesi ve imparatorluğun
- sonunun gelmesiyle bu gelişme kesilmişti.
- XVIII. yy sonunda General Bonapart’ın ordusuyla Mısır’a gitmesi,
- Ortadoğu'daki olayların seyrini etkilemiş ve Avrupalı büyük devletlerin çıkarları,
- eylemleri ve amaçlarıyla kimi zaman krizler çakmıştı. En sonunda Osmanlılar’ın
- çekilmesiyle yerlerine bölgenin hâkimleri olarak Batılı devletler geçince,
- imparatorluk rekabetleri de yeni ve daha doğrudan bir duruma geldi.
- Söz konusu rekabetlerin üç dönemi vardır. İlk dönemde, bölge büyük oranda
- İngilizler ve Fransızlar’ın elindeydi ve ikisi arasındaki mücadele uluslararası
- ilişkilerin başlıca konusunu oluşturuyordu. İkinci dönemde,1930’lar ve
- 1940’lardaki İngiliz-Fransız hakimiyeti önce Faşist İtalya’dan, sonra da Nazi
- Almanyası’ndan yeni tehditlerle karşılaştı. Üçüncü dönemde, yani II.Dünya
- Savaşı'nda Almanlar ve İtalyanlar bertaraf edildiler. Sonrasında da güçlerini
- kaybeden Fransa ve İngiltere hakimiyetlerini de kaybettiler. Bu gelişmelerin
- ardından, yeni bir mücadele daha uzaktaki yabana devletler olan Sovyetler
- Birliği ile Birleşik Devletler arasında başladı.
- Ortadoğu sahnesi I. Dünya Savaşı sona erdikten sonra, savaşın dumanları ve
- diplomasinin sisleri yok olunca, meydana gelmiş olan büyük değişiklikler ortaya
- çıktı. Bazı değişiklikler, Doğu ve Batı Avrupa imparatorluklarının
- hakimiyetindeki insanlara yeni umutlar vermişti. Rusya’daki devrim, sonrasında
- da merkezi otoritenin azalması Orta Asya ve Kafkasya ötesi topraklarda liberal
- milliyetçi Müslüman rejimlerinin kurulmasına neden oldu. Güneyde ise İngiltere
- ve Fransa hakimiyetleri altına giren Arap halklarına önce özerklik, sonra da
- bağımsızlık vaat ediyordu. Kuzey Afrika’da milliyetçi liderlerin 1918 yılı Kasım
- ayında ilan ettiği Trablus cumhuriyeti, İtalya tarafından da bir süreliğine
- tanımıştı.
- Ne var ki, kısa bir süre içinde bu umutlar hayal kırıklığıyla sonuçlandı.
- Kızılordu’nun Orta Asya ve Kafkaslar’daki girişimleri ve Moskova’nın denetimi
- tekrar ele geçirmesiyle bağımsızlık deneyimleri son bulan bu ülkelerin tümü
- Rusya'nın yörüngesine yerleştirildiler. Yerel hükümdarlarını deviren -
- Trablusgarp ve Bingazi’deki İtalyanlar da kendi otoritelerini hâkim kılarak
- İtalyan sömürgeleri oldular ve 1934 yılının Ocak ayında Libya adını aldılar.
- Barış anlaşmaları Güneybatı Asya’da Araplar arasında uyandırılan umutları
- tatmin etmemiş ama boşa da çıkarmamıştı. Verimli Hilal, İngiltere ve Fransa
- tarafından önceki sömürgeler yerine, yeni sınırlan ve adları olan yeni devletlere
- bölündü ve bağımsızlık hazırlıktan için Milletler Cemiyetinden yetki
- alındı. Sonra da yeni devletler kendilerine uygun modellerde rejimler kurdular.
- Önce Mezopotamya, sonra da Irak olarak bilinen doğudaki devlet İngiliz
- Mandası altında Şerif Hüseyin’in oğlu Kral Faysal yönetiminde bir monarşi
- haline geldi. Suriye ve Levant olarak bilinen batıdaki devletin kuzeyi ile ortası
- Fransız Mandası’na, Filistin olarak adlandırılan güneyi de İngiliz
- Mandası’na girdi. Manda altındaki bu iki devlet kendi içlerinde topraklarını
- böldüler. Fransa birçok kez denemesinin sonucunda Lübnan ve Suriye adını alan
- iki cumhuriyet kurdu. Bölgelerini ikiye bölen İngilizler ise, doğuda Şerif
- Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah’ın başına geçtiği Trans-Ürdün adım alan bir
- Arap emirliği kurdu; batıda Filistin adını alan Ürdün’ün yönetimini ellerine
- aldılar.
- Arabistan’da daha-farklı bir durum vardı. Güneybatıdaki İngiliz kolonisi
- Aden ve büyük bölümü İngiliz denetimindeki Basra Körfezi şeyhlikleri hariç
- yarımadanın çoğunluğu bağımsızdı. Vahabi öğretisinin ikinci seferinde daha
- başarılı olması sayesinde Suud Hanedanı’nın başa gelmesi, bu bölgedeki
- en önemli gelişme oldu. 1914’te savaşın başladığı sıralarda hanedanın başında
- olan Abdülaziz ibn Suud Doğu Arabistan’a kadar hâkimiyetini genişletti ve
- Türkler’e karşı ihtiyaç duyduğu yardım için İngilizlerle ilişki kurdu. Savaş
- bitince de fetihlerini sürdürerek Kuzey ve Güney Arabistan’da yeni yerler ele
- geçirdi ve bu ülkelerin hükümdarları sürgüne gönderdi.
- İngiltere’nin Doğu ve Güneydoğu Arabistan’a ilişkisinden haberdar olan
- Abdülaziz ibn Suud, doğuda bululan prensliklere ve şeyhliklere karşı hiçbir şey
- yapmayıp yalnızca iki önemli rakibinin kaldığı Batı ve Güneybatı Arabistan’a
- konsantre oldu. Bu rakipler, Türkler’e karşı olan Arap isyanının kahramanı Şerif
- Hüseyin’in Hicaz Krallığı ile yarımadanın güneybatı köşesindeki Yemen
- İmamlığı idi.
- 1924 yılında ibn Suud, Hicaz’a karşı harekete geçti ve 1925 sonunda
- Medine, Mekke ve Cidde’yi aldı. Kral Hüseyin oğlu Ali’nin başa geçmesi için
- tahttan çekilmişti. Ali ülkeyi terk etti ve ibn Suud 8 Ocak 1926 tarihinde Hicaz
- Kralı ve Necid Sultanı ilan edildi. Krallığın adının Suudi Arabistan olarak
- değiştirildiği 1932 yılının Eylül ayına dek ibn Suud unvanını korudu. Bu
- gelişmelerin ardından barışçı süreç başladı. İbn Suud, İran,Irak, Türkiye ve uzun
- tartışmaların ardından da Ürdün ile dostluk anlaşmaları yaptı.
- 1934 yılında Yemen ile yeni bir savaş patlak verdi. İbn Suud, askeri zafer
- kazanmalarına rağmen, İngilizler’in arabuluculuğuyla barış anlaşması
- imzalamak zorunda kaldı. Sınırlarında bir düzenleme elde ederken, Yemen’in
- bağımsızlığı da korundu.
- Yüzlerce yıldır bölgedeki hakim güç olma mücadelesi veren Osmanlı
- İmparatorluğu ve İran, 1918 sonunda kendi bağımsızlıklarını kaybetme riskiyle
- karşılaşmışlardı. Yenilgiye uğramış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti
- işgal edilmiş, toprakları da zafer kazanmış olan düşmanları ve uyduları arasında
- paylaşılmaya başlanmıştı. İran, sözde tarafsız olduğu halde, çarpışan devletlerin
- savaş alanı haline gelmişti. Almanlar, Türkler, Ruslar ve İngilizler, bağımsız İran
- devletini hiçe sayarak İran-topraklarında faaliyederini sürdürmüşlerdi. Batı’nın
- yükselen gücü karşısında, onlar için de öteki Asya ve Afrika ülkelerinin kaderini
- paylaşmaktan başka kurtuluş yoktu.
- Sonuçta iki ülke de bu kaderlerini farklı şekillerde değiştirebilmişlerdir. Bu
- değişim, 1919 yılında, ileride Atatürk adım alacak olan Türk subayı Mustafa
- Kemal’in Anadolu’daki düşman işgaline karşı başlattığı ve başında bulunduğu
- direniş hareketiyle başladı. Şaşırtıcı zaferlerinin sonucunda işgalcileri kovarak,
- zafer sahibi devletler tarafından padişahın hükümetine zorla kabul ettirilmiş ve
- ağır şartlar getirmiş olan barış antlaşmasını iptal etti. Padişahın hükümeti yeni
- güce katılmayı kabul etmeyince, padişahlığı kaldırarak cumhuriyeti ilan etti.
- Atatürk’ün başında bulunduğu cumhuriyet ile geniş ve kapsamlı bir
- modernleşme ve Müslüman dünyasında benzeri görülmeyen laikleşme süreci
- başladı.
- İran’da da 1919 yılında, İran'ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlığını tanıyan,
- yanı sıra da etkin bir İngiliz üstünlüğü sağlayan İngiliz ve İran anlaşması son
- buldu. Anlaşmayı kanunlaştırmak üzere toplanan İran parlamentosundan onay
- çıkmadı. Rusya’nın Kuzey İran’da Bolşevik kisvesi altında tekrar
- ortaya çıkmasıyla durum daha karmaşık bir hal aldı. İran Kazak Tugayı subayı
- Rıza Han, anarşi döneminin ardından 1921 yılının Şubat ayında iktidarı ele
- geçirerek bir diktatörlük kurdu. 1925 yılında da şahı tahttan indirdi ve kendini
- şah ilan ederek iktidarını güçlendirdi. Sonraları Pehlevi adını alan Rıza Şah’ın,
- hanedanı, İran İslam Devrimi ile yıkılana dek 1979 yılına kadar devam etti. Rıza
- Şah da Atatürk’ün yaptığı gibi modernleşme ve merkezileşme politikası
- uyguladı. Ancak Atatürk’ün yaptığı gibi din ile devlet ilişkisini ayırmayı
- denemedi.
- Ortadoğu’daki yalnızca üç bölgede ayakta kalan bağımsız Müslüman
- devletler olmuştu. Bir süre sağlam görünen İngiliz ve Fransız egemenliğini,
- yalnızca iki devlet arasındaki mücadeleler tehdit etti. Ne var ki, bu devletlerin
- Ortadoğu’da egemenlik kurma istekleri iki dünya savaşı arasında azalmaya
- başlamıştı. Ekonomik olarak güçsüz olmaları ve isteksizlikleri nedeniyle,
- kendilerinden önce imparatorluk kuranların sahip oldukları irade gücüne sahip
- değillerdi.
- Her iki devletin artan kararsızlığı, tebaa halklarında yeni bir isyan ruhunun
- ortaya çıkmasına yol açtı. Yüzyılın başlarında Rusya’yı yenerek anayasal
- demokrasi ile sınai modernleşmenin canlandırıcı özelliklerine sahip olduğunu
- gösteren Japonya’dan sonra, Türkler de galiplerin dayattığı anlaşmalardan
- kurtularak milliyetçiliğin faydalarını görmüşlerdi. Asya ve Afrika’da ilk başarılı
- milliyetçi devrimi kazanan Mustafa Kemal komutasındaki Türk ordularının
- zaferi ve galip müttefiklerin karşısındaki başarıları, Batı karşısında onların
- silahlarıyla zafer kazanmanın yolunu ilk kez gören Müslüman ve diğer halklar
- için yeni bir umut olmuştu. İslami Osmanlı İmparatorluğu’ndan
- sonra, Modernleşen Türkiye Cumhuriyeti de, bir süreliğine İslam dünyasına yol
- göstermiş oldu ama böyle bir niyeti olmayan Atatürk’ün devlet ile dini
- birbirinden ayırarak hukuk ile devleti laikleştirmesi ve de sıklıkla Türkiye’yi
- Avrupa'nın bir parçası haline getirme amacından söz etmesi, başlangıçta onun
- zaferlerini alkışlayan Müslümanların düşmanlığını kazandırdı.
- Arap ülkelerin neredeyse tümünde, yeni efendilere karşı şiddet hareketleri
- baş gösterdi. Doğrudan yönetim gibi basit bir politikanın yürümeyeceği
- anlaşılarak, bunun yerine manda kuran devletler amaçlarına Arap hükümetleri
- eliyle dolaylı olarak ulaşmak istediler. Böylece de onlara bir ölçüde bağımsızlık
- tanıdılar. Bununla birlikte kendilerinin ayrıcalıklı durumlarını ve milli
- topraklarda silahlı kuvvet bulundurma haklarını güvenceye alacak antlaşmalar
- yaptılar.
- Ancak bu politika başarılı olmadı. Mandater devletlerce milliyetçi isteklere
- verilen ödünler çok küçük ve geç ordu. Antlaşmalar aktif siyasi desteği olmayan
- hükümetler tarafından ya da ortak bir dış tehdide karşı yapıldı. Habeşistan’ın
- İtalya tarafından istila edilmesi, İngiltere ve Mısır’ı tehdit etmeye başladığında
- 1936 yılında yapılan İngiliz ve Mısır Antlaşması da böyle bir antlaşmaydı.
- Bir takım milliyetçi hareketlerle Araplar’ın' hayal kırıklıkları kendini
- gösterdi. Mücadeleleri uzun, zorlu ve en azından siyasi amaçlarına
- ulaşmalarında başarılı olmuştu. Kısa bir süre sonra Mısır ile Irak resmen
- bağımsız oldular, birindeki himaye, diğerindeki manda rejimi son buldu. Öte
- yandan, Irak’ta Kraliyet Hava Kuvvetleri üsleri ve Mısır’da kanal bölgesinde ile
- diğer yerlerde askeri üslerle İngiliz varlığı sürdü. Yabancı güçlerin çekilmesi ve
- eşit olmayan antlaşmaların iptal edilmesi konusunda resmi bağımsızlığı gerçek
- bağımsızlığa dönüştürecek milliyetçi çabalar devam etti.
- Manda sistemi, Levant devletlerinde daha uzun süre devam etti. Fransızlar,
- Suriye ve Lübnan’da kalırken, İngilizler de, Ürdün emirine biraz daha fazla
- özerklik vererek Filistin'de doğrudan yönetimi sürdürdüler.İki bölgede de
- durumu karmaşık hale getiren şeyler vardı. . Lübnan, Osmanlı
- İmparatorluğu’nun Asya’daki kalıntıları üzerinde kurulan yeni Ortadoğu
- devletleri arasında özel bir konuma sahipti. Lübnan ötekilerin tersine, yeni
- kurulmuş bir devlet değildi ve Osmanlı hakimiyetindeki yüzlerce yıl,
- genellikle büyük zorluklarla yerleşen ayn bir özerklik geleneğine
- sahipti. Fransızlar, dağ ve çevresindeki özgün Lübnan topraklarına ekledikleri
- bölgelerle “Büyük Lübnan’ı kurmuşlardı. Bu ana bölgede genellikle Sünni
- olmayan Müslümanlar ve Hıristiyanlar” yaşardı ve bu bölge uzun zamandır
- Osmanlı dünyasında sosyal, entelektüel ve bir ölçüde siyasi bağımsızlığın
- sığınağı durumundaydı. Hıristiyan çiftçiler, Beyrut’un kuzeyindeki bölgelerde o
- zaman tüm Ortadoğu’da tek bağımsız toprak sahipleri toplumunu
- oluşturmuşlardı. XIX.yy’da da gelişen Hıristiyan burjuvazisi Beyrut şehri ve
- limanı etrafında yerleşmişti. Yetenek ve enerjileriyle Arap canlanmasına çok
- önemli entelektüel, siyasi ve ekonomik katkılan olmuştu. Tekrar canlanan
- Müslüman milliyetçiliği, Hıristiyanlar’ın etkisini önemli derecede azaltmasına
- rağmen, Lübnan bir süre daha Arap dünyasındaki kültürel ve dini çoğulculukla
- siyasi ve ekonomik özgürlüğün tek merkezi olarak benzeri olmayan görevini
- sürdürmüştür.
- Arap-İslam dünyasının tek istisnası olan Lübnan’daki Hıristiyan kalesinden
- başka, güneyde daha önemli bir istisna ortaya çıkmaya başlıyordu. Antik
- çağlardan itibaren Filistin’de bulunan Museviler, Roma döneminin sonu
- geldiğinde artık nüfusun çoğunluğu durumunda değillerdi. Musevi nüfus, göçler
- ve dini esinlenmelerle desteklenmeye çalışılıyordu. XIX.yy’ın son çeyreğinde
- Doğu Avrupa’dan gelen genç Museviler durumu değiştirdiler. Bu Museviler,
- önce Avrupa, sonra da Ortadoğu’da reddedilişlerine ve gördükleri zulme karşı
- gelişen ve bir ölçüde Musevi dini geleneğinden, bir ölçüde de yeni
- milliyetçi akımlarının Musevi biçiminden doğan Siyonist akımın öncüleriydi.
- Gelecekte bu akımı devam ettirenlerin kurdukları yerleşim birimleri İsrail devleti
- olacaktı.
- Gençlerin ve yaşlıların oluşturduğu Musevi toplumu Birinci Dünya Savaşı
- sonunda epeyce büyümüştü. Siyonist girişimi, 1917 yılının Kasım ayında
- Balfour Deklarasyonuyla İngiliz hükümeti tarafından resmen tanındı.
- “Museviler’in milli vatanının kurulması” projesine devlet desteği vaat edildi ve
- bu konudaki hükümler İngiltere’nin Filistin’i yönettiği Milletler Cemiyeti
- mandasına geçirildi. Araplar’ın İngiliz mandasına ve Musevi varlığına-karşı
- mücadeleleri bu vaadin verilmesi ve gerçekleştirilmesiyle özel konuma geldi.
- 1930’lardan sonra Ortadoğu’daki Batı’nın hâkimiyetinde yeni bir tehdit
- ortaya çıktı. Bu tehdidin kaynağı isyan eden halk değil, imparatorluk gücünün
- iki yeni rakibi Faşist İtalya ile Nazi Almanya idi.
- 1930’larda bölgede liberal ve anayasal kurumların bir dönem sahip oldukları
- çekicilik etkisini yitirmeye başladı. Aslında bunların iyi işlememesi şaşırtıcı
- değildi. Çünkü bu kurumlar, küçük bir Batılılaşmış seçkinler grubu olarak
- kalmışlar ve toplumda bir bütün olarak gerçek bir destek bulamamışlardı. Ayrıca
- gerek kavram olarak gerekse de görünüşte hiçbir etkileri yoktu. Geçmişi
- canlandıramadıkları gibi, günün gereklerine de yanıt olamıyorlar ve geleceğe
- dair bir umut veremiyorlardı. Daha kötüsü de, artık çok sayıda Arap tarafından
- Batı Avrupa’daki nefret edilen imparatorluk güçleri gibi görülüyorlardı.
- Farklı bir alternatif sunan İtalya ile Almanya, yakın bir geçmişte birçok
- küçük devleti zorla özgürleştirip birleştirerek birlik sağlamışlardı. Onlar,
- durumlarının ve çözümlerinin benzer koşullarda olduğunu düşünenlerin liderleri
- için fesin kaynağı ve örnek olmuşlardı. En önemlisi de, siyasi, stratejik ve
- ideolojik olarak İngiltere, Fransa ve Filistin’de artmaya devam eden Musevi
- varlığının hasımları olmalarıydı.
- Hitler başa geçtikten sonra, 1933 yılında İngilizlerin Kudüs Müftüsü olarak
- atadıkları Hacı Emin el-Hüseyni, Alman konsolosuna desteğini bildirmiş ve
- yardım teklifinde bulunmuştu. Hacı Emin el-Hüseyni, İngilizler ve Musevilerle
- yıllarca süren mücadeleden sonra Filistin’den ayrılarak Beyrut, Bağdat
- ve Tahran’a gittikten sonra 1941 yılında Berlin’e ulaştı. 1941 yılının Nişan
- ayında Raşid Ali el-Geylani adlı Iraklı bir siyasetçinin askerin de desteğini
- alarak iktidarı ele geçirerek Mihver ülkeler yanlısı bir rejim kurduğu Bağdat,
- müftünün en önemli durağı olmuştu. Vichy hükümetihin denetiminde bulunan
- Suriye’den az da olsa yardım almıştı ama Mihver güçlerinin kurtaramayacağı
- uzaklıkta olduğu için rejimi Ingilizler ve İngiliz yönetimindeki birliklerce
- devrilmişti. Raşid Ali rejimine destek amacıyla Suriye’de, gelecekte Baas partisi
- olacak ve rakip kollan Suriye’yi de Irak’ı da yönetecek olan bir komite kuruldu.
- Raşid Ali kaçarak Berlin’de Kudüs Müftüsü ile buluştu. Savaş yıllarında
- Mihver devletlerine destekleri ya da onlara sempatileri olan bazı kişiler ileride
- ünlü kişiler olmuşlardır. Nasır, Almanya’ya sempatisini ve Alman yenilgisiyle
- yaşadığı hayal kırıklığını ifade etmiştir. Enver Sedat, Almanya için gönüllü
- casusluk yaptığım belirtmiştir. Raşid Ali bile Saddam Hüseyin’in Irağı’nda
- kahraman olarak görülmüştür.
- Nazi davasına göre aşağı ırktan bir halka Nazi ırkçılığı çekici gelemezdi.
- Nazi propagandası Sami ırkı aleyhtarlığı yerine, Musevi aleyhtarı olduğu için
- destek görebilirdi. Öte yandan Museviler, Almanya’da Naziler ve başka yerlerde
- onların taklitçilerinin zulümleri yüzünden Filistin’e göçmek zorunda kalıyor ve
- orada Musevi toplumu güçleniyordu. Naziler yalnızca bu göçe neden olmakla
- kalmadılar, îngilizler Araplar’ın iyi-niyetini kazanabilmek için Filistin’e girişte
- sınırlamalar getirirken, Naziler savaş başlayana dek bunu teşvik edip
- kolaylaştırmışlardı. Yine de çok sayıda Arap, Museviler’i Filistin’den
- uzak tutmaya çalışan îngilizler yerine, onları oraya gönderen Almanlar’ ı
- tutmuşlardır.
- Mihver devletleri olanlardan farklı şekillerde fayda sağlamaya uğraştılar. İlk
- önce Faşist İtalya, sonra da Nazi Almanya Arap dünyasındaki geniş çaplı
- propagandalarıyla siyasi düşünür ve eylemci yeni nesili etkilediler. Özellikle de
- Naziler, Museviler’e karşı nefreti körükleyerek kendilerinin yarattıkları sorunu
- sömürmeyi- başardılar.
- Mihverlere dönüş aslında bir tür önlemdi. Savaşın" başlangıcında, özellikle
- de 1940-194l’de, Fransa’nın düşmesiyle Rusya’nın işgali arasında İngiltere tek
- başınayken Mihver zaferi-kaçınılmaz görünüyordu. Artık Ortadoğu’da
- başlarındaki imparatorluk devletlerine bağlılık ve sadakat duyan kişi sayısı çok
- azalmıştı. Irak’ın Nuri Said’i, Mısır’ın Nahas Paşası ve Arabistan’ın ibn Suud’u
- gibi Batı dostları oldukları için övgü (ya da yergi) alan kişiler bile Berlin’le ilişki
- kurmaya uğraşmışlardır. Aldıklan çok sayıdaki yardım teklifini kabul etmeyen
- Naziler bu konuda başarılı olamadılar. Mihverler açısından destek kısmen
- ideolojik olmasına karşın, “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” ilkesi
- geçerliliğini koruyordu. Batı’nın amansız düşmanları olmaları Mihverlerin en
- çekici yanlarıydı. İleride çok daha farklı bir güç olan Sovyetler Birliği de aynı
- nedenle, hatta aynı kişilerden destek alacaktı.
- II. Dünya Savaşı’nda iki taraf Ortadoğu’daki destekçilerine hayal kırıklığı
- yaşatırken, onlar da kendilerini hayal kırıklığına uğrattılar. İki tarafa da az da
- olsa askeri yardım oldu. Raşid Ali’nin devrilmesinde ve Ortadoğu’da Müttefik
- düzenin devam etmesinde Ürdün’ün Arap Lejyonu’nun önemli bir rolü olmuştur.
- Almanlar’ın “Doğu Lejyonları” adıyla topladıkları Fransız Kuzey Afrikalıları,
- İngiliz Hintlileri, Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetlerinden Kızılordu askerleri
- gibi Müttefik savaş tutsaklarından oluşan gönüllü güçler olmuştu. Bu güçlere bu
- halkların Almanya’nın işgalindeki Avrupa’da yaşayanlarından gönüllüler de
- katılmışlardır ama bu katılım ciddi bir boyutta ve sayıda olmamıştır. Londra’nın
- pişmanlığına karşın Filistin’de oluşturulan bir Musevi Tugayı, Kuzey Afrika ve
- İtalya seferlerinde rol almakla birlikte askeri açıdan önemli olmamıştır.
- Ortadoğu ülkelerinin Müttefik davasına en önemli katkılan toprak, kaynak ve
- tesislerinin kullanılması olmuştur. Bu da ülkelerin çoğunluğunda,inanda ve
- himaye şartlarında oluşturulan askeri garnizonlar ile olanaklı olmuştur. Tarafsız
- İran’da da 1941 yılında aynı anda İngiliz ve Rus birliklerinin İran topraklarına
- girmeleriyle sağlanmıştır. Savaşın sonuna dek tarafsızlığını koruyan yalnızca
- Türkiye olmuştur. Türk hükümeti, galip devletlerin yanında yer alabilmek için
- ancak son haftalarda savaş ilan etmiştir. Bu durum, bir Türk devlet adamı
- tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “Biz, yemek listesinde değil,
- konuk listesinde bulunmak istedik.”
- Durum Ortadoğu halkları ve hükümetleri açısından hüsranla son buldu.
- Almanlar Arap yandaşlarını hayal kırıklığına uğrattılar. Aslında Naziler
- Avrupa’yı hedef almış olduklarından Ortadoğu ile gerçekten ilgilenmiyorlardı.
- Avrupalı dostları olan Faşist İtalya’yı, Vichy Fransası’nı ve 1939 yılının
- Ağustosundan 1941 yılının Haziran’ına dek Sovyetler Birliği’ni tatmin etmek
- için Ortadoğu’da korudukları devletleri gözden çıkarabilirlerdi.
- Müttefik kuvvetleri bağımsızlık ve çekilme sözlerine rağmen savaş bittiği
- zaman halen Arap ülkelerinde bulunuyorlardı. Kuzey Afrika gibi bu ülkelerden
- bazıları halen sömürge yönetimindeydiler. Filistin’deki Museviler bile, İngiliz
- makamlarının, savaşın öncesinde ve sonrasında Avrupa’da kalan
- Museviler’in Filistin’e gitmelerini engellemeye çalıştıkları için
- yöneticilerine yabancılaşmışlardı.
- Musevi Örgütleri’nin, Londra ve Washington’dan Auschwitz’teki Ölüm
- kamplarını bombalamalarını istemeleri ve Berlin’deki Müftülük’ün de Alman
- hükümetinin Tel Aviv'i bombalamasını istemesi olmak üzere savaş sırasında
- savaşan taraflara sürekli olarak istekte bulunulmuştu. Bu istekler kabul
- edilmemişti ama bu ne bir tarafın kötü ne de diğer tarafın iyi niyetiyle olmamıştı.
- Her ikisinin kabul edilmeme nedeni de aynıydı: Bunların askeri bir amacı
- olamayacağı ve savaşın kazanılmasına katkı sağlamayacağı için getireceği riske
- ve masrafa değmeyecekti.
- Sonuç olarak, 1939-1945 arasındaki savaş yıllan Ortadoğu’daki her iki taraf
- açısından da tatmin edici olmadı. Mihver devletlerin büyük çabalarına ve
- davalarına duyulan büyük sempatiye karşın tepki çok yetersizdi. Vichy
- hükümetinin işgali altodaki Suriye’de birkaç tesis ile 1941 yılında Irak’taki
- Mihver yanlısı darbe, Almanlar’ın tek kazanından oldu ama her ikisi de uzun
- sürmedi. İngilizler’in Arap milliyetçiliğinin dostluğunu kazanma girişiminin
- sonucu daha da kötü oldu. Muazzam askeri varlıklarına rağmen Müttefikler
- ancak hoşgörüsüz bir tarafsızlık elde ettiler. Mısır’ın önce İtalyanlar’a, sonra da
- Almanlar’a karşı savunulması İngiltere’ye ve imparatorluk güçlerine, Kuzey
- Afrika’nın kurtarılışı da Amerikalılar’a bırakılmıştı.
- Bu büyük savaş, ilkindeki gibi, yine hızlı ve uzun vadeli değişikliklere yol
- açtı. Müttefik ve Mihver propagandacılar milliyetçi hareketlerin teşvik edilmesi
- konusunda yarışıyorlardı. Arap topraklarında kamp kurup savaşan Müttefik ve
- Mihver orduları, yanlarında modem savaşın ayrılmaz parçaları olan kaygıyı ve
- alışılmamış bir yaşamı da getirmişlerdi. Artık çok sayıda Arap devleti az ya da
- çok oranda bağımsızlık elde etmiş ve dış siyasetlerini uygulamaya başlamıştı.
- 1945 yılında kurulan Arap Birliği, Ortadoğu’nun egemen Arap devletlerinin
- tümünü ortak siyasi amaçlar için bir araya getirmişti. Başlangıçta İngilizler
- tarafından desteklenen bu proje, çok geçmeden onlardan kurtularak üyelerinin
- zaman zaman çatışan amaçlarına uygun şekilde gelişmişti.
- Petrolün bulunması, çıkarılması ve kullanılması, bu yüzyılda bölgedeki en
- önemli değişikliklerinden biri olmuştur ve Ortadoğu’nun Rusya yönetimindeki
- yerlerinde başlamıştır. 1842 yılında Apsheron yarımadasında ilk petrol sondajı
- yapılmıştır. Rus Azerbaycanı’nda petrol sanayiinin gelişmesi ile
- Pennsylvania’daki Amerikan petrolünün gelişmesi yaklaşık olarak aym zamanda
- olmuştur. 1863 yılında Bakü’de ilk rafineri inşa edilmiştir. 1877-1878 yıllarında
- Apsheron petrol bölgesinden Bakü'ye ilk petrol hattı döşenmiştir. Rus Devrimi
- yaklaşırken Rusya’nın petrolünün yüzde doksan beşi Bakü petrol yataklarından
- sağlanıyordu. Avrupalı ve Amerikalı iş adamları, henüz bağımsız olan İran ve
- Osmanlı topraklarında ayrıcalık kazanmak üzere ilk girişimlere başlamışlardı.
- XX. yy’ın başlarında İran şahı, aslında Yeni Zelandalı olan bir İngiliz işadamı
- William Knox D’Arcy’ye ilk önemli ayrıcalığı tanıdı. Sonra da D’Arcy’nin
- ayrıcalığı Anglo-Iranian Oil Company tarafından alındı. Bu, çoğu İngiliz,
- Fransız,Hollandalı ve Amerikan olan imtiyaz şirketlerinin imtiyaz hakkını
- ödeyerek Ortadoğu petrolünü çıkartmalarının ilk örneği olmuştur. Sonraları da
- sırasıyla İran, Irak, Arabistan ve başka yerlerde yeni büyük petrol yatakları
- bulundu. Böylece Ortadoğu petrol üreten başlıca bölgelerden biri oldu.
- Ortadoğu ülkeleri bu yeni gelişmeyle çeşitli şekillerde etkilendi. Kara
- ulaşımı, içten yanmalı motorun kullanılmaya başlamasıyla kolaylaştı. Önceki
- yüzyıllarda hayal bile edilemeyecek hızda, büyük merkezleri birbirine bağlamak,
- insanları, ürünleri, basılı malzemeyi ve düşünceleri taşımak artık
- olanaklıydı. Araba, kamyon ve otobüsün, at, eşek ve devenin yerini alması;
- matbaa, gazete, sinema, radyo ve televizyon gibi Batılı iletişim araçlarının
- yaygınlaşması ve hızlı ekonomik gelişme ile çok uzun menzilli toplumsal bir
- değişim başladı.
- Fransızların ve İngilizler’in Ortadoğu’dan ne umup ne buldukları merak
- edilebilir. Artık kabul edilen gerçek şudur ki iki devletin de bölgeye gidip orada
- yirmi beş yıl kalmasının en önemli medeni stratejik, bölgenin askeri tehlikesi ile
- potansiyeli olmuştur. Bu stratejik amacın kapsamı, bir tampon,, bir kavşak,
- iletişimde bir merkez noktası, bir üs olarak Ortadoğu şeklinde sunulmuştur.
- Bölgeye başkalarının girmesini engellemek stratejik amaçlardan biriydi ve eğer
- Batılı güçler onları kovmak için orada olmasalardı başkalarının oraya
- gireceklerinden emindiler. Fransızlar ve İngilizler için çok önemli diğer bir konu
- da daha zengin imparatorluk topraklarını güvence altında tutmaktı. Hindistan
- konusunda İngilizler, Kuzey Afrika konusunda da Fransızlar endişeleniyorlardı.
- İki devlet de bu topraklarını Müslüman Ortadoğu’dan çıkabilecek istikrar
- bozucu güçlere karşı korumaya gerek duyuyorlar, buna engel olmak için de,
- Ortadoğu halklarının ve ülkelerinin imparatorluk kontrolünde ya da hiç olmazsa
- denetiminde olması gerektiğini düşünüyorlardı.
- Şüphesiz daha başka unsurlar da söz konusuydu. O dönemde Fransız
- varlığından yana olanlar, Fransa'nın kültürel ve dini misyonuna, Hıristiyan,
- özellikle de Katolik azınlıkların korunmasına ve Fransız kültürünün
- yaygınlaştırılmasını desteklemişlerdir. Benzer düşünceler İngilizler tarafından da
- destek bulmuştur.
- Zamanında geçerli olan emperyalizm yorumunun tersine ekonomik
- nedenlerin çok önemi olmadığı gibi fazla bir ekonomik beklenti de yoktu. Tam
- tersine, İngilizler de, Fransızlar da stratejik ve siyasi amaçlarına ulaşabilmenin
- yüksek maliyetleriyle çok uğraşmışlardır. İki devlet de maliyeti
- olabildiğince düşük tutmaya gayret etmişlerdir. Önemli bir unsur olarak oldukça
- geç ortaya çıkan petrolün ileride kazanacağı önem bilinmiyordu. Savaşlar arası
- dönemde petrole karşı ilgi ekonomik olduğu kadar stratejikti.
- Fransızların ve İngilizler’in Ortadoğu’daki durumlarında birtakım hataları
- olmuştu. Güçlerini devam ettirmek için yapmaları gereken masraftan
- kaçmıyorlar, muhalefete karşı koymak için de güç kullanmak istemiyorlardı.
- Hem Fransa’da, hem de İngiltere’de bir kararsızlık, duraklama ve güçsüzlük söz
- konusuydu. Girişimin masrafa ve çabaya değip değmeyeceği en başında tartışma
- konusu olmuştu. Rivayete göre, Churchill Ortadoğu’yu olduğu gibi Türkler’e
- geri vermenin daha iyi olacağını söylemiştir; herhalde bu hediye Türkiye
- Cumhuriyeti tarafından asla kabul edilmezdi.
- Fransızlar’ın ve İngilizler’in Ortadoğu’daki konumu önemini kaybederken,
- diğer taraftan bölge, halen imparatorluk havasının açgözlülük, acımasızlık ve
- kendini beğenme ruh halini taşıyan milletler ve rejimlerden oluşan diğer düşman
- güçlerin tehdidindeydi. Bu unsurlar iki devlet arasında yorgunluk, doygunluk ve
- kendinden şüphelenme durumunu ortaya çıkarmıştı. Bir süreliğine her ikisi de
- birbirleri için oluşturdukları tehdidin farkına varmışlardı. Her ikisi de hem
- bölgedeki hâkimiyetlerine son vermek isteyen güçlerden ya da dışardan onların
- yerini almak isteyenlerden gelen çok daha büyük tehditlere, hem de birbirlerine
- karşı kararsız ve güçsüz davrandılar.
- Kavga ve didişmelerin sürekliliği de Fransızlar'ın ve İngilizler’in
- konumunun zayıflamasına neden olmuştu. Bu durum, Fransız'lar ve İngilizler ve
- diğerlerine karşı; Fransızlar ve İngilizler birbirlerine karşı; Fransızlar ve
- İngilizler kendi kendilerine olmak üzere pek çok düzeyde ve pek çok şekilde
- yaşanıyordu. Bugün karar verme süreci olarak adlandırılan durum, yerel
- makamlarla merkezi hükümetler arasında, toplumsal kökenler, çatışan çıkarlar ve
- amaçlarla bölünmüş bürokratik fraksiyonlar arasında, çeşitli servisler ve daireler
- arasında ısrarlı ve sayısız çatışmalarla saptırılıyor ve gecikiyordu.
- Ortadoğu’ya bir yapı ve koruyucu bir perde sağlayan OsmanlI
- İmparatorluğu, bölgeyi dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korumuştu. Artık bu
- koşullar ortadan kalkmıştı. Osmanlı sisteminin ve yapısının yerini sonuç olarak
- tümü yıkılıp yok olan yenileri almıştı. Koruyucu perde yine var olsa da, Avrupalı
- devletlerin sağladığı koruma ancak birbirleri için olduğundan, Ortadoğu
- ülkelerinin halklarının çoğuna pek de fayda sağlamıyordu.
- Bu dönemin bilançosu, bir taraftaki Fransızlar ve İngilizler için ve diğer
- taraftaki Ortadoğu halkları için ne olmuştu? Ortadoğu’daki Fransız ve İngiliz
- güçlerinin hakim olduğu dönem, modem tarihin en büyük zaferlerinden birinden
- hemen sonra sona erene dek ne başarmıştı? Batılı devletler ya da Ortadoğu
- ve halkları açısından sonuçlar bir değer taşıyor muydu?
- En olumlu sonuçlar, büyük olasılıkla o dönemde en az önem taşıyan hedefler
- olan ekonomik ve pratik hedeflerle ilgili olmuştu. Şüphesiz Ortadoğu halkının
- çoğunluğu açısından 1939 yılındaki yaşam, 1918 yılından ve hatta 1914 yılından
- çok daha iyi olmuştur. Nüfusun tamamının olmasa da çoğunluğun yaşam
- standardı yükselmişti. Konfor artmış ve yaygınlaşmış, yaşam süresi eskisine
- göre uzamış, yeni bir altyapı kurulmuş ve her çeşit genel hizmet sağlanmıştı.
- İngiliz Hindistanı veya Fransız Kuzey Afrikası gibi imparatorluk
- yönetiminin doğrudan bulunduğu yerlere oranla bu yararlar Ortadoğu’da daha az
- olmuştu. Ortadoğulular emperyalizmin kötü yanlan altında yaşadıkları ve önemli
- avantajlarının çok azından faydalanabildikleri için şanssızdılar. Çok az da olsa
- faydalandıkları bu avantajlar önemli olmuştu. Birçok açıdan bölge halklarının
- durumu 1939 yılında açıkça görünür şekilde iyileşmişti.
- Ortadoğuluların kazandığı çok önemli bir fayda da Lübnan ve Mısır dışında
- pek bilinmeyen İngilizce ve Fransızca dilleri olmuştu. Modem dünyaya, onun
- kültürüne ve bilimine bu diller sayesinde erişebilmişlerdi. Bölge halkları
- açısından Batı bilimi, başka bir deyişle modem bilim önemli bir kazanç olmuştu.
- Batı kültürü ve toplumsal sonuçlarının etkileri çok daha farklı olmuş, kimileri
- tarafından hevesle karşılanırken, kimileri tarafından da şüpheyle karşılanmış,
- kimilerince de lanet olarak görülmüştür.
- Ortadoğu, Fransız ve İngiliz hâkimiyeti ile liberal ekonomi ve siyasi
- özgürlük dönemi yaşamıştır. Ancak özgürlük sınırlıydı ve zaman zaman
- kaldırılırdı. Yine de tüm sınırlamalara ve iptallere rağmen, öncesinde hiç
- rastlanmamış, sonrasmda da rastlanmayacak denli geniş kapsamlıydı. Artık Batı
- tarzı kurumların çoğunluğu yok olmuş, terk edilmiş, hatta suçlanmışlardır.
- Ortadoğu’da liberal düşüncelere ve uygulamalara karşı tekrar bir ilgi doğmaya
- başlamıştır ve bu değişim bölgenin bazı ülkelerinde daha uygun bir zemin
- bulabilir.
- Fransız ve İngiliz hâkimiyetinin, öncelikle Batılı devletler, sonuç olarak da
- Ortadoğulular açısından en olumlu sonucu, Ortadoğu’nun II. Dünya
- Savaşı’ndaki rolünden de anlaşılacağı üzere, istenen stratejik hedefe
- ulaşılmasıdır. Ortadoğu’nun Mihver devletlere karşı savaşta üs ve destek
- kurumlan sağlaması, Batı için en önemli hizmeti olmuştur. Buna karşılık
- olarak onu Mihver devletlerin doğrudan hâkimiyetinden kurtarmaları da Batı’nın
- Ortadoğu’ya en önemli hizmeti olmuştur.
- 19.BÖLÜM
- ÖZGÜRLÜKLER
- 1945'te Müttefikler’in kazandıkları zafer ve Mihver devletlerin aldıkları
- yenilgi dünyaya hemen barış getirmemiştir. Doğu ve Orta Avrupa’da Sovyet
- İmparatorluğu’nun ilerlemesi, Asya ve Afrika'da Batılı sömürge
- imparatorluklarının gerilemesi bu bölgelerde önemli sorunlara yol açmıştır.
- Kaybedilen ve kazanılan bağımsızlık, eski nefretlerin canlanmasına ve yenilerin
- ortaya çıkmasına neden olmuş ve milyonlarca kişiyi mülteci durumuna
- getirmiştir. Ortadoğu da savaş sonrası ve imparatorluk sonrası karışıklıklardan'
- nasibini almıştır. Bölge barışı, sıklıkla içeriden ve zaman zaman da dışarıdan
- düşmanlarla mücadelelerle huzursuz olmuş ve kesintiye uğramıştır.
- Ortadoğu’daki sıkıntılar, Sovyetlerin Orta ve Doğu Avrupa’daki
- hâkimiyetinden ya da İngiliz yönetiminin Güney ve Güneydoğu Asya’yı
- terk ederken yaşananlar kadar zarar verici ve yoğun olmamıştır. Ortadoğu
- sorunları, büyük boyutta olmasa da siyasi ve diplomatik çözümleri bakımından
- yoğun ve zor olmuştur.
- Ortadoğu’da da eski sömürgeler dünyasındaki başka yerlerde olduğu gibi,
- halkın bir süreliğine ilgilendiği tek konu bağımsızlık olmuştu.I. Dünya
- Savaşı’nın ardından, Türkiye, İran ve Afganistan olmak üzere bölgenin üç ülkesi
- tam bağımsızlıklarını kazanmış ve bu konuda da uzun süreli deneyimleri
- olmuştu. Bunlara iki savaş arası dönemde dört Arap devleti, Suudi
- Arabistan, Yemen, Irak ve Mısır katılmıştır. Suudi Arabistan ve
- Yemen’in bağımsızlığı kuramsal olduğu kadar uygulamada da söz konusuydu,
- ancak- Irak ve Mısır, eşit olmayan antlaşmalarla' diplomatik olarak ve Ingiliz
- güçlerinin ve üslerinin varlığıyla askeri olarak eski hükümdarlarına bağlı
- durumdaydılar. Suriye ve Lübnan da Fransa zorunlu olarak Levant’ı terk ettikten
- sonra bağımsız Arap devletlerine katılmıştır. 1945 yılının Mart ayında, Suudi
- Arabistan, Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen ve prensipte halen İngiliz
- mandasında olan Filistin bölgesinin bir parçası durumundaki Trans-Ürdün
- tarafından Arap Devletleri Birliği kuruldu. Trans-Ürdün, 1946 yılının'Mart
- ayında bağımsızlığını kazanarak Ürdün adını aldı.
- Antlaşmaları iptal ederek ve yabana varlığına son vererek sözde
- bağımsızlıklarını gerçek bağımsızlık yapmak bu devletlerin ilk hedefiydi. Batılı
- imparatorlukların topraklarından çekilmesinden sonra, 1950’li yılların başında
- tam bağımsızlık süreci tamamlandı.
- Yine bu dönemde Arap dünyasının geri kalanında da bu süreç yayılmıştı.
- 1951 yılında Libya, 1956 yılında Sudan, Tunus ve Fas, 1960 yılında Moritanya
- 1960, 1961 yılında Kuveyt 1961, 1962 yılında Cezayir, 1967 yılında Güney
- Yemen (Eski Aden kolonisi), 1971 yılında Körfez Emirlikleri bağımsızlıklarını
- kazandılar. Güney Yemen ve Cezayir başta olmak üzere, bağımsızlıklarına zorlu
- ve uzun bir mücadeleyle kavuşanlar da oldu. Diğerleri de bağımsızlıklarını
- çoğunlukla barışçı yollarla, zaman zaman da anlaşmalarla yapılan sıkı
- pazarlıklarla kazandılar.Filistin mandası son bulduktan sonra 1948 yılında
- kumlan İsrail dışında, savaştan sonraki dönemde bağımsızlığını elde eden yeni
- devletlerin tümü Arap devletleriydi. 1990’lı yılların başlarında durumda
- dramatik bir değişiklik oldu. XIX.yy’da çarların ele geçirdikleri ve XX.yy’da
- Sovyetlerin elindeki Kafkas ve Orta Asya ülkeleri, Sovyetler Birliğinin 1991
- yılında dağılmasıyla, hiç beklemedikleri bir bağımsızlığa kavuştular. Tüm bu
- ülkeler, tarihsel süreçte Ortadoğu’nun parçası ya da Ortadoğu’ya bağımlı
- olmuşlardı. Bu ülkelerden Gürcistan ve Ermenistan Hıristiyan’dı ama
- yüzyıllarca Türk ya da İran Müslüman imparatorluklarına tabi olmuşlardı.
- Azerbaycan ve beş Orta Asya cumhuriyeti olan diğerlerindeki hâkim din
- İslamiyet’ti; Farsça ve Türkçe’ye yakın diller konuşuyorlardı. Bunlar,
- Ortadoğu’daki güney komşularına tarihi, dini ve kültürel sayısız bağ ile
- bağlıydılar, içlerinden Tacikistan hem dili hem de kültürüyle bir Pers ülkesiydi.
- Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan olmak üzere diğer dördü
- Türkçe ile akraba dilleri konuşuyorlardı. Kazakça’nın hariç, bu diller arasında,
- Irak’tan Fas’a kadar konuşulan Arap lehçelerinden daha fazla bir
- fark bulunmuyordu ama Araplar’ın tersine, Türkler’in ortak bir yazılı dilleri
- yoktu. Çok uzun zamandır Ortadoğu’ya hâkim olan ve politikasını belirleyen
- Arap dünyasına paralel bir Türk devletleri dünyası pek çok şey vaat eden yeni
- bir gelişmeydi. Ancak yeni devletlerin eski deneyimleri onları milli ve kişisel
- özgürlüğe pek hazırlamamıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına rağmen, yeni
- Rus devleti bu cumhuriyetlerle ilgilenmiş ve oralarda Rus varlığım devam
- ettirmek istemişti. Türk dünyasının, bir süre önce Arap dünyasının yaşadığı eski
- imparatorluk efendilerinden kurtulma deneyimlerini yeniden yaşamak üzere
- olduğu görülmüştür.
- Ne var ki egemen bağımsızlığın elde edilmesi bölgedeki siyasi sıkıntılara son
- verememişti. Eski çatışmalar sürerken, iç, bölgesel ve uluslararası düzeylerde
- yeni çatışmalar çıkmıştır. Arap dünyasındaki yeni bağımsız milletlerden Fas ve
- Mısır gibi ayn bir kimliğe sahip eski ve sürekli bir tarihsel varlıkları olanların
- sayısı çok azdı; çoğunluğu gerek ülke gerek de rejim olarak yeni yaratılmışlardı.
- Suudi Arabistan, farklı aşiret ve bölge gruplarının fetihleriyle bir araya geldiği
- halde, homojenlik gibi bir üstünlüğe sahipti. Tamamı Arap, tamamı Müslüman
- ve doğu bölgesi hariç tamamı Sünni idi. Yeni devletlerden pek çoğu böyle bir
- avantaja sahip değillerdi. İç rekabetler ve nefretlerle parçalanmışlardı ve bu
- rekabetlerin isyan, devrim ya da iç savaş adını alan silahlı çatışmalara dönüştüğü
- de oluyordu.
- Yerel ve bölgesel, mezhepçi ve dinci, aşiretçi ve etnik bu rakip gruplar ile
- bazen de aynı grubun içindeki rakip fraksiyonlar arasında gerçekleşen en yıkıcı
- ve uzun olan mücadele Lübnan’da olmuştur. Yabancı devletlerin katkılarıyla bu
- mücadeleler çok daha karmaşık duruma gelmiş ve uzamıştır. 1958, 1975-1976 ve
- 1983-1991 yıllarındaki Lübnan iç savaşları da bu şekilde gerçekleşmiştir.
- Güney Arabistan da sürekli çatışmanın olduğu bir bölgedir. 1962 yılında
- Mısır’ın desteklediği devrimci bir hareketle İmam’ın geleneksel yönetimi
- devrilmiş ve yerine bir cumhuriyet kurulmuştur. Suudi Arabistan ve Mısır gibi
- dış devletlerin ve ülkedeki kralcı ve cumhuriyetçi grupların mücadeleleri
- daha uzun süre devam etmiştir. Eski imamlık ile merkezinde Aden olan eski
- İngiliz topraklarının birleşmesiyle 1990 yılında kurulan Birleşik Yemen, 1994
- yılında güneyi ile kuzeyi arasındaki iç savaşla tekrar sarsılmıştır. 1965-1975
- yıllan arasında parçası olduğu Umman Sultanlığı’ndan ayrılmak isteyen
- Dofar’daki uzun süreli çatışmaya Yemenliler de katılmışlardır, şahın gönderdiği
- bir İran birliğinin yardımıyla bastınlan bu ayrılıkçı Do-far isyanı, o dönemde
- Sovyetler Birliği’ne çok yakın bir marksist devlet olan Güney Yemen de dahil
- olduğu için çok büyük önem taşıyordu.
- Ortadoğu ülkeleri arasında hükümetlerin muhalif azınlıkları ve bölgeleri
- bastırmak üzere güç kullandıkları başka ülkeler de vardır.-Türkiye ve Irak, Kürt
- azınlıklar arasındaki tatminsizlikler ve zaman zaman da ayaklanmalarla
- karşılaşmıştı. Irak, aslında ülkenin tamamında çoğunluk olan orta ve güney
- bölgelerdeki Şii nüfusa karşı askeri hareketle karşılık vermiştir. Sudan’ın Arapça
- konuşulan Müslüman kuzey bölgesi, çoğunlukla Arap ve Müslüman olmayan
- güneydeki Afrikalılarla savaş durumundadır. 1970 yılının Eylül ayında
- Ürdün’deki Filistin liderliği ile Ürdün krallığı arasındaki anlaşmazlık doruk
- noktasına ulaşması sonucunda, Ürdün devletinin otoritesine açıkça meydan
- okuyan Filistin Kurtuluş Örgütü kanlı bir yenilgiye uğramıştır. Tüm bu
- gelişmelerden en kötü olanı 1990’ların başlarında, Cezayir’de güçlü İslami
- köktendinci hareket ve liderliğin, Cezayir hükümetinin meşruluğuna ve
- otoritesine karşı iç savaştır.
- Bir Arap ülkesinin herhangi anlaşmazlığı sonuçlandırmak için başka bir
- Arap devletine karşı silah kullanmaması Arap Birliği’nin temel ilkelerinden
- biridir. Arap devletlerinin aralarında çeşitli anlaşmazlıklar çıkmış, bazen bir
- devlet komşu devletin toprağında hak iddia ederek oranın kendi elinden
- emperyalist müdahaleyle alınan milli toprağı olduğunu savunmuştur. Mısır’ın
- Sudan, Suriye’nin Lübnan, Fas’ın Moritanya ve Irak’ın Kuveyt üzerindeki
- iddiaları bu yönde olmuştur. 1953 yılında Mısır, Sudan’ın ayn bir egemenliği
- olduğunu kabul ederek üzerindeki iddialarından vazgeçmiştir. 1970 yılında Fas
- da Moritanya’yı tanımıştır. Zorlu ve uzun bir mücadelenin ardından 1994 yılının
- Kasım ayında Irak, Kuveyt’in egemenliğini ve bütünlüğünü kabul etmek
- zorunda kalmıştır.
- Irak’ın sınır düzeltmesi ve Kuveyt’in bütününde hak iddia etmesi şeklinde iki
- ayrı iddiası olmuştur. 1961 yılındaki Irak tehdidi nedeniyle Kuveyt’e İngiliz
- askerleri gönderilmişti. Böylece bir süreliğine de olsa Irak’ın ilerlemesi
- durdurulmuş ancak iddiasına son verilememişti. Suriye’nin Lübnan ve eski
- Filistin mandasının tamamı üzerindeki iddiasına ilişkin sorunlara henüz çözüm
- bulunamamıştır. 1963 yılında Fas ile Cezayir arasındaki, 1980, 1986-87
- yıllarında da Libya ile Çad arasındaki ufak sınır çatışmaları, yerel düzeyde
- kalmış ve önemli bir genel etkileri olmamıştır. 1990 yılında Irak’ın Kuveyt
- egemen devletini istila, işgal ve ilhak etmesi, Arap Birliği’nin ilk büyük ihlali
- olmuştur. Olay Araplar arası çatışma şeklinde başlayıp hızla uluslararası büyük
- bir kriz haline gelmiştir.
- Pan-Arabizm ideali doğrultusunda zaman zaman egemen Arap devletleri, bir
- tür doğrudan ama gönüllü birliktelik çaba-' lan olmuştur. 1958 yılında Mısır ve
- Suriye’nin birleşmesiyle kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti bunlardan en
- önemlisidir. Kısa süreli huzursuz bir birlikteliğin ardından BAC'den ayrılan
- Suriye, 1961 yılından itibaren varlığını birlik dışında sürdürmüştür.Daha çok
- Libya’nın başlattığı başka ayrılma çabaları da sonuç vermemiştir.
- Bölgelerini imparatorlukların terk etmelerinin ardından kumlan Arap
- devletleri, bir iki istisna hariç, yapay nitelikli olmalarına karşın bağımsız
- devletlerini ve toprak bütünlüklerini korumak konusunda hayret verici ölçüde
- ısrarlı olmuşlardır. İki açıdan da sayısız girişim olmasına rağmen Arap devletleri
- ne dağılmış ne de birbirleriyle birleşmişlerdir (Yemen hariç).
- Bölgede yakın geçmişte yapılan savaşlardan iki tanesi çok yıkıcı ve uzun
- olmuştur. Bu savaşlar, 1948 yılında İsrail ile Arap devletleri arasında çıkan ve bir
- dizi kısa savaştan sonra 1994 yılında son bulan savaş ve 1980-1988 yıllarında
- İran ile Irak arasındaki savaştır.
- İsrail-Arap savaşlarının kökenleri, İsrail devletinin kuruluşundan daha
- öncesine, Arap liderliğinin orada bir Musevi vatanı oluşturulma çabasını
- engellemeye çalıştığı döneme kadar uzanır. Bu mücadele, henüz o günlerde
- Filistin olarak tanımayan topraklar Osmanlı İmparatorluğu’a aitken başlamıştır.
- Bu mücadele, Filistin’de Museviler için milli bir vatan oluşturulması ilkesinin de
- yer aldığı İngiliz mandasının uygulanmaya başlamasından sonra ivme
- kazanmıştır. 1930-1940’larda Almanya’da Naziler’in iktidara gelmesiyle birlikte
- Nazi düşünce ve uygulamalarının gerek zorla gerekse de başka yollarla diğer
- ülkelere yayılması durumu kriz haline getirmiştir. Avrupa’nın ortasında militan
- bir Sami ırkı düşmanlığı, Siyonistler’iri Museviler’in kaderiyle ilgili fikirlerini
- doğrular nitelikteydi. Durgunluk nedeniyle ekonomilerinin çökmesinden sonra
- eski sığınılacak ülkelerin kapılarının kapanması, Avrupa'nın, daha sonra da
- Ortadoğu’nun Musevileri’ne gidecek yer bırakmayacaktı.
- 1945 yılında savaş bittiğinde Avrupa’nın Almanya işgalindeki yerlerindeki
- Museviler’in çoğunluğu öldürülmüş, sağ kalan birkaç yüz bini de genellikle
- kamplarda yaşıyorlardı. Batı Avrupa’dan gelmiş olanlar ülkelerine dönerek pek
- bir zorlukla karşılaşmadan tekrar entegre oldular. Oysa, iç karışıklıklar, yabancı
- istila ve işgallerine uğrayan Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinden gelenler çok daha
- büyük sorunlar yaşadılar; geri dönmek istediklerinde eski komşularının şiddeti
- ve düşmanlığıyla karşılaştılar. Sonuç olarak da Vaad Edilmiş Topraklar’a
- gitmenin tehlikelerini, onları kabul etmeyen vatandaşları arasında yeni bir baskı
- ve zulüm süreci yaşamaya tercih ettiler.
- Bu beklenmedik Musevi göçmen dalgası, İmparatorluğun yıkılan sütunlarına
- tutunmaya çalışan, Filistin’de ve diğer yerlerde Araplar’ın artan öfkesinin
- farkında olan İngilizler açısından çok önemli bir sorundu. İki yıl boyunca,
- İngiltere hükümetinin bazı ülkelerde diplomasi aracılığıyla, açık denizlerde güç
- kullanarak gelen bu dalgayı Filistin mandasında polisiye eylemlerle engelleme,
- durdurma ve püskürtme çabalan girişimleri sınırlı oldu. Nazi kıyımının
- dehşetiyle henüz şaşkına durumdaki Batı dünyasının Museviler’e karşı sempatisi
- vardı. Sovyet bloğu da Museviler’i kendiyle ilgili nedenler yüzünden İngiltere'ye
- karşı koruduğundan diplomatik çabalar da sonuç vermedi.
- Hindistan’da İngiliz yönetiminin son bulmasının ardından İn-gilizler’in
- Ortadoğu’da kalmalannın asıl amacı ortadan kalkmıştı. Savaş sonrasında fakir ve
- güçsüz durumdaki İngiltere’de yurtiçi ve yurt dışında popüler olmayan başarısız
- .bir politikayı sürdürmek artık anlamlı değildi. İngiltere hükümeti, ortadan
- kalkmış olan Milletler Cemiyeti’nden aldığı mandayı Birleşmiş Milletler’e iade
- edeceğini 2 Nisan 1947 tarihinde bildirdi ve 15 Mayıs 1948 Cumartesi günü
- mandaya son verilmesi karan alındı.
- Bir yıl daha Filistin’de kalan İngilizler, bu sürede yalnızca geçici bir
- hükümette görev aldılar. Artık eski manda bölgesinin geleceğinden Birleşmiş
- Milletler sorumluydu. Yoğun ve uzun görüşmelerin ardından 29 Kasım 1947
- tarihinde Genel Kurul tarafından Filistin’in üçe bölünmesi kararı verildi. Bu üç
- bölüm, bir Musevi devleti, bir Arap devleti ve Kudüs şehrinin uluslararası
- gözetimde olacağı bir ayn birim (corpus separatum). Bu karar, Genel Kurul
- tarafından gerekli üçte iki çoğunlukla alınmasına karşın uygulanması konusunda
- zorlayıcı bir hüküm bulunmuyordu.
- Öte yandan kararın uygulanmasını engellemeye çalışanlar da olmuştu. 17
- Aralıkta, Arap Birliği Konseyi bu bölünmeye gerekirse güç kullanarak karşı
- koyacağını bildirdi. Manda hükümetine ve Musevi yurduna karşı Filistin liderliği
- tekrar silahlı direnişe geçti. Filistin’deki Musevi liderliğiyse Birleşmiş Milletler
- planım kabul etti. Manda “Sabat” günü son bulduğundan birkaç saat önce
- harekete geçerek 14 Mayıs 1948 Cuma günü, BM bölünme planında onlar için
- ayrılan topraklarda İsrail adını verdikleri devleti kurduklarını duyurdular. Bir
- süredir bu devletin kurulmasını engellemek için savaşan Filistin liderliği, şimdi
- de komşu devletlerin ordularından ve uzaktaki Arap-ülkelerinden destek
- buldular.
- Filistin’de savaş zamanında azalan Museviler ile Araplar arasındaki
- çatışmalar, 1947 yılında tekrar başlayarak manda sona erdikten sonra da sürdü.
- Suriye’den Arap Kurtuluş Ordusu adlı gönüllü bir birlik de Filistin Arapları’na
- yardım ediyordu. ABD tarafından “de facto” ve SSCB tarafından “de jure’’
- olarak kabul edilen İsrail devletinin kurulması ve komşu Arap devletlerinin
- silahlı müdahalesiyle çatışma resmen uluslararası bir boyut kazandı. Böylece
- Filistin için mücadele, Arap-İsrail savaşına dönüştü.
- Bu şartlar altında yeni devletin dayanabilme şansı pek yoktu ama birkaç
- haftalık mücadelenin sonunda durumda önemli bir değişiklik meydana geldi.
- Düşmanları ve deniz arasında sıkışmış olan Museviler umulmadık bir güç
- sergilediler. Öte yandan da Arap koalisyonu hanedan rekabetleri ile milli
- rekabetler yüzünden gücünü kaybetti.
- Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan hassas ateşkeslerle kesintiye
- uğrayan ilk savaş aylarca devam etti. Bu aralıklı savaşlarda askeri durumda kesin
- bir değişiklik oldu. İlk Arap saldırısı karşısında İsrail devleti, yalnızca
- direnmedi, biraz da toprak ele geçirdi. İleride “Gazze Şeridi” adını alacak olan
- Gazze’de Mısırlılar, Şeria ırmağının batısında ve Doğu Kudüs’te Ürdünlüler, Ölü
- Deniz’in doğu kıyısında Suriyeliler olmak üzere Filistin’in geri kalan kısmı
- komşu devletlerin ordularının elinde bulunuyordu. İsrail ile komşu Arap
- devletleri arasında 1949 yılının Ocak ve Nisan aylarında Rodos adasında ateşkes
- pazarlıktan yapılarak anlaşmalar imzalandı.
- Sonraki onlarca yıl boyu, anlaşmaların tarafları arasındaki ilişkiler yalnızca
- bu anlaşmalara göre sürdü. Arap devletleri ateşkes anlaşmalarını kabul
- etmelerinin İsrail devletini ve sınırlarını da kabul etmiş olmaları anlamı
- taşımadığını kesin olarak bildirmişlerdi. Lübnan ile yapılan anlaşma iki tarafın
- arasındaki eski uluslararası sının tanıyordu. Suriye, Mısır ve Ürdün ile yapılan
- anlaşmalar, yalnızca ateşkes hatlarını tanıyor, siyasi ve toprak sınırlarının
- belirlenmesini “Filistin sorununun kesin olarak çözülmesine” bırakıyordu.
- 1
- İsrail topraklarında yaşayan, sayılan o dönemin Birleşmiş Milletler
- kuruluşları tarafından 726.000 olarak tahmin edilen Filistinli Arap savaş
- sırasında kaçmış, sürülmüş ya da komşu Arap ülkelerine sığınmıştı.
- Kaçışın ve sürgünün yol açtığı acı ile savaşın ve diplomasinin karmaşası ve
- kararsızlığı içindeki Filistinli mülteciler, II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın
- kanlı bir şekilde tekrar şekillenmesi sırasında Hindistan, Doğu Avrupa ve başka
- yerlerden kaçan ya da vatanlarından kovulan milyonlarca insanın kaderine ortak
- oldular. Ancak onlardan farklı ve benzeri görülmeyen bir şekilde, ne yerlerine
- iade edildiler, ne de yeni yerlerine yerleştirildiler, kamplarda tutularak, hem
- onlar ve hem de onlardan sonraki nesiller daima vatansız mülteci olarak
- görüldüler. Ürdün bunun tek istisnası olmuştu. Haşimi devleti ırmağın batı
- yakasında kendi işgalindeki topraklan resmen ilhak etmiş, sonra da Arap
- Filistinliler'in tümüne vatandaşlık hakkı vermişti. İsrail de Arap ülkelerinden
- kaçan ya da sürülen yüz binlerce Musevi’yi kabul etmişti. Bunların durumu
- giderek yoğunlaşan Arap-Musevi çatışmalarında oldukça zor bir hale gelmişti.
- İsrail ve Arap komşuları arasında zaman zaman toplu olarak, zaman zaman
- da ayrı ayn yapılacak savaşların ilki 1948-49 savaşıydı. Bu savaşların
- yapılmasında her iki taraf da eşit sorumluluğa sahipti. Arap devletleri 1948 ve
- 1973 savaşlarını başlatırken-İsrail de 1956 ve 1982 savaşlarını başlatmıştır.
- Sorumlusunu belirlemenin daha zor olduğu 1967 savaşının başlamasına neden
- olan olaylarla ilgili daha fazla çok bilgi elde edildikçe, tarafların bir Yunan
- trajedisindeki gibi, savaşa doğru yaklaşmalarının kaçınılmaz olduğu
- görülmektedir.
- 1967 savaşı, bu savaşların en dramatiğiydi. İsrail silahlı kuvvetleri altı günde
- Mısır, Ürdün ve Suriye ordularıyla bir Irak birliğini art arda yenilgiye
- uğratmışlardı. İsrail savaşın sonunda Ürdün ırmağının batısındaki manda
- Filistini ile birlikte güneyde Mısır’dan Sina Yanmadası’nı, kuzeyde de
- Suriye’den Golan Tepeleri’ni ele geçirmişti. Artık İsrail’in askeri sınırlan Süveyş
- Ka-nalı’nda, Ürdün ırmağında ve Şam’dan 48 km uzaktaki Golan
- Tepeleri’ndeydi. 1979 yılma dek Sina Yarımadası İsrail’in elinde kalmıştı. O
- tarihte Mısır ile İsrail arasında imzalanan ve bir Arap devletiyle yapılan ilk
- anlaşma olan barış anlaşmasıyla iki devlet arasında banş ve normal diplomatik
- ilişkiler sağlanmış, İsrail belirli aşamalarla manda Filistini ile Mısır Krallığı
- arasındaki eski uluslararası sınıra çekilmeyi kabul etmiştir. Bir Arap devletiyle
- yapılan ikinci barış anlaşması, İsrail ile Ürdün arasında 1994 yılının Ekim ayında
- imzalanan barış anlaşmasıdır. Suriye ile de aynı amaca yönelik görüşmeler
- başlatılmıştır.
- Anlaşmazlık, İsrail hâkimiyetinin Batı Şeria ve Gazze Şeri-di’ne
- yayılmasıyla Filistin liderliğinin aktif katılımı şeklinde yeni bir boyut
- kazanmıştır. 1949-1957 yılları arasında Arap Birliği ve özellikle Filistin’de bazı
- yerleri işgal etmiş olan Arap devletleri, Filistinliler adına konuştuklarını ileri
- sürmüşler ve Filistinlilerin siyasi sürece aktif olarak katılımını teşvik etmemişler,
- hatta zaman zaman da engellemişlerdir. 1967 yılında bu devletlerin topyekün
- yenilgileriyle bu gibi iddialar sona ermiş ve üç yıl _önce kurulan, o güne dek
- Araplar arası siyasetin aracı olan Filistin Kurtuluş Örgütü yeni bir önem
- kazanmıştır. Filistin Kurtuluş Örgütü tamamen yeni bir rol elde etmiş, İsrail
- karşısındaki Arap muhalefetinin simgesi gerileyen asker yerine ilerleyen gerilla
- olunca da giderek uluslararası boyuta erişmiştir. 25 yıl süresince, Filistin
- Kurtuluş Örgütü liderliği farklı görüşlerin gerilla savaşı, direniş ve terörizm
- olarak adlandırdığı bir mücadele sürdürmüştür. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ilk
- üssü Ürdün'de bulunuyordu. 1970 yılında Ürdün krallık hükümetiyle çatıştıktan
- sonra Lübnan’a gitmişlerdi. Lübnan’daki iç savaş ve merkezi hükümetin gücünü
- kaybetmesiyle Filistin Kurtuluş Örgütü denetiminde bir devlet içinde devlet
- kurulmuştur. Bu dönem, 1982 yılında Lübnan’a giren İsrail ordularının Filistin
- Kurtuluş Örgütü’nü ülkeden kovulmasını sağlamasına kadar sürdü. Sonra da
- Tunus’a taşınan liderlik ve karargâh 1994 yılına kadar orada kaldı.
- Bundan sonra da Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İsrail’e karşı mücadelesinin
- yönü değişmiştir. O güne kadar öncelikli amaçlan propagandaydı ve eylemleri
- diğer ülkelerdeki İsrailli ve başka hedeflere yönelikti; 1980’lerin sonu ve
- 1990’ların başında da mücadele işgal edilmiş topraklara taşınarak “İntifada”
- adı verilen yeni bir isyan ve direniş dönemi başladı. İntifada yabancı ülkelerdeki
- tarafsız hedefler yerine, ülke içindeki işgal personel ve araçlarına karşıydı ve
- birincil amacı dikkati çekmek değil, işgalin gücünü ve cesaretini kırmaktı.
- 1993’te İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü hükümeti görüşmelere başlama ve
- birbirlerini tanıma karan aldılar. Görüşmelerin sonucunda İsrail polis ve
- askerlerinin Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki otoritelerinin Filistinliler’e
- devredilmesi ile ilgili anlaşmalar yapıldı.
- Kaçınılmaz olarak bu gelişmeleri Arap-İsrail çatışmasının uluslararası
- bağlamı etkilemiştir. ABD ile SSCB, 1948-49 yıllarında yeni İsrail devletine
- diplomatik destek sağlamışlardır. Bu tarihlerde Stalin, dünyadaki en büyük
- düşmanı olarak ABD’yi değil,‘İngiltere’yi görüyor; İngiltere’nin Ortadoğu’daki
- durumunu sarsmak için yeni İsrail devletinin iyi bir fırsat olduğunu
- düşünüyordu. Amacını gerçekleştirmek için de o günlerde bir Sovyet uydusu
- olan Çekoslovakya’nın, İsrail’e ilk savaşından ayakta çıkmasını sağlayan
- silahları satmasına izin verdi. Her iki tarafın da genel olarak uyduğu resmi
- ambargoya rağmen bazı özel ABD kaynaklarından askeri yardım gelmişti.
- Fransızlar ve İngilizler 1956 yılında, öncesinde İsrail’le anlaşarak, sözde İsrail
- ve Mısır'ın arasına girmek için Mısır’a asker gönderdiler. Ancak üç işgalci
- devlete karşı sert bir tavır takman ABD ve SSCB hükümetleri çeşitli yollarla
- Mısır topraklarından çekilmelerini sağladılar.
- Bu sırada stratejik durum bazı radikal değişimlere uğramıştı. Savaştan
- sonraki yıllarda Sovyet baskısı daha çok Türkiye ve İran üzerinde oldu ve bu iki
- ülke Sovyet baskı ve tehditlerine karşı Amerika Birleşik Devletleri’nden yardım
- istediler. İlk başlarda İngilizler’in çökmekte olan durumlarını desteklemek
- isteyen ABD, bunun mümkün olmadığını görünce, muhtemel bir Sovyet
- saldırısına karşı Ortadoğu’da bir savunma sistemi kurmak üzere Ortadoğu
- işlerine karışmıştı. Türkiye ile Yunanistan, 1952 yılında NATO’ya girdiler. 1955
- yılında da Irak hükümeti, İran, Türkiye ve İngiltere ile Bağdat Paktı adı verilen
- yeni bir ittifak kurması için ikna edildi. O günlerde Amerika Birleşik Devletleri
- bu ittifakta resmi bir üyelik yerine gayri resmi bir ilişkiyi tercih etti.
- Bir Arap ülkesinin Batılılar’ın himayesindeki bir ittifaka alınmaya
- çalışılmasının verimli sonuçları olmadı. Eski egemen devletler olan İran ve
- Türkiye, Sovyetler Birliği’nin güney sınırında olduklarından, gerek geçmiş
- deneyleri gerek de günün gerçekleri nedeniyle kuzeyden gelecek tehdidin
- farkındaydılar. Bu tür bir deneyimleri olmayan Arap devletlerinin yakın
- geçmişteki siyasi tarihleri önce Batı yönetiminden, sonra da Batı işbirliğinden
- kurtulma çabalarından oluşmuştu. Irak’ın Bağdat Paktı’na girmesi, ülkede Batılı
- devletlerin hâkimiyetine doğru bir geri adım olarak kabul edildi. Başta yeni
- cumhuriyetçi rejime girmiş olan Mısır olmak üzere, öteki Arap ülkelerinde bu
- durum güçler dengesinin Mısır aleyhine değiştirilmeye çalışılması olarak
- görüldü. Sovyetler Birliği 1950’li yıllarda Mısır ve diğer Arap devletleriyle
- yakın ilişkiler kurmaya çalıştığında iyi karşılandı ve çok geçmeden kazandığı
- güç ve etkinlikle Arap hükümetlerini antlaşma imzalamak ve kendine /üs
- kolaylıkları tanımak konularında ikna etti.
- Birleşmiş Milletlerde ve diğer uluslararası alanlarda İsrail’e karşı Arap
- davasını diplomatik olarak savunmaları, Sovyet politikasının 1950’li yılların
- ortalarından başlayarak 1960-70’li yıllarda daha da güçlenen bir özelliği
- olmuştur. Arap ordularına gelişmiş silahlarla teknik ve lojistik olarak askeri
- yardım sağlamışlardır. Bu durum karşısında ABD, İsrail ile yeni ve daha yakın
- bir stratejik ilişki kurmak zorunda kalmış ve İsrail’in başlıca diplomatik, stratejik
- ve mali kaynağı olmuştur.
- Bu gelişmelerle Arap-İsrail çatışması, Soğuk Savaş’ın en önemli
- konularından biri haline gelmiştir. Diğer sorunlarda da yaşandığı gibi
- Ortadoğu’da süper devletlerin çeşitli devletlerin yanında yer almaları krizlere ve
- yol açtıklarına kısıtlama getirmiş ama diğer taraftan da çözüm için gerçek bir
- adım atılmasına engel olmuştur. Dünyanın başka yerlerindeki paralel
- barış süreçleri için olduğu gibi, Ortadoğu barış süreci için de Soğuk Savaş’ın
- bitmesi gerekiyordu.
- Arap-İsrail çatışması, Ortadoğu devletleri ve halkları arasındaki savaşlar
- içinde dış dünyanın en çok dikkatini çeken savaş olmuştur. Bunun nedeni kısmen
- rakip süper devletlerin doğrudan işe karışmaları, kısmen de olaylara karşı endişe
- ve ilgidir. Bu dış kaygılar, taraflardan birinin zafer kazanmasına ve çatışmanın
- kesin bir sonuca ulaşmasına engel olmuştur. Sert ve kısa savaşlar şeklinde süren
- bu çatışmalar, uluslararası müdahalelerle asla stratejik olmayan zaferler olmak
- üzere taktik zaferleriyle son bulmuştur. Uluslararası kurumların çatışmayı
- çözmek yerine devam etmeye götürmesi bu konuda amaçlanmayan bir sonuç
- olmuştur.
- 1980-1988 yılları arasında İran ve Irak arasındaki savaşa tepki daha farklı
- olmuştur. Onlar, İsrailliler ve Araplar gibi güçlü bir uluslararası destek
- alamamışlardır. Hatta tam tersine, her iki devletin de dış dünyada güçlü
- düşmanları olduğundan, gerek diğer devletler gerek de uluslararası kurumlar
- savaşa son vermek için risk almayı ve uğraşmayı göze almamışlardır. Bu iki ülke
- arasında, tüm Arap-İsrail savaşlarındakinden çok daha fazla can kaybı olan ve II.
- Dünya Savaşı'ndan bile uzun süren bir savaş olmuştur.
- Temelde çok açık ve basit olan Arap-İsrail çatışmasında ortada üç soru yardi:
- İsrail var olacak mı? Olacaksa, sınırlan ne olacak? Bu sınırların içinde kim
- hüküm sürecek? Çok farklı yönleri olan Irak-İran savaşındaysa konu daha
- karmaşıktı. Bir bakıma bu savaş, Saddam Hüseyin ve Humeyni gibi iki güçlü
- lider arasında kişisel bir mücadele olarak düşünülebilirdi ve zaten de böyle
- gösterilmiştir. Etnik açıdan Araplar ile İranlılar arasındaki bir mücadeleydi.
- İdeolojik açıdan İslama canlanma ile laik modernizm (sonradan Saddam
- Hüseyin bu konuda fikir değiştirmiştir) arasında bir mücadeleydi. Mezhep
- açısmdan Şiiler ile Sünniler arasındaki bir mücadeleydi. Ekonomik
- açıdan bölgedeki petrolünün kontrolü için bir mücadeleydi. Bu mücadeledeki
- önemli bir başka nokta da hem Iraklılar’ın hem de İranlılar’m ülkelerine ve
- kendilerini yönetenlere olan vatansever bağlılıklarıydı. Güneybatı İran’da
- yaşayan Arap azınlık Iraklılarla birleşmemiş; Irak’ın Şii nüfusu da, birkaç istisna
- dışında İran devrimi ve rejimine sempati duymamıştır.
- İran ve Irak, iç ve dış baskı altında olmadıkları ve ikisi de petrol ihraç ettiği
- için henüz mali sıkıntıları olmadığı için karşılıklı olarak yıkıcı savaşlarına 8 yıl
- devam etmişlerdir. Başlarda üstünlüğü sağlamış gibi görünen İran, Irak’ın ilk
- saldırısını durdurarak güçlü bir karşı saldırıya geçmiş ve Irak topraklarına
- girmiştir. Irak, ABD’den aldığı büyük istihbarat ve lojistik yardımının yanı sıra,
- zengin Arap ülkelerinden de gördüğü destek sayesinde bu saldırıyı durdurmuş ve
- kendisinin biraz daha avantajlı olduğu bir barışı İran’a imzalamayı başarmıştır.
- Saddam Hüseyin, İran karşısında bu yarım zaferi kazanmasından ve dış
- dünya tarafından onaylanmasından aldığı cesaretle 1990 yılının Ağustosu ayında
- Kuveyt’i işgal ve ilhak etmiştir.
- Saddam Hüseyin, bazı açılardan doğru bazı açılardan da yanlış olan askeri ve
- siyasi hesaplar yaparak bu iki savaşı başlatmıştır. İran’a saldırırken doğru
- düşünerek, hiçbir bölge ve dış devletin onları dehşete düşüren ve korkutan
- devrimci bir rejimi desteklemek için kılını kıpırdatmayacağını
- hesaplamıştı. Ancak öte yandan yanlış düşünerek, devrim karışıldığı
- içindeki İran’ı kolayca ve hızla işgal edeceğini hesaplamıştı. Aradan geçen 10
- yılın ardından Kuveyt’i işgal ederken bu defa doğru ve yanlışların dengesi tersti.
- Kuveyt’i kolayca ve hızla işgal edeceği askeri hesaplan doğruydu. Yanlış olan,
- bölge devletlerinin onu destekleyecekleri, en azından kabullenecekleri ve
- dış güçlerin zorunlu ve etkisiz bir protestodan ileri gitmeyecekleri siyasi
- hesabıydı.
- Bu hataya dünyadaki değişikliği dikkate almaması nedeniyle düşmüştür.
- 1990 yılının sonunda, birkaç ay sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmasına ve
- Soğuk Savaş’ın sona ermesine yol açacak süreçler başlamıştı. Saddam Hüseyin,
- eskiden olduğu gibi bir süper devletin tedbirliliği ile bu tehlikeli serüvenlere
- girmekten kaçınmıyordu ve bu yeni özgürlüğünden sonuna faydalanmak
- istiyordu. Ancak bunun için ödemesi gereken bir bedel olacaktı. Çok geçmeden
- göreceği üzere, süper devlet, bölgedeki kurbanlarının çağırdığı diğer süper
- devlete karşı kendini koruması için hamisini çağıramayacaktı.
- Bölgedeki yeni oluşumda dış devletler artık Ortadoğu’daki olaylarla ilgili
- karar vermiyor ve bunları yönetmiyor olduklarından, Ortadoğu hükümetlerinin
- eylemleri ve siyasetleri giderek isteksizleşen yabancı devletlerin müdahalesini
- gerektiriyordu. 1990-1991 arasındaki Kuveyt savaşı, bölgedeki daha
- önceki mücadelelerin tersine dış rakiplerce ne kışkırtılmış ne de uzatılmıştı;
- bölgesel, hatta Araplar arası bir mücadele olmuştu. Bu savaşa özellikle ABD
- olmak üzere yabancı devletler de karışmışlardı. Savaş ve sonrası, süper
- devletlerin her ikisinin de Ortadoğu için savaştan çekildiklerini gösterdi. Çünkü
- bir imparator rolü oynamak ya da en azından bölgenin tehlikeli devletlerine
- karşısında diğerlerini korumak için birinin gücü, ötekinin de isteği yoktu.
- 8 yıl süren İran ve Irak savaşıyla karşılaştırıldığında, Saddam Hüseyin’in
- ordularının bölgesel ve dış devletler-koalisyonu tarafından yenilmesi, çok daha
- kolay ve hızlı olmuştu. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri
- Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkarmakla yetinmeyip Saddam Hüseyin’i ve rejimini
- iktidarda bırakmışlardı. Bu sonuca ilişkin çeşitli yorumlar yapılmışsa da,
- oldukça basit bir nedeni vardı. 1991 yılında rejimi yıkmak yerine bir başkasını
- getirmek anlamına geliyordu; bu da geçmişteki bazısı açık, bazısı gizli manda ve
- koruma dönemlerini anımsatacak bir korumaya neden olacaktı. O günlerde
- ABD’nin Bağdat’a bir yönetici konsül yerleştirme niyeti olmadığı belirtilmişti
- ve Amerika'nın Arap müttefikleri de bunu istemiyorlardı. Böylece hükümetlerini
- koruma ve değiştirme karan Irak halkına bırakıldı. Koalisyon güçleriyle Irak
- arasında yapılan ateşkesin hemen ardından bu politikanın pratik sonuçlan
- görüldü. Saddam Hüseyin güneyde Şiiler’i, kuzeyde Kürtler’i ve merkezdeki
- muhalifleri acımasızca bastırmaya girişti.
- Ders açıkça ortadaydı; ABD kendinin ve uluslararası toplumun temel
- çıkarlarını savunacak şekilde davranacaktı; bu çıkarlar da deneme yanılma
- yöntemiyle tanımlanacaktı. Diğer taraftan Ortadoğu halkları ve devletlerinin
- başlarının çaresine bakmaları gerekiyordu. Artık Ortadoğu daha özgür olduğu
- kadar da daha tehlikeli bir yerdi.
- Soğuk Savaş
- :m bitmesiyle iki süper devletin bazen düşman olarak, bazen de
- beraber hareket ettikleri çift kutuplu sistemin çöküşü, süper devletlerin
- müdahalesinden ya da kontrolünden kurtarılmış başka yerlerde olduğu gibi
- Ortadoğu'da da halkları zor bir seçim yapmak zorunda bırakmıştı. Dünyânın
- başka bölgelerindeki örnekleri gibi, sorunlarını çözmek için istemeden ve zor
- olsa da harekete geçerek yan yana barış içinde yaşamayı seçebilirler ya da
- sorunlarını ve birbirlerine karşı nefretlerini dizginlemeden kanlı çatışmaları
- seçebilirlerdi. Bu kanlı çatışmalara girme olasılıklarını ve bunu bölgenin dışında
- değil, içinde isteyen güçlerin varlığım fark etmeleri, Filistin Kurtuluş Örgütü
- liderlerinin, İsrail hükümetinin ve bazı Arap devletlerinin, başta Amerika olmak
- üzere dış yardımlarla, karşılıklı olarak birbirlerini tanıma, ortak bir hoşgörü ve
- daha pratik olarak, işgal edilmiş toprakların İsrail’den Filistin yönetimine
- verilmesi ilgili görüşmeler yapmalarını sağlayan önemli bir etkendir.
- Arap halklarının sonuncusu olan Filistinliler, işgal edilmiş bölgelerde İsrail
- yönetimine son verilmesiyle ilgili anlaşma sağlanması üzerine özgürlük
- hayallerine ulaşabileceklerdi. Ne var ki geçmişte Arap halkları arasında olduğu
- gibi, Filistinliler arasında da aciliyet kazanan yabancı yönetiminden kurtulduktan
- sonra kendilerini nasıl bir özgürlüğün beklediği sorusuna yanıt aranıyordu.
- Yabancı yönetimindeki halkların kimileri için ilk, kimileri için de tek hedef bu
- yönetimi sona erdirmekti. Ancak yabancı bir yönetim altındayken bile o sona
- erdikten sonra gelecek rejim konusunda tartışmalar başlamıştı. Bu tartışma
- bağımsızlık elde edildikten sonra daha acil bir duruma geldi.
- Fransızlar ve İngilizler kendilerini örnek alarak yeni devletler yaratmışlar;
- Fransızlar parlamenter cumhuriyetler, İngilizler anayasal monarşiler
- kurmuşlardı. Ancak efendileri çekildikten sonra bunların neredeyse tamamı
- yıkılmış ya da terk edilmiş; bölge halkları başka modeller aramaya
- başlamışlardı. Mihverlerin Ortadoğu’ya yönelttikleri stratejik ve siyasi tehdidin
- yenilmelerine neden olmasına rağmen, düşüncelerinin yeni ortaya çıkan
- milliyetçi ve ona bağlı başka hareketlerde artan bir etkisi olmuştu.
- Bu yeni düşünce, toplumsal ve siyasi organizasyon biçimi iki nedenle çok
- çekiciydi. Bunlardan ilki, Batı hâkimiyetine karşı olması; İkincisi, sunulan
- ideolojilerin ve toplumsal stratejilerin bölgenin geleneklerine ve gerçeklerine
- daha yakın olmasıydı. Toprak tanımlamasının belirsiz olduğu, değişen
- milli kimliğe sahip ülkelerde etnik milliyetçilik, vatanseverlikten daha
- anlaşılabilir bir olguydu. Benzer biçimde, otoriter ve radikal ideolojilerin
- çekiciliği, özgürlükçü ve liberal düşüncelerden fazlaydı. Batı’nın gereksiz ve
- uygunsuz görülen daha bireyci formülleri karşısında, kolektif ve komünal
- kimlikler ve haklar daha anlamlıydılar. Irak’ta ve Suriye’de Mısır’da olduğundan
- daha aktif olan bu etkiler, halen öyledirler. Mısır’da da daha güçlü bir milli
- kimlik ile daha yaygın ve etkili parlamenter tecrübeye sahip eski bir liberalizm
- geleneği vardır.
- İsrail’in doğuşunun Birleşik Arap güçleri tarafından engellenememesi, Arap
- ülkelerinde derin bir iç hesaplaşmaya'yol açmış ve sorumlu olan yöneticilerin ve
- rejimlerin birkaç yıl içinde şiddet eylemleriyle yıkılmasına neden olmuştu. İlk
- rejim Suriye’de yıkılmıştır. Albay Hüsnü Zaim, 1949 yılının Mart ayında
- başkanlık ve parlamenter düzenini kansız bir darbeyle sona erdirmiş ve bir dizi
- darbeyi başlatmıştır. Askeri yönetim, parlamenter rejimin başlaması ve
- seçimlerin yapılmasıyla 1954 yılında son bulmuş ama bu durum kısa sürmüştür.
- 1958-1961 yıllarında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin bir_parçası olan Suriye, bu
- birlikten ayrıldıktan sonra hızla Baas partisinin diktatörlüğüne girmiştir.
- Ürdün’de Filistin’deki Arap yenilgisinin sorumlusu olarak görülen, daha kötüsü
- de, İsrail’le barış yapmaya çalışan Kral Abdullah 1951 yılında öldürülmüştür.
- Arap rejimlerinin en zayıfı olarak görülen Haşimi monarşisi ise bir şekilde
- ayakta kalabilmiş ve krallığın kurucusu Abdullah’tan sonra oğlu, ondan sonra da
- torunu hükümdar olarak başa geçmişlerdir.
- En dramatik değişikliklerin olduğu Mısır’da, Kral Faruk 1952-54 yıllarındaki
- bir dizi hareketin ardından sürgün edilmiş ve monarşinin yerine cumhuriyet ilan
- edilmiştir. Kısa bir süre sonra devrimin lideri General Muhammed Necib
- indirilerek yerine, rejim değişikliğini planlayan ve gerçekleştiren “Hür Subaylar”
- örgütünün gerçek başı Albay Nasır geçmiştir. Askeri karakterini kaybetmeye
- başlayan Cumhuriyetçi hükümet, otoriter olmayı sürdürmüştür.
- Arap devle deri de zamanla başka devrimci dalgadan etkilenmişlerdir.
- Irak’ta, özellikle Batılı bağlan nedeniyle gözden düşen monarşi 1958 yılında
- kaldırılmış, yerine bir dizi askeri diktatör almıştır. Irak’ta da Suriye’de olduğu
- gibi ordunun yerini, Baas’ın parti diktatörlüğü almıştır. Suriye’de hüküm
- süren partiyle ortak kökenleri olmasına rağmen Baas’ın iki kanadı birbirlerine
- düşmandılar.
- İsrail’e sınırı olan Arap devletlerinden yalnızca, 1948 askeri harekâtında
- önemli bir rolü olan ve Rodos ateşkes anlaşmasıyla İsrail’le uluslararası sınırı
- kabul eden Lübnan demokratik ve parlamenter sistemini korumuş, ama büyük
- ölçüde dış müdahaleler sonucunda iç savaşla yıkılmıştır.
- Daha uzaktaki, İsrail’e sının olmayan Arap rejimlerinden, Kuzey Afrika’da
- Libya ve Cezayir ile Güney Arabistan’da da iki Yemen devrimle yıkılmıştır.
- Arap yarımadasında Filistin’deki çatışmaya daha uzak yerlerde ve Fas’ta
- geleneksel rejimler varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
- Olayda daha aktif olan ülkelerde arka arkaya gelip geçen devrimler ve
- devrimci rejimler olmuştur. Ancak her yeni rejimi iktidara getiren, İsrail’in
- bölgenin ortasında olması, tüm Arap dünyasının düşmanlığına karşın ayakta
- kalması, hatta gelişmesi temel sorunları çözülemeden sürmüştür.
- Aylarca süren zorlu savaşların ardından İsrail’in halâ ayakta kalması,
- umutsuzluğun aşırı özgüvene karşısındaki zaferi olarak görülebilir. Ancak bu
- görüş, sonraki savaşlarda daha büyük ve daha donanımlı ordular karşısında
- kazandığı çok daha büyük ve hızlı zaferler için yeterli olmayacaktır.
- Kimileri açısından İsrail’in kurulması ve gelişmesini Batı emperyalizminin
- Arap ve İslam ülkelerine karşı saldırgan eylemlerinin devamı olarak
- görüyorlardı. Bu açıdan bakıldığında İsrail, Batı etkisi, nüfuzu ve hâkimiyeti için
- bir köprübaşı olmak için çok uygundu. Siyonizm emperyalizmin ve İsrail Batı
- gücünün bir aracıydı. Daha sonra da kimileri de bir açıklamaya gerek duyarak
- Avrupa’nın Sami ırkına aleyhtarlığı düşüncesinden hareketle olayları aynı ölçüde
- dramatik ama tarafları rolleri değiştirmiş olarak göstermek istemişlerdir.
- Başkalarının açıklarını aramak ve onları suçlamak yerine kendi toplumlarının
- hatalarını bulmak ve düzeltmekle uğraşan bazı kesimler de tarafların bilimsel ve
- teknolojik başarılarına, toplumsal ve ekonomik yapılarındaki farklılıklara,
- Araplar’da olmayan İsrail’in siyasi özgürlüğü gibi ayrıntılara dikkat
- çekmişlerdir. Nüfusunun büyük çoğunluğunun Ortadoğulu olmasına rağmen
- İsrail, yalnızca Batılı devletlerin bir aracı olarak değil, Batı uygarlığının bir
- parçası olarak Batı’nın bir parçası gibi görülmektedir. Dolayısıyla İsrail’in
- başarısı, Müslümanların yüzyıllardır süregelen, Müslüman devletlerin fakir ve
- güçsüz olmasına karşın Batı’nın gücü ve refahı çelişkisinin parçasıdır.
- Bu çelişkiye çeşitli yanıtlar verilebilir. Kimilerine göre başlıca neden
- dağınıklık ve bir dönemin büyük Arap dünyasının kendi aralarında anlaşamayan,
- enerjilerini kısır rekabetler ve çatışmalarla harcayan küçük devletlere ayrılmış
- olmasıydı ve çözümü de pan-Arabizm, yani çeşitli Arap devletlerinin dar fikirli
- politikalarından daha saf ve soylu olan daha büyük bir ülkeye sadakat idealiydi.
- Emperyalizme karşı mücadelelerinde bu ideal en üst seviyesine çıkmıştı. Ancak
- bu ideal, devletler bağımsızlıklarını elde ettikten sonra liderlerin bu görevlerini
- kurumlara bırakmak konusunda isteksiz olmaları yüzünden gerilemiştir. Öte
- yandan Avrupa, hatta Batı dünyası tarihinde, ülkeler arasında birlik olmamasının
- maddi ve entelektüel ilerlemeye mutlaka engel olmadığı, hatta bazı durumlarda
- ilerlemeye katkı bile sağladığı görülmüştür.
- Bölgenin ayrılmış olduğu devletler siyasi sınıf ve bölgenin gerçekleri
- konusunda bilinçlenmede bir istikrar sağladıklarında, hükümetler ve halklar milli
- egemenlik yapısı içinde uygulanacak çözüm arayışına girdiler. Siyasi
- bağımsızlık mücadelesi gerilerde kalmaya başlayınca, ekonomik sorunlar ve
- daha hızlı ekonomik kalkınma gereksinimleri ön plana çıktı. Ancak bu şekilde
- modem dünyadaki yerlerini alabileceklerini ve modem düşmanlarına karşı
- koyacak gücü bulabileceklerini düşünen bu ülkelerin çoğunluğunda ekonomik
- durum,, "yalnızca Batı ve Uzakdoğu’nun yükselen ekonomileri karşısında değil,
- hızla artan nüfusun yaşam standardının düşmesiyle de kötüye gidiyordu.
- Bir süre tüm bu sorunlara yalnızca sosyalizmle çözüm arandı. Gelişmekte
- olan ülkelerin pazar ekonomisindeki yavaş ilerlemeyi bekleyecek zamanlan
- olmadığı ileri sürülüyor ve bu anlayış genel kabul görüyordu. Bununla birlikte
- siyasi demokrasinin kararsızlıklarına ve karışıklıklarına dayanacak sabırları da
- yoktu. Gereken hızlı kalkınma ancak güçlü bir el ve merkezi planlama, başka bir
- deyişle otoriter bir sosyalist hükümet tarafından gerçekleştirilebilirdi. Bu görüş,
- zamanın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki en saygın devleti olan Sovyetler Birliği
- örneği ve etkisiyle daha da güçleniyordu.
- 1950’li yıllarda entelektüeller arasında yayılmış olan sosyalizmi iktidara
- getirenler entelektüeller olmamıştır. Sosyalizm de önceki neslin yaşadığı
- liberalizm gibi zorla tepeden inmişti ve durumu daha iyi değildi. Mısır’da
- iktidara gelişinin 9- yılında Nasırcı rejimin bir kararıyla sosyalizm getirilmişti.
- Başka ülkelerde de farklı görüşlerdeki askeri ve milliyetçi rejimler sosyalizmin
- hızlı ekonomik kalkınmanın tek yolu olduğunu düşünüyorlardı. Sosyalizmin
- çeşidi türleri vardı: Aşağı yukarı Marksist ve Sovyet türü; Arap sosyalizmi adı
- verilen diğerleri daha insancıl, daha az katı ve Arap koşullarına daha uygun
- görülüyordu.
- 1990’ların başlarında Marksist sosyalizmin de Arap sosyalizminin de başarılı
- olmadığı ve reformcu hükümetlerin genellikle yanlış yönlendirilmiş, beceriksiz
- reformlarının ekonomik kalkınmayı hızlandırmak şöyle dursun, daha da
- yavaşlattığı görüldü. Ekonomik politikaların başarılı olduğu tek alan, ’
- geleneksel İslami düzenin ılımlılığının ve yeni Batılı düzenin özgürlüklerinin
- baltalandığı ve yok edildiği acımasız diktatörlüklerin yıkılması alanıydı.
- Bunların yerlerini, sözde sosyalist ülkelerdeki yeni siyasi düzenin en kötü
- örneklerinden, Orta ve Doğu Avrupa modellerinden bazen oralardan ithal edilen
- uzmanların yönetimiyle taklit edilen çeşitli totaliter diktatörlükler
- aldı. Ekonomik politikalar başarılı olamadıkları halde, hızlı bir ekonomik ve
- daha hızlı bir toplumsal ve kültürel değişim dönemi yaşandı. Siyasi açıdan en
- aza inen Batı etkisi, başka açılardan artıyordu.
- En maddi, en kalıcı ama en az fark edilen Batı etkisi, çoğu eski Avrupalı
- yöneticiler ya da imtiyaz sahipleri tarafından yapılan modern devlet ve şehir
- hizmetleri alanlarında görülmüştür. Bu alanda modernleştirme süreçleri tersine
- çevrilmemiş ya da saptırılmamıştır. Telefon, televizyon, araba, uçak, top ve tank
- top gibi Batılı olan ya da icatlarını kolaylaştıran Batılı felsefelerle ilgili alanlarda
- da bir engelleme olmamıştır.
- Daha şaşırtıcı olanı da, Batı aleyhtarı olduklarını belirten devletlerin Batı’nın
- anayasa ve yasama meclisleri gibi siyasi mekanizmalarını korumalarıdır. Gerçek
- İslam devletini kurduğunu iddia eden İran İslam Cumhuriyeti, bunu İslam
- doktrini ve tarihinde benzeri olmayan bir biçimde yazılı bir anayasa ve seçilmiş
- bir parlamentoyla yapmıştır.
- Bölgedeki Batılı siyasi düşüncelerinin en kalıcı ve güçlü olanının devrim
- düşüncesi olduğu söylenebilir. Müslüman Ortadoğu’nun tarihinde, başka
- toplumlarda olduğu gibi, hükümetlerin komplolar ya da isyanlarla devrilmesine
- ilişkin pek çok örnek vardır. Eski bir İslami gelenek de liderlerin siyasi ve
- toplumsal sistemdeki kutsal görevlerinin uranlığı yıkarak yerine adaleti getirmek
- olduğuna inanmaktır. Hükümdara karşı gerekli saygının sınırlarını belirleyen
- İslam hukuku ve gelenekleri, bir hükümdarın tebaasının bağlılığını kaybettiği ve
- yasal olarak tahtından indirilmesi gereken durumları çok dikkatle ele alarak
- tartışmaya açıktır.
- İslam dünyası için XVI. yy Hollandası’nda, XVII. yy İngilteresi’nde ve
- XVIII. yy Amerika ve Fransası’nda ortaya çıkan devrim düşüncesi çok yabancı
- ve yeniydi. 1905 yılında İran’daki meşrutiyetçilerin ve 1908 yılında da Osmanlı
- İmparatorluğu’ndaki Jöntürkler’in kendilerine özgü devrimleri Ortadoğu’da
- gerçekleşen ilk devrimler olmuştur. Bunlardan sonra da pek çok devrim
- gerçekleşmiştir. XX. yy’ın son 10 yılında bölgedeki devletlerin önemli bir
- çoğunluğu daha öncekilerin şiddet yoluyla yerlerinden atıldıkları rejimlerle
- yönetilmişlerdir. İlk başlarda yabancı efendilere karşı bir milli mücadele
- verilmiş, sonraları da genellikle askerlerin, hizmet ettikleri orduların
- hükümdarlarını devirmeleriyle gerçekleşen rejim değişiklikleri olmuştur. Bütün
- bunlar aynı heyecanla, zamanla Ortadoğu’da bir hükümetin meşruluğuna ilişkin
- olarak en yaygın kabul gören sıfat olan “devrimci” unvanında iddia sahibi
- olmuşlardır.
- Rejim değişikliği, bazı durumlarda toplumun daha derin hareketlerinden, en
- üst konumdakileri değiştirmenin ötesinde, çok daha derin nedenlerden ve çok
- daha büyük sonuçlara neden olarak yapılmıştır. 1979 yılındaki İran İslam
- Devrimi bunlardan biridir. Bu devrim, şekli, kökenleri ve kaderi
- açısından Fransız ve özellikle de Rus devrimleriyle kıyaslanabilir.
- İran’da gerçekleşenler klasik-anlamda bir devrim gibi görülebilir. Hal-kın
- katılımıyla bir kitle hareketinin siyasi ve ekonomik gücü değiştirmesi ve büyük
- bir toplumsal değişim sürecini başlatması, daha doğrusu devam ettirmesi söz
- konusudur.
- Fransa’da Bourbonlar ve Rusya’da Romanovlar dönemlerindeki gibi büyük
- bir değişim süreci İran’da da Pehleviler döneminde başlamış bulunuyordu. Bunu
- sürdürebilmek için siyasi güçte bir değişiklik olması gerekiyordu. İran
- devriminde de başka yerlerdeki devrimlerde olduğu gibi değişim sürecinin
- sapması ve durması olasılık dahilindeydi. Farklı ve kimi zaman çelişkili
- açılardan bakan kimi İranlılar, bunun daha ilk aşamada gerçekleştiğini ileri
- sürmüşlerdir. Devrimci rejim, iktidarı elde ettikçe onların bu görüşlerine
- katılanların sayısı artmıştır.
- İran'daki devrim, devrim adı verilen önceki süreçlerin aksine, Islami Devrim
- adını almıştır. Devrimin Paris ve Petrograd örneklerini önemsemeyen liderleri,
- tıpkı sağdakiler gibi Avrupa'nın sol ideolojilerini kendilerine karşı mücadele
- sürdürdükleri kafir düşmanın bir parçası gibi görüyorlardı. Onlarınki farklı bir
- toplumdu, farklı bir kitaba dayanıyordu ve farklı tarihi anılarla biçimlenmişti.
- Yalnızca onların mücadele için kitleleri seferber edecek gücü olduğu için
- devrimin sembolleri ve sloganları İslami’ydi.
- İslamiyet sembol ve sloganlardan ibaret değildi ve devrimci liderler ile
- sözcülerinin yorumlayışlarına göre de varılacak hedefleri belirliyor, en az o
- kadar önemli bir konu olarak mücadele edilecek düşmanları tanımlıyordu.
- Bunlar, ülke dışında kafirler, ülke içinde mürtetler olmak üzere tarihten,
- hukuktan ve geleneklerden tanıdık kişilerdi. Devrimcilere göre “mürtet” onların
- gerçek İslam yorumlarına inanmayan, kafir ve yabancı yöntemleri ithal ederek
- İslam toplumunu ve onun içinde yaşadığı hukuk ve inancı yıkan tüm
- Müslümanlar ve özellikle de Müslüman hükümdarlardı. İran’daki İslam
- devriminin ve bu tür hareketlerin yerleşeceği başka ülkelerdeki amacı,
- Müslüman ülkelere ve halklara yabana hâkimiyetindeyken zorla kabul ettirilen
- tüm yabancı ve kafir birikimleri yok etmek ve gerçek ilahi kudretin İslâmî
- düzenini getirmekti.
- Ne var ki İran’da ve başka yerlerdeki bu devrimcilerin geçmişlerinin
- incelenmesi sonucunda elde edilenler, onların Batı’yı ve Batı’nın sunduklarını
- reddederken, propagandalarında ki gibi geniş kapsamlı ve ayrım gözetmez
- olmadıklarını ve dinsizlerin ülkelerinden gelen bazı şeylerin iyi karşılanmaya
- devam edildiğini ortaya koymaktadır.
- Bunlardan bazıları çok belirgindir. İran’daki İslam devrimi elektronik
- çağdaki ilk gerçek modem devrimdir. Humeyni milyonlarca v atandaşına sesini
- kasetlerle ülke dışından gönderen ilk karizmâtik hatiptir. Aynı zamanda sürgünde
- olup da yurdundaki taraftarlarına Şah’ın İran’da gerçekleştirdiği otomatik telefon
- sistemiyle ulaşan ilk sürgün liderdi. (Ama bunu ilk sürgün yeri olan Irak’tan
- değil, daha sonra Fransa’dan yapabilmiştir.) İran devrim liderleri resmi ve iç
- savaşlarda Batı’nın ya da Batı taklitçilerinin silahlarını kullanmışlar, ayrıca
- internet ve uydu anteni gibi yine Batı’nın hediyesi olan silahlan da
- ellerinin altında bulundurmuşlardır.
- İran’daki devrimci rejim Avrupa’dan başka bir alanı daha ödünç almıştır.
- Sembolleri Avrupalı’dan çok İslami olmakla birlikte, yöntemleri ve tarzları
- İslami olmaktan çok Avrupalı’dır. İdeolojik açıdan düşman kabul edilen pek çok
- kişinin acilen yargılanarak idam edilmesi, özel mülkiyete büyük oranda
- el konulması, yüz binlerce erkek ve kadının sürgün edilmesi, iktidarın
- pekiştirilmesi için uygulanan şiddet, endoktrinasyon ve baskı, Hz. Muhammed
- ve Hz. Ali örneklerinden çok Robespieıre ve Stalin örneklerine çok yakındır.
- İslami olmayan bu yöntemler, tam anlamıyla devrimcidir.
- İran devrimcileri de Ruslar ve Fransızlar gibi kendi ülkelerine olduğu kadar
- diğer ülkelere de hitap etmişler ve devrimleriyle aynı kültüre sahip ülkelerde de
- büyük bir hayranlık yaratmışlardır. Doğal olarak bu hayranlık Güney
- Lübnan’daki Şiiler arasında ve Sünni komşuları arasında zayıf durumda kalan
- bazı Körfez devletlerinde çok daha fazla olmuştur. Hatta bir süre Müslüman
- dünyasında Şiiliğin neredeyse hiç bilinmediği bölgelerinde de büyük güç
- kazanmıştır. Mezhep farklılığı önemli olmadığı için Humeyni bir Şii ya da bir
- İranlı olarak değil bir İslami devrim lideri olarak görülmüştür. Zamanında Paris
- ve Petrograd’daki gelişmelere ilahi bir heyecanla tepki gösteren genç Batılı
- radikallerin yaptığı gibi, İslam dünyasının her köşesinden milyonlarca genç,
- genç olmayan, erkek, kadın da aynı heyecanla, sonsuz umutla, her türlü dehşeti
- mazur görme ve bağışlama isteğiyle, gelecek için endişeli sorulan sorarak İslami
- devrimin çağrısına koşmuşlardır.
- İran devrimin ardından zor yıllar yaşamıştır. Halk iç çatışmalar ve baskı,
- yabana savaşlar, giderek artan ekonomik kriz yüzünden çok acı çekmiştir. Başka
- devrimlerdeki gibi, bazen aşırılıkçılar ve ılımlılar, başka bir deyişle ideologlar ve
- pragmatikler olarak tanımlanan rakip fraksiyonlar birbirleriyle sürekli
- çatışmalardır. Tüm bunlar ve başka değişiklikler nedeniyle İran tarzı İslami
- devrim ideali, çekiciliğinin tamamını olmasa da birazını yitirmiştir. Başka
- Müslüman ülkelerde ortaya çıkan ve ondan ilham alan,, etkilenen ya da ona
- paralel giden İslami devrim hareketleri de oralarda iktidar için ciddi, bazen de
- başarılı rakipler olmuşlardır.
- Tüm bu devrimci rejimlerin, monarşilerin ve geleneksel rejimlerin ortak
- yanlan, modernleşmenin onlara sunduğu siyasi mekanizmaları ve ekonomik
- faydaları korumaları ve kullanmaları olmuştur. İstenmeyen şey ekonomik
- mekanizmanın yabancı kökeni değil, mekanizmanın yabancılar tarafından
- kontrolü ve sömürülmesi olmuştur.
- Ortadoğu rekabetinde, Sovyetler ve ABD de onlardan önceki İngilizler ve
- Fransızlar gibi, kendi imajlarında devlet ve toplumlar oluşturmak istemişlerdi.
- Ancak bu hiç de kolay değildi. Otoriter bir devleti desteklemek bir sorun
- olmayabilirdi, ama bir İslam ülkesinde Marksist, sosyalist bir rejim
- yaratmak oldukça zor, Liberal bir demokrasi yaratmaksa fazlasıyla zordu. Öte
- yandan demokrasilerin yaratılması kadar yıkılması da zordur. Uzun vadede bu
- durum bölge içinde ve dışındaki demokrasilere yarar sağlarken, onların otoriter
- düşmanlarına da zarar vermiştir.
- Sonuç olarak büyük güçlüklerle elde edilen bağımsızlığın kullanılması ve
- insanların kaderlerinin iyileştirilmesi konularında temel iki ideolojik görüş
- oluştu: Demokrasi ve İslamiyet. İkisi de çeşitli ve rekabetçi şekillerde
- uygulandılar. Müslümanların kopya ya da taklitle kullandıkları çeşitli ithal
- yöntemlerin tümü açık bir başarısızlığa uğrayınca, zarardan başka bir
- şey getirmeyen yabancıların ve kafirlerin bu yöntemleriyle ilgili tartışmalar güç
- kazandı. Müslümanların İslam dinine ve hukukuna dönmeleri, devlet ve toplumu
- yabancı birikimlerden arındırarak özbenliklerine kavuşmaları ve gerçek bir
- İslâmî düzen yaratmaları çözüm olarak görüldü.
- Diğer seçenek demokrasiydi. Ancak barış zamanlarında uygulanan yalnızca
- en üst düzeydeki küçük bir grubun yönettiği Batı demokrasisinin taklidi yerine,
- köyden en tepeye dek kamu yaşamının her düzeyinde özgür kurumlanyla gerçek
- demokrasinin uygulanmasıydı. Demokratlarla köktendinciler muhalefetteyse,
- köktendinciler çok daha avantajlıydılar. Çok despot olsa da hiçbir hükümetin
- tamamen kontrol edemeyeceği ve başka hiçbir grubun rakip olamayacağı
- camilerde ve vaazlarda gerçekleştirdikleri bir toplantı ve iletişim ağları vardı.
- Zaman zaman despot bir rejim tarafından rakip muhalefet ortadan kaldırılarak
- köktendincilerin yolu açılmıştır. Köktendinciler dışında toplumdaki tek bir grup,
- bağımsız eylem yapacak birlik, yapı ve olanağa sahip ve bölgedeki siyasi
- değişimin diğer büyük motoru olan ordudur. Ordu, çeşitli zaman ve zeminlerde,
- Sudan’daki gibi köktendincilik, Türkiye’deki gibi demokrasi için harekete
- geçmiştir.
- Gerek demokratik gerek de İslami çözümlerin savunucularının kendi
- içlerinde de büyük ayrılıkları, hatta zıt düşünceleri vardır. Müslümanlar içinde
- aktif ve önemli bir azınlık olan islami köktendinciler için yalnızca iktidara gelme
- aracı olması dışında demokrasi gerekli değildir. Demokratlar içinde militan
- laikler de İslamiyet’in bir devletin kamu yaşamında oynadığı geleneksel role son
- verme ya da en azından azaltma isteklerini gizlemezler. Batı’nın din ve devlet
- ayrılığı düşünceleriyle dine dayalı İslam devleti geleneği arasındaki çatışmanın
- süreceği görülmektedir.
- İslam ülkelerinde yaşanan uzun özgürlük döneminin kadınlar ve erkekler
- üzerinde silinemeyecek derin etkileri olmuştur. Geri dönüşler olsa da Avrupa
- tarzı demokrasi İslam topraklarında henüz ölmemiştir ve yeniden canlanma
- işaretleri görülmektedir. Parlamenter ve anayasal sistemlerin etkin
- olmaya başladığı ülkeler bulunmaktadır. Aynca henüz daha küçük olsa da
- ekonomik olduğu kadar siyasi liberalleşmeye doğru adımlar atan ülkeler de
- vardır.
- En militan ve radikal kesimlerin ya fark edemedikleri ya da kabul etmek
- istemedikleri Avrupa yöntemlerinin getirilmesi ve kabullenilmesi toplumsal ve
- kültürel yaşamda çok ileri gitmiş ve ısrarla varlığım korumuştur. Geleneksel
- sanat ilk değişikliklere sahne olmuştur. Kitaplardaki eski minyatür ve
- binalardaki eski süsleme gelenekleri XVIII.yy sonlarına doğru yok olmaya
- başlamıştı. Bunların yerini XIX.yy’da Batılılaşmış ülkelerde başlarda Avrupa
- örneklerinden etkilenen, sonra da onların hâkimiyetine giren örnekler almıştır.
- Eski minyatür ve hat sanatları bir dönem daha sürmüş olmasına karşın, birkaç
- istisna hariç, özgünlüklerini ve prestijlerini kaybetmişlerdi. Sanatsal
- anlamda toplumun kendini anlatma şekli olarak bunların yerine tuvale yağlı
- boyayla çizen Avrupa stili ressamlar geçmiştir. Mimari, cami mimarisi bile, Batı
- teknikleriyle birlikte Batı sanat akımlarına da uyum göstermiştir; bazı geleneksel
- İslami örneklere dönme çabaları da bilinçli bir neo-klasisizm formunu almıştır.
- Heykel, İslami sanatsal normların değişmediği ve İslamiyet’in resim yasağının
- ihlali olarak görülen tek alan olmuştur. İran’da Şah ve Türkiye’de Atatürk gibi
- laik modem liderlere karşı olan suçlamalardan biri kendi heykellerini
- diktirmeleri olmuş ve bu putperestlik olarak görülmüştür.
- Edebiyatta da sanattakinden daha yavaş ve geç bir Batılılaşmadan olmuştur.
- Geleneksel edebi biçimler, XIX. yy ortalarından sonra belirli kesimler dışmda
- bırakılmıştır. Yerlerini Batı’dan gelen yeni biçimler ve düşünceler alarak,
- geleneksel masal ve öykünün yerine roman ve öykü geçmiş; denemeler ve
- gazete makaleleri ortaya çıkmış; modem şiir yeni konular ve biçimlerle tüm halk
- katmanlarına yayılmıştır. Bölgedeki ülkelerin tümünde Modem edebiyatın
- yazıldığı dil bile, Batı etkisiyle geri dönülemez, ve yaygın bir biçimde
- değişmiştir.
- Avrupa sanat müziğinin etkisinin hâlâ çok az görüldüğü müzik alanı en az
- değişiklik olan alandır. Avrupa etkisinin daha derin ve uzun süreli olduğu
- Türkiye’de, uluslararası ün kazanmış yetenekli sanatçılar ve Avrupa tarzında
- besteciler yetişmiştir. Batı’mn kültürel bir parçası haline gelen İsrail’deki
- şehirler gibi, Ankara ve İstanbul da uluslararası konser şehirleri olmuştur. Aynca
- bu şehirlerde konserleri doldurup taşıracak ölçüde çok ve sadık dinleyici kitleleri
- bulunmaktadır.Ortadoğu’da diğer yerlerde Batı müziği besteleyen, çalan ve
- dinleyenler henüz sayıca çok azdır. Müzik hâlâ çeşidi geleneksel biçimleriyle en
- yüksek düzeyde bestelenmeye, çalınmaya ve halkın büyük çoğunluğu tarafından
- kabul ve takdir görmeye devam etmektedir. Son zamanlarda Batı müziğinin
- popüler türlerine karşı görülen ilgi, daha çok büyük şehirlerdeki küçük gruplar
- arasında kalmıştır. Bir kültürün en derin ve mahrem ifadesi olan müziğin yabancı
- etkilere en kapalı kültür alanı olması çok normaldir.
- Kıyafet, Avrupa etkisinin çok açık bir şekilde gözlendiği bir alan olmuştur.
- Müslüman ordular tarafından modem silahların ve donanımın kullanılması bir
- ihtiyaç olabilir. Aynca savaşta kafir düşmana karşı zafer kazanmak üzere onu
- taklit etmenin hukuka uygun olduğuyla ilgili hadisler de bulunmaktadır. Ama
- kafirin kıyafetini taklit etmek çok farklıdır ve hem sembolik, hem kültürel, hem
- de dini bir önem taşır.
- XIX. yy’da Osmanlılar subay ve askerleri için Avrupa tarzı üniformaları,
- atları için Avrupa koşumlarını kullanmışlar, başka Müslüman devletler de onları
- izlemişlerdir. Batıklaşmayan tek şey başlıklar olmuştur ki bunun da nedeni
- önemlidir. Türkiye’de İslami tutuculuğun bu son kalesi, Kemalist devrimle
- düşmüştür. Avrupa tipi şapka ve kepler, Türk ordusu ile halkı tarafından
- kullanılmaya başlamış ve bir süre sonra da Müslüman devletlerinin neredeyse
- hepsinde tüm halk ve sonra da ordular tarafından benimsenmiştir.
- Kadınların durumu daha farklıydı. XIX. yy’da ve XX. yy başlarında kadın
- kıyafetinin Batılılaşması çok yavaş, çok geç ve çok sınırlı olmuştur. Bu değişim
- güçlü bir direnişle karşılaşmış ve nüfusun çok daha küçük bir kısmını
- ilgilendirmiştir. Toplumun çeşitli katmanlarında erkeklerin Batılı kıyafetleri
- normal görülürken, kadınlar henüz geleneksel kıyafetleri içindeydiler. XX. yy
- ortalarında önce modernleşmiş zengin sınıflar, sonra çalışan kadınlar ve
- öğrenciler arasında Batılı kıyafetleri giyen kadın sayısında artış oldu. Bu
- değişimin tersine dönerek erkeklerden çok kadınların geleneksel kıyafetlerine
- dönmeleri İslami canlanmanın dikkat çekici sonuçlarından biridir.
- Kadınların durumundaki değişim, Batılı etkisi ya da örneğine dayalı
- değişikliklerin hepsinin en büyüğü ve en uzun vadelisi olmuştur. Cariyelik,
- köleliğin kaldırılmasıyla birlikte kanun dışı olmuş, bazı yerlerde bir süre daha
- sürse de, kabul edilirliği ve yaygınlığı sona ermiştir. Çok eşlilik başta Türkiye,
- Tunus ve şahın devrilişine kadar İran olmak üzere birkaç ülkede yasaklanmıştır.
- Müslüman devletlerin çoğunluğunda yasal olmaya devam etse de, bazı hukuki
- ve başka sınırlamalar getirilmiştir. Çok eşlilik, Şehirli orta ve üst sınıflar
- arasında toplumsal olarak kabul edilemez olmuş; şehirli alt sınıflarda ise zaten
- ekonomik nedenlerle hiç olmamıştı.
- Ekonomik gereksinim kadınların özgürlüğünde önemli bir noktaydı. îlk
- çağlardan itibaren iş gücünün bir parçası olan köylü kadınlar ve şehirli
- hemcinslerine yasaklanmış bazı toplumsal özgürlüklere sahiptiler. Ekonomik
- modernleşmeyle kadının el emeğine gereksinim ortaya çıkmış, modern savaşlar
- için yapılan seferberlikle bu gereksinin artmıştır. Bu durum, özellikle Osmanlı
- İmparatorluğu’nda, I. Dünya Savaşı’nda erkek nüfusun büyük çoğunluğu askere
- alındığında önem kazanmıştır İki dünya savaşı arasındaki döneme ve sonrasına
- kadar uzanmış olan kadınların ekonomiye katılması ve neden olduğu toplumsal
- değişiklikler kadınlar lehine bazı hukuksal değişikliklere de yol açmıştır. Bu
- değişiklikler toplumsal yaşamı ve aile yaşamını da etkilemiştir. Kadınların
- eğitiminde de önemli gelişmeler olmuş, 1970-80'li yıllarda pek çok kadın
- üniversitelere yazılarak öncelikle, “kadın meslekleri” olarak tanımlanan
- hemşirelik ve öğretmenlik eğitimi almaya başlamışlar, sonra da başka fakültelere
- ve mesleklere girmişlerdir, İran’da bile kadın hastalar için kadın doktorlar, daha
- önemlisi de kadın parlamenterler bulunmaktadır.
- Bazı militanlar, kadınların geleneksel mesleklere girmelerine bile tepki
- göstermişlerdir. Humeyni, kadınların erkek çocuklara öğretmenlik yapmasının
- mutlaka ahlaksızlıkla sonuçlanacağını büyük bir öfkeyle ifade etmiştir.
- Parlamenter rejimlerin olduğu ülkelerde kadınların siyasi özgürlüklerinde
- önemli gelişmeler olmuştur. Bu, ordu ya da parti denetimindeki diktatörlükte,
- pek de önemli değildir, ikisi de büyük çoğunlukla erkeklerden oluşur. Batılılar
- kadınların özgür olmasının liberalleşmenin bir parçası olduğunu ve kadınların
- durumunun otokratik rejimlere oranla liberal rejimlerde daha iyi olacağını
- düşünmüşlerdir. Bu varsayım şüpheli ve genel olarak yanlıştır. Irak ve Güney
- Yemen, Arap ülkeleri arasında kadınların en çok hukuksal özgürlüğe sahip
- oldukları yerlerdir ve ikisinin rejimi de baskıcıdır. Mısır, Arap ülkelerinin en
- açık ve en hoşgörülü ülkesi olduğu halde, orada kadın haklan çok gerilerde
- kalmıştır. Bu tür toplumlarda büyük bir bölümü erkek ve muhafazakâr olan
- kamuoyu değişikliğe karşı koymaktadır. İran gibi köktendincilikle yönetilen ya
- da köktendincilerin etkin oldukları ülkelerde kadın hakları konusunda çok
- önemli gerilemeler olmaktadır. Köktendincilerin başlıca şikâyetlerinden biri olan
- kadınların özgürlüğüdür ve geri alınması programlarının en başında yer
- almaktadır.
- Öte yandan geri dönülmez değişikliklerin olduğu çok açık ortadadır. Şeriatı
- yeniden getireceklerini ileri sürenler dahi cariyeliği yasallaştıramayacaklardır.
- Ortadoğu şehirlerindeki eğitimli sınıflar arasında çok eşlilik olasılığı fazla
- değildir. Kadınların eğitiminde köktendinci etkiler ve yöneticiler
- tarafından önemli değişiklikler yapılmış olmakla birlikte, kadınlar eski cahil
- hallerine getirilememiştir ve bu da pek mümkün değildir. İslam ülkelerinde de
- Avrupa ve Amerika’daki gibi kendi kurtuluştan için çalışan ve seslerini
- duyurmaya çalışan kadınlar bulunmaktadır. İslam topraklarında Batı eğitimi
- almış çok sayıda kadın yaşamaktadır ve onların önemli etkileri görülmeye
- başlanmıştır. Nüfusun dışlanmış yarısının katkılarıyla İslam kamu yaşamı daha
- zengin olacaktır.
- Halk arasında kendilerinden önceki ve sonraki toplumsal, hukuksal ve
- kültürel değişiklikler çok farklı tepkiler yaratmıştır. Tüm bu gelişmeler pek çok
- kadın için kurtuluş ve fırsat olmuş; pek çok erkek için gizli olan bir dünyanın
- yolu açılmıştır. Batı etkisi bazı yerlerde hayal edilemeyecek ölçüde
- servet sağlamıştır. Batı teknolojisi ve Batı tarzı ticaret para kazanmanın yeni
- kapılarını açarken, Batı tüketim kültürü de bu paranın harcanacağı yeni yolları
- açmıştır.
- Modernleşme, kimilerine göre de Batılılaşma, fakir ile zengin arasındaki
- uçurumu iyice büyütmüş, bu uçurumu gözle görülür, elle tutulur yapmıştır. Arap
- yarımadası dışındaki pek çok yerde artık zenginlerin kıyafetleri, yiyecekleri
- farklıdır ve halkın modernleşmemiş kitlesinden farklı toplumsal kurallar
- çerçevesinde yaşamaktadırlar. Başta televizyon olmak üzere Batılı iletişim
- araçları, fakirlerin kendileriyle zenginler arasındaki farkı ve daha da önemlisi
- neleri kaçırdıklarım görmelerini sağlamaktadır.
- Bazı ülkelerin akıllı ve ılımlı hükümetleri bu hızlı değişim döneminde
- yaşanan kaçınılmaz huzursuzluk ve sancıyı daha aza indirebilmişlerdir.
- Bazılarında da otokratik rejimlerin ekonomik yanlışlıkları yüzünden durum daha
- da kötü olmuştur. Hızla artan nüfusa karşılık ülkedeki besin kaynaklarında
- paralel bir artışın olmaması gibi ciddi sorunlar ortaya çıkmıştır. Bazı ülkelerin
- ellerinde bulunan önemli kaynaklar da boşa harcanmıştır. Ekonomik sıkıntıların
- büyük bir bölümü, ülkede düzeni korumak, ülke dışında da olası düşmanlardan
- korunmak için askeriye ve güvenliğe yapılan çok miktardaki harcamalardan
- kaynaklanmıştır. Ne var ki her şey bu harcamalarla açıklanamaz. Bir Fransız
- haber dergisinde röportaj yapılan bir Cezayirli şunları söylemiştir: “Eskiden
- Cezayir Roma'nın tahıl ambarıydı ama artık ekmeklik buğdayı ithal etmek
- zorunda. Bahçeler ve sürüler ülkesi ama et ve meyve ithal etmek zorunda. Doğal
- gaz ve petrol yönünden zengin ama milyarlarca dolar dış borcu ve milyonlarca
- işsizi var.” Ve bu durumun 30 yıllık kötü yönetimin sonucu olduğunu da
- eklemiştir.
- Cezayir’in petrol geliri az ve nüfusu çoktur. Öte yandan gelirleri büyük,
- nüfusları küçük olan ülkeler de ekonomilerini altüst etmişler ve halklarını
- fakirleştirmişlerdir. Petrol yatakları olan ülkeler uzun vadede bundan hem yarar
- hem de zarar görebilirler. Petrol gelirleri siyasi olarak otokratik hükümetli
- devletleri mali baskılardan kurtarıp güçlendirirler. Oysa başka ülkelerde aynı
- mali baskılar hükümetleri demokratikleşmeye zorlarlar. Bu ülkeler, petrol
- zenginlikleri yüzünden tehlikeli bir şekilde dünyadaki petrol fiyatı
- dalgalanmaları ve petrol dışı enerji kaynaklan gibi, denetimleri dışındaki
- etkenlere maruz kalmaktadırlar. Ortadoğu’nun baskılarından ve kararsızlığından
- kaçmak isteyenler, Ortadoğu’dan başka yerlerde de petrol olmasını ve petrolden
- başka enerji kaynakları bulunmasını çözüm olarak görmektedirler.
- Ortadoğu XX.yy’ın son on yılında iki büyük krizle karşılaşmıştır. Bunlardan
- biri ekonomik ve toplumsaldır; ekonomik yoksunluğun yol açtığı zorluklar ve
- bunların toplumsal sonuçlandır. İkincisi siyasi ve toplumsaldır: Uyumun, bir
- devletin işlerliğini sağlayan ve otokratik bir yönetimde bile toplumun onlar
- olmadan işlevini göremeyeceği kabul edilmiş kuralların ve ilkelerin
- bozulmasıdır. Uyum kaybının sonuçlan ve yeni bir uyum yaratmanın zorluk ve
- tehlikeleri için Sovyetler Birliği’nin dağılması iyi bir örnektir.
- Ortadoğu devletleri ve halkları XX. yy’ın son on yılında bu sorunları,
- çözmek için yalnız kalmışlardır. Artık yabancı devletler bölgenin işlerine
- karışmıyor, hatta aşırı bir isteksizlik gösteriyorlardı. Avrupa, Amerika ve
- Uzakdoğu ülkeleri gibi dış dünya devletleri Ortadoğu ile üç konuda ilgiliydiler:
- Enerji gereksinimleri için kaynak; mal ve hizmetleri için zengin ve genişleyen
- bir pazar ve bu ikisini güvenceye almak için görünüşte de olsa, uluslararası
- hukuk ve düzenin sağlanması.
- Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal ve ilhakı ile Suudi Arabistan ve diğer
- Körfez ülkelerine karşı oluşturduğu tehdit, dış askeri müdahaleyi kışkırtmış ve
- en üst noktasına ulaştırmıştı. Çünkü dış dünya açısından iki tehdit söz
- konusuydu. İlk tehdit, bölgenin petrol kaynaklarının, daha doğrusu dünya petrol
- kaynaklarının büyük bir bölümünün saldırgan bir diktatörün tekelci kontrolüne
- girmesi; İkincisi de II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası düzene
- dönülmesiydi. İlk kez Birleşmiş Milletler’in bir üyesi başka bir ülkenin işgaline
- uğruyordu.
- Saddam Hüseyin’e göz yumulması, çok güçsüzleşmiş durumdaki Birleşmiş
- Milletler’in eski Milletler Cemiyeti’nin kaderini paylaşması ve dünyanın şiddet
- taraftarlarına bırakılması anlamına gelecekti.
- Bölgenin içinden ve dışından büyük güçler, Saddam Hüseyin’i Kuveyt’ten
- çıkarmak için birleşerek onun kazanmasına izin vermediler. Öte yandan Saddam
- Hüseyin, Irak’tan değil Kuveyt’ten çıkarılmış, ülkesindeki hükümet biçimine
- devam etmesine izin verilmişti. Verilen mesaj açıktı.Iraklılar eğer istiyorlarsa
- yeni ve farklı bir hükümeti kendileri yaratmak zorundaydılar, onlar adına bunu
- başkası yapmayacaktı.
- XX.yy’ın son on yılında dış güçler, daha çok kendi çıkarlarını gözetmek,
- yani pazarlarını ve petrolü ve Birleşmiş Milletlerin temel kurâllarına gereken
- saygıyı elde etmek, uluslararası toplumun çıkarlarını savunmak için hareket
- edecekleri mesajını veriyorlardı. Diğer taraftan Ortadoğu’da iki yüzyıldan beri
- ilk defa halklar ve hükümetler kendi kaderlerini belirleyeceklerdi. İsterlerse
- beraber yeni bölgesel devletler kurabilirler ya da bölge hakimiyeti için rekabete
- girebilirlerdi. Belki de Yugoslavya ve Somali gibi bölünerek bir kaosa
- girebilirlerdi; aslında bölgede dini görevleri ve milli haklan olduğuna
- inandıklarından ödün vermektense bu yolu tercih edeceklerini açıkça ifade etmiş
- hareketler ve kişiler vardı. Lübnan’da iç savaş sırasında yaşananlar tüm bölge
- için bir örnek teşkil edebilir. Tıpkı geçmişteki gibi yeni bir Haçlı Seferi
- yaratacak yeni bir cihad başlatabilirler. Belki de kendileriyle, komşularıyla ve dış
- dünya ile bir barış yapmak için birleşerek daha tatmin edici, zengin ve özgür bir
- yaşam için maddi kaynaklarıyla birlikte manevi kaynaklarını da paylaşabilirler.
- Modem çağların bu zor döneminde, Ortadoğu halkları ve devletleri en doğru
- kararı ancak kendileri verecektir.
- NOTLAR
- GİRİŞ
- 1. Kâtip Çelebi, Mizan Al-Haqq (İstanbul, Hicri 1290), sf. 42-43.
- İngilizcesi G. L. Lewis, The Balance Of Truth (Londra, 1957), sf. 56.
- 2. Abu Abdallah Muhammad’ 'Abd Al-Wahhab, RihlaîAl-Wazirfi
- îftikak Al-Asir, Ed. A. Bustani (Tangier, 1940), sf. 67.
- 3.. Takvim-t Veka'i, I Jumada 11247/14 Mayıs 1832.
- 4. Mehmed Efendi, Paris Sefaretnamesi, Ed. Ebüzziya (İstanbul,
- Hicri 1306), sf. 139-146.
- 1. BÖLÜM Hıristiyanlık Öncesi
- 1. Sabbath 33b; Bkz. The Babylonian Talmud: Seder Mo’ed, Çev. I. Epstein (Londra, 1930), cilt. I, sf. 156.
- 2. BÖLÜM İslamiyet Öncesi
- 1. Ammianus Marcetlinus, Çev. John C. Rolfe (Cambridge, Mass.r
- Loeb Classical Libraıy, 1963) cilt II, sf. 375 ve cilt I, sf. 27
- 2. Menander, Excerpta De Legationibus, Ed. C. De Boor (Berlin,
- 1903), cilt I, sf. 205-206; Cambridge Medieval History, cilt IVa, sf.
- 479’daki çeviri.
- 3. BÖLÜM Kökenler
- 1. Al-Mas'udi, Muruj Al-Dhahab, Ed. Barbier De Meynard ve Pavet
- De Courteille, Charles Pellat (Beyrut, 1970), cilt IH, sf. 76-77.
- 2. İbn Qutayba, 'Uyun Al-Akhbar, Ed. Ahmad Zaki Al-’Adawi
- (Kahire, 1343-8/1925-30), cilt II, sf. 210; İngilizcesi Ed. ve Çev. Bemard
- Lewis, İslam From The Propbet Muhammad To The Capture O/Constantinople, 2 (1974), sf. 273.
- 3. Al-Muqaddasi, Descriptio Imperii Moslemici, Ed. M. J. Goeje, 2.
- Baskı (Leiden, 1906), sf. 159.
- 6. BÖLÜM Moğollar’m Ardından
- 1. Al-Suyuti, Hıtsn Al-Muhadara (Kahire, Hicri 1321), sf. 39.
- 2. C. Imber, The Ottoman Empire 1300-1481 (İstanbul, 1990), sf. 24.
- 3. TbeReign Of The Sultan Orchan, SecondKing Of The Turks, Translated Out Of Hojah Effendi, An Eminent Turkish Historian, By William Seaman
- (bonûn, 1652), sf. 30-31.
- 7. BÖLÜM Barut İmparatorlukları
- 1- İbn Kemal, Tevârib-İÂl-t Osman VU Defter, Ed. Şerafettin Turan
- (Ankara, 1957), sf. 365.
- 2. Kemalpashazade, Mohaczname, Ed. M. Pavet De Courteille
- (Paris, 1859), sf. 97-109-
- 3. Rudolf Tschudi, DasAsafname Des Lutfi Pasha (Berlin, 1910), sf. 32-
- 33-
- 4. Peçevi, Tarih (İstanbul, Hicri 1283), cilt I, sf. 498-99-
- 5. The Turkish Letters Of Ogier Gbiselin De Busbecq, Çev. Edward Seymour Forster (Oxford, 1922), sf. 112.
- 6. Ed. Guglielmo Berchet, La Repubblica Di Venezia E La Persia (Torino, 1865), sf. 181; İngilizcesi A. Narrative Öfltalian Travels in Persia in The
- 15th and I6th Centuries (Londra, 1873), sf. 227.
- 7. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanh Devleti Teşkilatından
- Kapıkulu Ocakları, cilt I (Ankara, 1943), sf. 306, Not l’deki alıntı.
- 8. Selaniki Mustafa, Tarib-i Selâniki, Ed. Mehmed İpşirli (İstanbul, 1989),
- sf. 471.
- 9. Koçu Bey, Risale, Ed. Ali Kemali Aksüt (İstanbul, 1939), sf. 32; sonraki
- alıntı sf. 45.
- 8. BÖLÜM Devlet
- 1. Ed. ve Çev. Emest Barker, Social And Political Thougbt in Byzanti-um
- From Justinian I To The Last Palaeoiogos: Passages From Byzan-tine
- Vvriters AndDocuments (Oxford. 1957), sf. 54-55.
- 2. Barker, op. cit. sf. 75-76.
- 3. Metin ve çeviri M. Back, Die Sassanidischen Staatsinschrlften,
- Açta Iranica 18 (1978), sf. 284-85.
- 4. The Diıvans Of ‘Abid B. Al-Abras, Ed. ve Çev. Sir Charles Lyali OLeiden, 1913), sf. 81, sf. 64.
- 5- Repertoire Cbronologique D'Epigraphie Arabe, cilt I (Kahire, 1931), No.
- 1.
- 6. Al-Jahiz. Rasa'il, Ed. A. M. Harun (Kahire, 1964-65), cilt II, sf. 10-11.
- 7. Ibn Qutayba, op. cit. Cilt II, sf. 115.
- 8. Mustafa Nuri Paşa, Netaic Öl-Vukuat (İstanbul, Hicri 1327), cilt I, sf.
- 59.
- 9. Lütfi Paşa, Tevarih-i Âl-i 'Osman (İstanbul, Hicri 1341), sf.
- 21; Yazıcıoğlu Ali, Selçukname, Agah Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve
- Sadeleşme Safhaları (Ankara, 1949), sf. 34'teki alınu.
- 10. ‘Abbas Iqbal, Vezarat Dar Ahd-i Salatin-i Buzurg-i Saljuqi
- (Tahran, 1959), sf. 302.
- 11. Ibn' Al-Rawandi, Rabat-Us-Sudur, Ed. Muhammad Iqbal (Leiden,
- 1921), sf. 334.
- 12. Al-Jahshiyari, Kitab Al-Wuzam Wa‘l-Kuttab, Ed. Mustafa AlSaqqa, İbrahim Al-Abyari, ‘Abd Al-Hafiz Shalabi (Kahire, 1938), sf. 53-
- 13- Lütfi Paşa, Asafname, sf. 14-15-
- 14. Hilal Al-Şabi’, Kitab Al-Wuzara, Ed. H- F. Amedroz (Leiden-Bevnıt
- 1904), sf 64.
- 15- Al-Baladhuri, Futub Al-Buldan, Ed. M. J. Dc'Goeje (Leiden, 18b6),
- cilt I, sf 263.
- 16- Ibn Qutayba, op. cit. cilt I, sf 2, 6, 9, 10.
- 9- BÖLÜM Ekonomi
- 1. Ibn Al-Faqih, Mukhtaşar Kitab Al-Buldan, Ed. M. J. De Goeje
- (Leiden, 1885), sf 187-88.
- 2. Peçevi, op. cit. cilt I, sf 365.
- 3. Akbbar Al-Şin Wa’l-Hînd, Ed. J. Sauvaget (Paris, 1948), sf. 18.
- 4. Ralph sf. Hattox, Coffee and Coffeebouses: The Origins Of A
- SocialBe-veragein The Medieval Near fiast(Seatde, Wash., 1985), sf. 14-
- 15’ten alıntı.
- 5. Ibn Khaldun, Al-Muc/addima, Ed. E. Quatremere (Paris, 1858), cilt I, sf.
- 272.
- 6. Jean De Thevenot, Relation D'un Voyage FaitAu Levant (Paris,
- 1665), A. Lovell, The Travels OfMonsieurDe Thevenot înto The Levant
- (Londra, 1687), bölüm I, sf 144’ten alıntı.
- 7. Volney, Voyage En Egypte (Paris, 1825), ciltli, sf 254.
- 8. Kari Jahn, Die Frankengeschicbte Des Raşid Al-Din (Almanca
- Çeviri) (Vienna, 1977), Fol. 415 V. (Farsça Metin), sf 54 (Almanca Çeviri).
- 9. P. Dan, Histoire De Earbarie Et De Ses Corsaires (Paris, 1637), sf.
- 277. Calendar Of The State Papers Relating To Ireland Of The Reign
- Of Charles I, 1625-1632, Preserved in The Public Record Office, Ed. R.
- P. Mahaffy (Londra, 1900), sf. 621-622.
- 10. BÖLÜM Seçkinler
- 1. Malik İbn Anas, Al-Mudaunvana Al-Kubra (Kahire, Hicri 1323),
- cilt IV, sf. 13-14; ATMuıvatta’ (Kahire, Hicri 1310), 3, sf. 57, 262.
- 2. ‘Abd Al-Hamid, Risala ila ‘l-Kuttab, Ahmad Zaki Şafwat, famharat
- Ra-Sa’ilAl-Arab (Kahire, 1356/1937), II, sf. 534; İngilizcesi Ed. ve Çev.
- B. Lewis, İslam From The Propbet Muhammad To The Capture OfConstantinople (New York, 1974), cilt. I, sf 186.
- 3. Paul Rycaut, The History Of The Present State Of The Ottoman Empire, 4. Baskı (Londra, 1675), sf. 45.
- 4. Abu ‘Amr Muhammad Al-Kashshi, Ma'rifatAkbbar Al-Rijal
- (Bombay, Hicri 1317), sf. 249.
- 5. Ibn Sama'a, Al-Iktisab Pi'l-Rizq Al-Mustatab (Kahire, 1938), sf. 16.
- 11. BÖLÜM Halk
- 1. Metin: Al-Maqrizi, Al-Khilat (Bulaq, 1270/1854), sf. 199-200;
- İngilizcesi Yusuf Fadl Haşan, The Arabs And The Sudan, From Tbe Seventb
- To The Early Svcteenth Century (Edinburgh, 1967), sf. 23.
- 2. Abu Dulaf, Qasida Sasaniyya, 17-23- satırlar; Çev. C.E. Bosworth, The
- Mediaeval Islamic Undenuorld; The Banu Sasan in Arabic Soci-ety and
- Literatüre (Leideıı, 1976), bölüm 2, sf. 191-92.
- 12. BÖLÜM Hukuk ile Din
- 1. Mirza Abu Talib Khan, Masir-i Talibi, Ed. H. Khadiv-Jam
- (Tahran, 1974), sf. 251.
- 2. Al-Jahiz, Kitab Al-Hayawan (Kahire, 1938), cilt I, sf. 174.
- 3. Al-,Ghazali, Faysal Al-Tafriqa Bayn Al-Isiam Wa’l-Zandaqa
- (Kahire, N.D.), sf. 68.
- 4. Ignaz Goldziher, Vorlesungen Über Den İslam (Heidelberg, 1925),
- sf. 185-86’daki alıntı.
- 5. ‘Ali Ai-Muttaqi Al-Hindi, Kanz Al-'Ummal, bölüm I (Hyderabad
- Hicri 1312), Nn. 5350, 5445, 5451, 5987.
- 6. Mehmed Esad, Uss-i Zafer (İstanbul, Hicri .1293), B. Lewis,
- İstanbul And The Civüization Of The Ottoman Empire (Norman, Okla.,
- 1963), sf. 156’daki alıntı.
- 7. Jalal Al-t)in Rumi, Ruba ‘iyyat.
- 8. Jalal Al-Din Rumi, Divan-i Shams-i Tabriz. No. 31.
- 13. BÖLÜM Kültür
- 1. Mehmed Efendi, Paris Sefaretnamesi, Ed. Ebüzziya (İstanbul,
- Hicri 1306), sf. 109; Fransızcası Le Paradis Des Infideles, Ed. Gilles Veinste-in
- (Paris, 1981), sf. 163.
- 2. Abu’l-Faraj Al-Isfahani, Kitab Al-Aghani (Kahire, 1372/1953), VII,
- sf. 13-14.
- 3. Ghars Ai-Ni’ma Al-Şabi’, Al-Hafawat Al-Nadira, Ed. Salih AlAshtar (Damascus, 1967), sf. 305-306.
- 4. Ibn Qutayba, op. cit. cilt II, sf. 55.
- 5. Anna Comnena, Alexiad, 15.1; Çev. E. R. A. Sewter (Londra, 1969),
- sf. 472.
- 6. Tbe- 'Complete Letters Of Lady Mary Wortley Montagu, Ed. Robert
- Halsband (Oxford, 1965), cilt I, sf. 338-39.
- 14. BÖLÜM Mücadele
- 1. Abu Shama, Al-Rauıdatayn Fi Akhbar Al-Daıvlatayn, Ed. M. Hilmi ■
- Ahmad ve M. Mustafa Ziyada (Kahire, 1926), I/II, sf. 621-22.
- 2. B. lewis, The Müslim Discovery OfEurope, sf. 193’ten alıntı.
- 3. Sthhdar Tarihi (İstanbul, 1928), cilt II, sf. 87.
- 15. BÖLÜM Değişim
- 1. Abdülhak Adnan (Adıvar), La Science Chez Les Turcs Ottomans
- (Paris, 1939), sf. 57.
- 2. Richard Hakluyt, The Principall Navigations Of The English
- Nation, cilt V, sf. 178-83.
- 3. State Papers 102/61/23.
- 4. Letters, op. ciL cilt I, sf. 316-17.
- 16. BÖLÜM Etki ve Tepki
- 1. Ahmed Lütfi, Tarih (İstanbul, Hicri 1290-1328), cilt VIII, sf. 15-17.
- 17. BÖLÜM Yeni Düşünceler
- 1. Cavid Baysun, Tarih Dergisi 5 (1953), sf. 137-45.
- 2. E. De Marcere, Une Ambassade A Constantinople: La Politique Orientale De La Revolution Française (Paris, 1927) ciltli, sf. 12-14.
- 3. Cevdet, Vekâyi-i Devlet-i Aliye (İstanbul, 1294/1877), cilt V, sf. 130.
- 4. Cevdet, op. cit. cilt VI, sf. 280-81.
- 5. E. Z. Karal, Fransa-Mtsır Ve Ostnanh İmparatorluğu (1797-
- 1802) (İstanbul, 1940), sf 108; İstanbul arşivlerinden alıntı. Sir Sidney
- Smith, Acre; CezzarPaşa, Ta'nkh Ahmad Basha Al-Jazzar(Beyrut, 1955),
- sf. 125.
- 6. Cevdet, Tezakir 1-12 Ed. Cavid Baysun (Ankara, 1953), sf. 67-68.
- 7. Harold Temperley, EnglandAnd TheNear East: The Crimea
- (Londra, 1936), sf 272'deki alıntı.
- 18. BÖLÜM Savaşlar
- 1. Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi (İstanbul, 1940), cilt I, sf. 225.
- 19- BÖLÜM Özgürlükler
- 1. Şubat 1949 İsrail-Mısır Anlaşması, Madde V, Alt Bölüm 2, Suriye ve
- Ürdün Anlaşmalarıyla Benzer Hükümler.
- KAYNAKÇA
- İki bin yıllık Ortadoğu tarihi için hem nitelik hem de içerik açısmdan çok
- çeşitli pek çok kitap yazılmıştır. Ortadoğu tarihini tamamıyla olmasa da büyük
- ölçüde anlatan önemli başvuru eserleri ve kaynakçalar da bulunmaktadır. Bu
- kitapta ele alman konularla ilgili önemli başvuru eserleri, özellikle yeni ve
- kapsamlı çalışmalan içerecek şekilde aşağıda listelenmiştir.
- 1. Kaynakçalar ve El Kitapları
- J. D. Pearson, Index Islamicus, 1906-1955. A Catalogue Ofarticles On Islamic Subjects In Periodicals And Other Collective Publications. Camb-ridge,
- 1958, I, 1956-1960 (Cambridge, 1962); II, 1961-1965 (Cambridge, 1967); m,
- 1966-1970 (Londra, 1972); IV, 1971-1975 (Londra, 1977); V, 1976-1980
- (Londra, 1982), Quarterly Index Islamicus (Londra, 1977-). Deniş Sinor,
- Introduction A l’Etude De VEurasie Centrale, Wiesbaden, 1963.
- Jean Sauvaget, Introduction To The History Of The Müslim East: A
- Bibliog-rapbical Guide, Berkeley & Los Angeles, 1965- (Claude Cahen,
- Fransızca II. Basım)
- J. D. Pearson, A Bibliograpby Of Pre-Islantic Persia, Londra, 1975.
- Diana Grimwood-Jones, Derek Hopwood, J. D. Pearson, Arab Islamic
- Bibliograpby: The Middle East Library Committee’s Guide, Hassocks, Süsse^
- 1977.
- Margaret Anderson, Arabic Materials In English Translation- A
- Bibliograpby Of Works From The Pre-Islamic Period To 1977, Boston, 1980.
- Claude Cahen, Introduction A l’Histoire Du Monde Musulman Medieval
- VII-XVSiecle: Metbodologie Et Elements De Bibliograpbie. Paris, 1982.
- Wolfgang Behn, Islamic Book Reuieıv Index, Berlin/Millersport, PA, 1982-.
- L. P. Elwell-Sutton, A Bibliograpbical Guide To Iran, Totowa, NY, 1983-
- Jere L. Bacharach, A Middle East Studies Handbook, Seatde & Londra, 1984.
- R. Stephen Humphreys, Islamic History: A Frameıvork For Enquiry,
- Prince-ton, NJ, 1991.
- 2. Kronoloji ve Şecere
- Eduard Von Zambaur, Manuel De Geneaologie Et De Cbronologie Pour
- l’Histpire De l’Islam. Hanover, 1927; II. Basım, 1955.
- C. E. Bosworth, The Islamic Dynasties: A Chronological And Geüealogical
- Handbook. Edinburgh, 1967.
- H. U. Rahman, A. Chronology Of Islamic History 570-1000 C.E., Londra,
- İ989-
- Robert Mantran, Les Grandes Dates De Tlslam, Paris, 1990.
- 3. Atlaslar
- Donald Edgar Pitcher, An Historical Geograpby Of The Ottoman Empire
- From The Earliest Times To The End Of The Sixteenth Century, Leiden, 1972.
- Tübinger Atlas Des Vorderen Ortents, Wiesbaden, 1977-.
- William C. Briçe, An Historical Atlas Of İslam, Leiden, 1981.
- Jean Sellier, Andre Sellier, Atlas Des Peuples d'Orient, Moyen Orient,
- Cauca-se, Asie Centmle, Paris, 1993.
- 4. Belgeler
- Sylvia G. Haim, Ar ah Nationalism: An Antbology, Berkeley & Los
- Angeles, 1962.
- Charles Issawi, The Economic History Of Tbe Middle East, 1800-1914
- (Chi-cago, 1966); The Economic History Of Iran, 1800-1914 (Chicago, 1970);
- The Economic History Of Turkey, 1800-1914 (Chicago, 1980); The Ferti-le
- Crescent, 1800-1914 (New York, 1988).
- Kemal H. Karpat, Political And Social Thought İn The Contemporary
- Middle East, Londra, 1968.
- Lewis, Bemard, İslam, From Tbe Prophet Muhammad To The Capture Of
- Constantinople, 2 Cilt, New York, 1974.
- J. C. Hurewitz, The Middle East And Nortb Africa In World Politics. A
- Docu-mentary Record, II. Basım, New Haven & Londra, 1975.
- Andrew Rippin, Jan Knappert, Tesctual Sourcesfor The Study Of İslam,
- Chicago, 1986.
- Norman Stillman, The Jews OfArab Lands (Philadelphia, 1979); The Jews
- Of Arab Lands In Modern Times (Philadelphia, 1991).
- 5. Ansiklopediler
- The Encyclopedia Of İslam, Leiden, 1954-,
- Encyclopedia Iranica, Ehsan Yarshater. Londra & Boston, 1982-.
- The Cambridge Encyclopedia Of The Middle East And Nortb Africa,
- Camb-ridge & New York, 1988.
- The Oxford Dictionary OfByzantium, New York, 1991-
- TAKVİM HAKKINDA
- Kronolojide yer alan tarihler başlangıcı Hz. İsa’nın doğumu olan miladi
- takvime göredir. 1582 yılında Papa XIII. Gregor’un hazırladığı Gregoryen adlı
- takvim, tarihin çeşitli dönemlerinde, dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılmıştır.
- Modern çağlara gelene dek Doğu kiliselerinin çoğunluğu ve Ortodoks
- Hıristiyanlar tarafından eski Julien takvimi kullanılmıştır; halen de dini takvim
- olarak kullanılmaktadır. Gregoryen takvimin 7 Ocak günü Ortodoks Noeli’dir.
- Ortadoğu’da, İslamiyet’in doğuşundan itibaren büyük çoğunlukla Müslüman
- takvimi yani hicri takvim kullanılmıştır. Müslüman takviminin başlangıcı, Hz.
- Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinin tarihi olan 16 Temmuz 622’dir.
- Hicri takvim 10 ay 354 gündür. Hicri takvimde güneş yılına uygun bir düzeltme
- yapılmadığı için aylar mevsimlere uygun değildir. Hac ve Ramazan orucu gibi
- önemli dini günler güneş yılma göre değişir. Yaklaşık olarak 103 Hicri yılı, 100
- Gregoryen yılıdır.
- Ay hesabına dayanana Hicri takvim idari ve mali amaçlara uygun
- olmadığından, Müslüman devletler, ilk dönemlerinden itibaren Hicri yılda,
- Hıristiyan, İran ve başka takvimlere uyacak düzenlemelere gitmişlerdir.
- Aşağıdakiler başlıca düzenlemeler olmuştur:
- 1- Türk Mali Yılı Maliye:
- Hicri tarihi güneş yılı ile birleştiren eski mali takvimlerden uyarlamadır. İlk
- kez 1789 yılında, Osmanlı gelirler idaresinde kullanılmıştır.
- 2- İran Güneş Yılı.
- İlk kez 1925 yılında kullanılmıştır. Hicret ile başlar ancak güneş yılına göre
- hesaplanır. İran güneş yılını Gregoryen îakvimi-ne uygun hale getirmek için
- hesaplama; 1 Ocak - 21 Mart tarihlerine 622 ve 21 Mart - 31 Aralık tarihlerine
- 621 eklenerek yapılır. Mart’ın 3- haftasına denk gelen 1 Farvardin Yeni Yıldır.
- Artık İran’da yalnızca dini amaçlar için kullanılmaktadır.
- Musevi takvimi ise, dünyanın yaratılışından itibaren başlar. Ay esasına
- göredir. 19 yılda 1 ay eklenerek güneş yılma çevrilir. 5756 yeni yılı 25 Eylül
- 1995 tarihinde başlamıştır. İsrail devletinde dini ve başka bazı amaçlar için
- kullanılır.